30 Mayıs 2016

RADIO SILENCE ile RÖPORTAJ


Korku filmlerine gönül verenlerle yaptığım röportajlar serisinde bu kez 3 çılgın genç yönetmen var. Matt Bettinelli-Olpin & Tyler Gillett ve Chad Villella adlı yönetmenlerimiz  tüm işlerini ortaklaşa yaptıklarından kendilerine  Radio Silence adını vermişler. Bu grup çalışmalarına ilk başta kısa eğlenceli korku filmleri çekerek başlamış, daha sonra da uzun metrajlı korku/gerilim filmlerine el atmışlar. Radio Silence adındaki bu ekip,  V/H/S, Devil’s Due ve Southbound filmlerini yazmış, yönetmiş hatta filmlerinde oynamışlar.

Sosyal medya üzerinden kendilerine tek tek ulaşıp sohbet etme fırsatı yakaladığımda gördüğüm en önemli şey; her birinin yaptıkları işleri severek ve eğlenerek ortaya çıkarttıklarıydı. Gerçekten çok çılgın fikirleri olan ve değişik işler peşinden koşan bu 3 arkadaş grubu, kesinlikle ilerleyen zamanlarda çok enteresan korku/gerilim filmlerine imza atacaklar gibi gözüküyor.

Radio Silence ekibi, www.populersinema.com ‘da  ve sosyal medya ortamında yayınlamak  üzere sorduğum soruları beni kırmayıp, bir araya gelerek ortaklaşa cevapladılar. Kendilerine çok teşekkür ediyor başarılar diliyorum.

Radio Silence hakkındaki tüm detaylar için www.hiradiosilence.com web sitesini  ziyaret edebilirsiniz.

KE- Birlikte korku filmleri yapmaya nasıl karar verdiniz? Korku filmi tutkunuz nereden geliyor?

RS- Harika soru! Birlikte çalışmaya 2009 Ekim'inde bizim İnteraktif Macera kısa filmlerimizden biri olan Doğumgünü Partisi'nde (bu da linki: https://www.youtube.com/watch?v=eDn0ow8EzcU) başladık. Aksiyon/Macera/Komedi tarzında başlamamıza rağmen zamanla benzer karanlık espri anlayışına sahip olduğumuzu fark ettik. Kısa filmlerimizden "Dağ Şeytanı Şakası Korkunç Bir Şekilde Başarısız Oldu" (linki burada: https://www.youtube.com/watch?v=5gavMcrpT4U ) yapımcı Brad Miska'nın gözüne takıldı ve bize orijinal V/H/S'nin bir parçası olmayı teklif etti. O zamandan beri korku türündeyiz. Korku türüne olan tutkumuz kendi kişisel korkularımızın üzerine gitmemizden geliyor. 

Yaptığımız herhangi bir şeydeki gibi, bize korkunç gelen ve hakkında kabuslar gördüğümüz alanları ve fikirleri keşfetmek istiyoruz. V/H/S'den Southbond'a kadar keşfettiğimiz bütün konular, üzerine gitmek istediğimiz köklü kişisel korkularımızdan geliyor. Bu korkuların bazıları çok saçma olmasına rağmen, (mesela V/H/S'deki gibi yanlış adrese gitmek) bazıları çok daha ciddi (Southbound'da keşfettiğimiz suçluluk ve pişmanlık hissi gibi). Bunların hepsi kişisel seviyeden gelen şeyler bize. Ayrıca, yaptığımız işlerde biraz komedi ya da mizah anlayışı arayışımızın sebebi de bu. Çünkü hayat tam da böyle, değil mi? Biraz eğlenceli, biraz korkutucu.

KE- Radio Silence olarak korku filmleri yazıyor, yönetiyor ve filmlerde oynuyorsunuz. Nasıl bir iş bölümü yapıyorsunuz? Tartışıyor musunuz hiç?

RS- Her şeyle biz ilgileniyoruz, üretimin her aşamasıyla. Yazılması, yönetilmesi, oyunculuğu, düzenlenmesi, finansmanı ve diğer işle ilgili bütün işlemlerle. Bütçelerin çok çok kısıtlı olduğu bağımsız yapımlar söz konusu olduğunda, üretim kaynaklı sorunlara yaratıcı çözümler bulmak zorundasınız. Bu durum sizi, her şeyi projeye yarar sağlayan şekilde yapmanız konusunda deneyimli hale getiriyor. İşlerle başa çıkmanın eğlenceli bir yolu bu. Setteki iletişim açısından, projeye hepimiz aynı noktada oluncaya kadar hazırlandıktan sonra başlıyoruz. Bu şekilde hızlı ve etkili bir şekilde oyunculuk, yönetme işleri ve çekimleri tamamlayabiliyoruz. Ve bu şekilde bir şey yanlış giderse direkt ietişim kurup düzeltme imkanına sahip olmuş oluyoruz. Mesela bu korkunç kötüydü, hadi tekrar yapalım diyebiliyoruz.

KE- Neden V/H/S’in devam filmlerinde yer almadınız?

RS- V/H/S serisinin bir parçası değildik. Devam filmlerinde yeni korku yönetmenlerine de bir şans vermenin harika olacağını düşündük, bunun dışında başka bir sebebi yok. V/H/S'yi kendi işimizi dünyaya sunmak açısından bir fırsat olarak gördük ve diğerlerine de bu fırsatı tanımak istedik. Bunun yanı sıra V/H/S'nin Sundance'teki galasından aylar sonra Devil's Due filminin ön prodüksiyonu içindeydik. Ve bu da bizim fazlaca zamanımızı aldı.

KE- Çektiğiniz filmler arasında en beğenilenleri hangisi oldu, Neden?

RS- Bana kalırsa en popüler filmimiz ilk işlerimizden Roommate Alien Prank Goes Bad (Linki: https://www.youtube.com/watch?v=gWqI0U3pBdA ) . Bu video dijital ortamda tanınmamızın sağlayan ilk işlerimizden biri. Ayrıca komedi ve korku elementlerini bir araya getirmeyi ne kadar sevdiğimizin de bir nevi temsili. Kısa, sevimli ve beklenmedik bir sona sahip. Ve popülerlik yönünden şimdiye kadar yaptıklarımız arasında en çok izlenen işlerimizden biri.

KE- Filmleriniz yaratırkan ilham aldığınız yönetmenler var mı?

RS- Harika soru daha ! 3 kişi olduğumuz için, ilhamımız korku ve diğer türlerde bir çok farklı yönetmenden geliyor. Bizi en çok etkileyenler büyük yönetmenlerden Steven Spielberg, Martin Scorsese, Stanley Kubrick ve Sam Raimi diyebiliriz. Hayranlık duyduğumuz diğer isimlerden ise Coen Kardeşler, David Fincher ve Christopher Nolan'ı sayabiliriz.
Oldukça başarılı yönetmenlerin işlerinden ilham almanın en güzel yanı, bu işi en iyilerinden öğrenmiş olmak. Fakat yine de o işi sizin yapan, size özel yapan şeylerden de içermeli yaptığınız şey. Sizin dışınızda diğer insanların neler yaptığının ve neden onları sevdiğinizin farkında ve bilgi sahibi olmak çok önemli diye düşünüyorum. Kendinizi temelden eğiterek ve bu temelde bir şeyler ürettiğinizde bir şeylerin yanlış gitmesi imkansız.

KE- Korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

RS- Sette zorlayıcı zamanlar hep olacaktır, ama yeterince hazırlıklıysanız genelde bir şekilde zor durumlarla başa çıkabiliyorsunuz ve krizden fırsat yaratabiliyorsunuz. Bence kendimizle gurur duyduğumuz bir şey varsa o da, sıkıntılı süreçlerle yumuşak ve etkili bir şekilde başa çıkmamızdır. Bu yetkinlik aslında yıllar boyunca ya çok az ya da hiç bütçemiz olmadan çalışmamızdan ve sürekli çıkan farklı farklı problemlere karşı yaratıcı çözümler üretmemizle elde edildi. Problemlerin büyük bir çoğunluğu bütçe kısıtlamaları kaynaklıydı ve bütün projeyi hasara uğratmadan beklentilerimizi ayarlamak için yaratıcı çözümler bulmak zorundaydık.

İnsanların gördüğü tek şey film ve sette ne olursa olsun filmde hataya yer yok. Herkes ve herşey orada filmi sunmak ve olabildiğinde iyi olması için varlar.
Setteki oyuncular, diğer insanlarla uğraşma açısından, basit ve kesin iletişim,  herkesin aynı noktada olduğundan emin olmak gibi zaman zaman çıkan aksaklıkların giderilmesinde çok büyük bir öneme sahip. Herkes orada çalışmak ve iyi zaman geçirmek için var ve herkes projenin olabileceğinin en iyisi olabilmesi için elinden geleni yapıyor. Saygılı olmak ve yaptığı işten keyif almak inanılmaz derecede önemli. Filmler hiç bir zaman tek kişiyle yapılmaz, iyi bir takım ve çevre sahibi olmak kritik öneme sahiptir. Sette geçirdiğimiz en zor zamana gelince; Kaliforniya'da Death Valley'de çekim yapıyorduk, hava inanılmaz sıcaktı ve çölde uzay kıyafetleri içindeydik. Anlayacağınız yaptığımız en akıllıca şey sayılmazdı ve dahası Matt geceyi hastanede geçirmek zorunda kaldı.

KE- Bize yeni projeleriniz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Korku filmlerine devam mı?

RS- Bizim her zaman aynı anda birden çok projemiz oluyor, çünkü hangisi hayata geçer hiç bilemiyoruz. Hokkabazlık gibi aslında, belli bir zamanda havada uçan birden çok topunuz olmak zorunda. Şu an üzerinde çalıştığımız ve bizi en çok heyecanlandıran işlerimizden birisi aslında bir korku projesi bile değil. Çocuklar için bir program. Bu sahada keşiflerde bulunmayı ve hem profesyonel olarak hem de şirket olarak daha geniş alanlara yayılmayı sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu arada hazırda bir çok korku türünde fikirlerimiz de var ve gelişme sürecinde bekliyor. Onlardan birinin bir sonraki filmimiz olacağına eminim.

KE- En beğendiğiniz korku filmlerini yazar mısınız?

RS- Favori filmlerimizden bazıları: The Shining, The Exorcist, JoyRide, It Follows, The Strangers, Ils, You’re Next, Funny Games, Nightmare on Elm Street, The Evil Dead

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

26 Mayıs 2016

AT THE DEVIL’S DOOR


Denizden gelen bir yaratık gördüm. O yeryüzü sakinlerini aldattı. Ve sağ ellerinden bir iz almak için onları zorladı. Bu yaratığın sayısıydı 666”. Film ufak bir çocuğun bu cümleleri söylemesi ile başlıyor. Korku filmlerinin unutulmazı “Omen”den bize miras kalmış olan “666” (The Number of the Beast) yani şeytanın sayısı; İncil'de bahsedilen dünyanın sonu anlamına gelmekle beraber şeytanın oğlunun altıncı ayın altısında saat altıda doğduğunu da işaret eder. Korku filmleri bu temayı alıp yıllarca değişik şekillerde bize sundu. İşte “At the Devil’s Door” da şeytani bir varlığın kendine ev arayışı üzerine kurulu bir korku filmi.
Bulduğu evde yaşayan birisinin vücuduna girerek lanetini devam ettiren bu varlık adeta kendisine yapılan bir çağrı üzerine ayaklanıyor. Yönetmen Nicholas McCarthy “The Pact” gibi başarılı bir gerilim filminden sonra “At the Devil’s Door”da hikayeyi yine ölümcül sırlara ev sahipliği yapan bir ev ve gizemli bir varlık üzerine kurgulamış. Zaten korku filmi yönetmenlerinin çoğunun yakaladıkları bir konuyu değiştire değiştire önümüze koymaları şaşırılacak bir durum olmaktan çıktı artık.
At the Devil’s Door, erkek arkadaşı tarafından ilginç bir oyuna davet edilen bir kızın başına gelenleri anlatıyor. Hannah’ın karıştığı bu oyunda, bardağın altındaki nesneyi bulması ve bunu üç kez tekrarlaması isteniyor. Hannah'ın bu oyunu başarması üzerine, kendisine sunulan yeni teklif karşılığında bir tomar para verileceği söylenince lanetin başlaması kaçınılmaz hale geliyor. Otoyolda kendi adını söylemesi istenen Hannah, farkında olmadan ruhunu şeytana sattığı bir oyuna getiriliyor. Bu olaydan yıllar sonra birisi emlakçı diğeri sanatla uğraşan iki kızkardeşin, gizemli şekilde ortadan kaybolan Hannah’ı görmesiyle asıl hikaye başlıyor ve film izleyiciyi içine alıyor.
Hemen hemen her korku filminde karşılaştığımız, ışığı asla yanmayan boş evden gelen fısıltılar, yüzü duvara dönük sabit bekleyen biri, ayna arkasında görünen varlık gibi tüm klişe sahnelere bu filmde de rastlamak mümkün. Özellikle afişte gördüğümüz kırmızı yağmurluklu kızın görünüp sonra aniden yok oluşu gibi klasik sahneler ister ister istemez seyirciyi geriyor. Yönetmen her ne kadar kafamızı karıştırmak için aralara flashback'ler serpiştirse de, filmin sonuna doğru bu soruların bir kısmından kurtuluyoruz. Oyunculuklara gelince çok da olağanüstü bir durum yok, zaten film neredeyse üç kişi arasında geçiyor.
Öncesinde çok fazla benzer film varken “At the Devil’s Door” ne yazık ki seyirciye farklı bir şey veremiyor, keşke konu bu kadar akıcı ilerlerken final sahnesi de biraz tatmin edici olsaydı. Yine de şeytan temalı, doğaüstü varlıklı, gizem dolu orta karar bir film izlemek isteyenler çok beklentiye girmeden patlamış mısır ve kola eşliğinde keyifle izleyebilirler.
Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

21 Mayıs 2016

ARTHUR CULLIPHER ile RÖPORTAJ

Korku filmleri ile ilgili röportaj serüvenimin bu seferki konuğu Arthur Cullipher. Çektiği Headless adlı film aslında Found filminde yer alan kısa bir hikayenin uzun metrajlı hali. Oldukça şiddetli/sert sahneler içeren film, yamyamlık, nekrofili ögeleri üzerine kurulu ve tam bir slasher/gore türü örneği.

Headless filmini izlemeden önce konuya daha hakim olmanız için Found filmini izlemenizi tavsiye ederim. Hatta daha önce yazdığım Found hakkındaki yazımı da buradan okuyabilirsiniz. www.populersinema.com/elestiri/found-hayatim-bir-korku-filmi-28149.htm

Arthur Cullipher, www.populersinema.com ‘da  ve sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum soruları beni kırmayarak cevapladı. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

KE- Korku filmlerine olan ilginiz nereden geliyor?

AC-Sanırım daha ziyade babamdan. Korku filmlerini çok severdi ve benim de genç yaştan beri ailemle bir çok şeyi izlemeye iznim vardı. Ayrıca eskicileri de çok severdi. 6 ya da 7 yaşındayken beni bir tanesine götürmüştü ve ben de bana bu yolu açan 3 şey almıştım oradan: lastikten bir kurt adam maskesi, büyücülük ve şeytan bilimiyle ilgili bir ansiklopedi ve bir de kapağı olmayan bir Fangoria dergisi. Her aile çocuğuna böyle şeyler almazdı ama benimkiler aldı ve onlara ne kadar teşekkür etsem azdır.

KE- Headless filmi aslında Found filminin içinde yer alan kısa bir hikaye. Bu hikayeyi uzun bir filme dönüştürmek fikri nereden aklınıza geldi?

AC- Geçmişte onun hakkında aslında ileride gerçekten yapmayacağımız bir şey olarak bolca konuşmuştuk. "Found " festivalde başarılı olunca sürekli kendimize aynı soruyu sorduk : Dünya "Headless"ın uzun versiyonunu ne zaman görecekti ? Bir gün Scott geldi ve "Headless"ı yönetmek isteyip istemediğimi sordu. Nathan senaryoyu yazacaktı. Tabii ki cevabım " Yaşasın, işte bu !" oldu. Kickstarter sayesinde yeterli parayı toplayabildik şükür ki.Her projenin yolu bu kadar açık olmaz. Katılımcıların sermayesi olmasaydı" Headless" ortaya çıkamazdı.  

KE- Headless filminin korkutmaktan başka amaçları da var. Filminizde seyirciye anlatılmak istenen nedir?

AC- "Headless" asla kendisine ait olmayan bir dünyayı arayan  bir adamın yolculuğudur. Bir şamanın yer altına doğru yaptığı yolculuktur ama adam geri dönmektense  insan formunda çürüyen bir ruha dönüşmek için orada kalmaya karar vermiştir.Asla olmaması gereken bir dünyanın içine doğmanın reddi hakkında bir filmdir.Şaka yapıyorum. Bir buçuk saat boyunca insanları öldüren bir adam hakkında bir film işte. Bir slasher. Bir hikayesi olmak zorunda değil ;)

KE- Headless korkudan daha çok yamyamlık ve nekrofili içeriyor. Bunlardan dolayı çok tepki aldınız mı?

AC- Kendilerini en ağır korku filmlerine bile dayanıklı bulan bir çok insan sinemadan öfkeli ve mideleri bulanarak ayrıldı. İyi yorumlar kadar kötü yorumlara  da bayılırım ben. "Headless" gerçekten eleştirmesi zor bir film.O bir sanat yapıtı ve bir aşk mektubu. Birden fazla zaman diliminde geçiyor. Özellikle "Found" u bilmeyenlerin yorumlarını duymak çok ilginç. Eğer "Headless" 1978 de vizyona girseydi nasıl bir şey olurduyu bu yorumlar sayesinde bilebiliyorum aslında. Bu yüzden bu öfkenin aslında kasti bir his olduğuna emin olmamakla beraber onu kabul ediyorum. "Headless" 1970 lerdeki o kötü şöhretli filmlerin damarlarındaki o korkunçluğun ta kendisidir aslında. "Found"u  izlediyseniz şayet, neyle uğraştığınızı anlarsınız. Yine de bu film herkes için değil. Bu filme göre olanlar ondan gerçekten hoşlanır. Sanırım bir çok insan filmlerin ne kadar şahsi şeyler olduğunu anlamıyor. Bizim onlarla olan bireysel tecrübemiz diğerlerininkinden çok farklı olabilir. Bazıları için aşırı olan diğerleri için yeterli olmayabilir. Aslında bu filmi neden izliyor olduğunuza bağlı birazda.

KE- Özel efekt uzmanlığından yönetmenliğe geçişiniz nasıl oldu?

AC- İyi bir özel efekt uzmanı zorlu çalışmasının sonuç getirmesini istiyorsa eğer, aynı zamanda iyi bir yönetmen de olmalı. Headless'ten önce 3 kısa film yönettim. Ben öncelikle bir hikaye anlatıcıyım, yani bu durum bir bakıma doğal benim için. Yine de özel efektlerinde benim dokunuşum olmadan herhangi bir şey yönetebileceğimi sanmıyorum.

KE- Korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

AC- Hangi türde olursa olsun film çekmek oldukça emek isteyen bir iş. Fantastik türler hikayelerini anlatabilmek için özel efektlere bağlı olmak durumunda, bu nedenle daha manuel ve sanatsal emek içeren iyi bir anlaşma gerekli. Günün sonunda, en büyük zorluk, en azından bizim seviyemizde, bütün bunları gerçekleştirmek için gerekli parayı bulmak. Satış elemanı olarak çalıştığım bir işim var ve para için diğer insanların filmlerini yapıyorum ki geçinmenin dışında para biriktirebileyim. Bir çok büyük fikrim var ve bunları tevekkeli değil çok daha azı için ekrana getirebilirim. Kitle fonlaması sistemi bunu istismar edenler yüzünden karalandı ve insanlar bu konuda yanmış hissetmekte haklılar. Bu durum beni de kızdırıyor, ama bunu hiçbir zaman istismar etmeyenlerin olduğunu da biliyorum. Ben kitle fonlamasını hiçbir zaman istismar etmedim, ve aslında yapmak istediğim uzak bölge işlerinde bu yöntemi kullanmaya da ihtiyacım var. Örneğin parayı elinde bulunduran birine şöyle bir şey diyorsunuz: "Bu yapım bir kaç çıkış yolu sağlayacak aktör ile hayata geçirilecek ve video oyunu tetikçisi biri ile The Notebook arasında geçiş yapan bir yerlerde olacak." Tahmin et ne olur? Parayı sökülürler. Diğer taraftan eğer Gremlinler ve Videodrome arasında, animatronik kuklalarla, felsefe ve seks ile dolu, adından çok söz edilmeyecek oyuncularla dolu bir yapımdan söz ederseniz bu insanlar para vermemekle kalmayıp, ileride herhangi bir şekilde sizinle iletişime geçmekten de kaçınırlar. Bu gerçekten zor bir oyun.

KE- Korku sinemasında farklılık yaratmak için neler yapmayı düşünüyorsunuz? İlerde "Evet bu bir Arthur Cullipher filmi" diyebileceğimiz türden yapımlarla karşılaşacak mıyız?

AC- Öncelikle bu sorunun bir röportajda bana sorulan sorular arasında favorim olduğunu söylememe izin verin. Umarım bunu herkese sorarsınız. Ve aynı zamanda  en azından kısa ve öz bir şekilde cevaplaması da zor bir soru. Benim için, tuhaflığın gereklerini yerine getiren bir takımın parçasıyım. Anlatmayı seçtiğim türdeki hikayelerde bu durum görülebilir olsun diye düşünmek isterim. Şimdiye kadar nerdeyse bütün yetişkin hayatımı yazmış bulunuyorum ve sanırım bu durumun bir mit ve hatta belki de bir felsefe geliştirdiğini söyleyebiliriz. İlişkilerin dehşeti. Canavarlarla seks olduğu kadar, başlı başına canavar olarak seks. Yapay varlıkların içinde yaşayan kin. Büyük ölçekli değişimlerin iması.  Gerçeğin bozulması ya da doğasının yeni anlayış biçiminde korkuyu bulmak. Özgür irade, kaderin söylediği bir yalan. Bunun gibi şeyler. Görsel olarak I SPY çocuk kitapları serisinin büyük bir hayranıyım. Vulva(dişilik organı) şeklinde bir şeyi siz de büyük olasılıkla gizlice gözetlersiniz.

KE En beğendiğiniz 3 korku filmini ve 3 yönetmeni yazar mısınız?

AC- Şöyle bir şey var ki, bir parça sanatçıdan ayrıldığında, hiç bir zaman tekrar sanatçının tasarladığı, olmasını niyet ettiği şey olmayacaktır. Şimdilerde, bu durum bireysel beğeninin bir göstergesi ve kültürel bir simgeye dönüşmüş durumda. Artık bu parça, sanatçı hakkında bir şeyler söylemiyor; bunun yerine sanatın sahibi olan kişi hakkında daha çok şey söylüyor. Sanatın sahibi olan kişinin kimliğinin bir parçası oluyor. Bunu söyledikten sonra, tanımlanmak için seçtiğim 3 film Perfume: The Story of a Murderer, Holy Mountain and The Reflecting Skin'dir. Aynı soruyu bana yarın sorun, bu sefer de farklı bir şey söylerim. David Cronenberg ve David Lynch muhtemelen her zaman listemin üst kısımlarında olacaklartır. Ama tabi Rob Zombie'nin de hakkını vermem gerek. Belki tartışmalı bir fikir olacak ama, şimdiye kadar onun yaptığı her şeyi en ince ayrıntısına kadar inceledim. En fazla da Lords of Salem için diyebiliriz bunu.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

19 Mayıs 2016

THE HUNDRED-FOOT JOURNEY

    
           
Lasse Hallström çektiği filmlerinden de anlaşılacağı gibi oldukça dokunaklı ve içten filmler yapmayı başarmış bir yönetmendir. Chocolat, Hachiko, Safe Haven gibi filmlerle daha önce karşılaştığımız yönetmen bu sefer Fransız ve Hint mutfağıyla aşkın karıştırılmış halini ortaya koyuyor.

Hikaye Bombay’da yaşayan Hassan(Manish Dayal)’ın başından geçiyor. Küçük yaşta dedesi sayesinde harika yemekler yapmayı öğrenen Hassan, bu ilgisini kendi yeteneğiyle beraber pekiştirmeyi başaran bir genç. Bir gün dedesinin işlettiği restoranda çalışırken meydana gelen bir kaza sonucunda ailesi ile beraber Bombay’dan kalkıp Fransa’nın sakin bir kasabasına yerleşir. Fakat yolda tesadüf eseri karşılaşacağı Marguerite (Charlotte Le Bon) sayesinde Hassan’ın tüm hayatı değişecektir. Bu kısım filmin henüz giriş kısmı; esas olaylar bundan sonra başlıyor. Bir süre sonra yolda gördükleri kırık dökük eski bir mekanı elindeki son paraları ile satın alıp kısa sürede harika bir Hint restoranı haline getiren bu sevimli ve başarılı aile, aynı zamanda restoranın üst katında yaşamaya başlar. Ama ortalık bundan sonra alevlenir, çünkü yolun  tam karşısında (100 adımlık mesafede ki, filmin adı da buradan geliyor) kasabanın en prestijli Fransız mutfağına sahip restoranı “Le Saule Pleureur” bulunmaktadır. Restoran şefi olan Madame Mallory (Helen Mirren) kısa sürede yeni açılan bu restoranın başarısı üzerine oldukça telaşlanır.

The Hundred-Foot Journey (Aşk Tarifi)’de genç oyuncuların yanında yetişkinlerin yani Helen Mirren ve Om Puri’nin mükemmel oyunculuklarının filme olan katkıları çok fazla. Karakterlerin özenle seçilip tam yerine oturtulmuş olması da, yönetmenin Chocolat filmindeki Juliette Binoche ve Alfred Molina nın performanlarını andırıyor. Filmde çalan Fransızca /Hintçe parçalar ise, romantizm yüklü sahnelerdeki harika görüntülerle çok iyi birleştirilmiş. Görüntü yönetmeni Roger Pratt’ın çok iyi bir iş çıkardığı açıkça ortada.

Film yemek yapma sanatının azimle ve yetenekle nerelere gelebileceğini harika bir şekilde anlatılıyor. Ayrıca iki farklı kültüre sahip olan insanların birbirleriyle olan çekişmelerinin başarılı ve etkileyici diyaloglarla harmanlanması da, filme hoş bir tat katmış. Bu sahneleri izlerken adeta yeşilçamın en güzel filmlerinden birisi olan Neşeli Günler’deki turşucular gözümüzün önüne geliyor. Filmdeki yemeklerin özenle ve zevkle yapılmasını seyrettikten sonra kendinizi mutfakta kendinizden geçmiş hamarat bir şekilde bulacağınız kesin. Bu arada Michelin Yıldızı’nın bir restoran için ne kadar önemli bir yer teşkil ettiğini en ince detaylarına kadar filmde bulmak ve öğrenmek mümkün.

The Hundred-Foot Journey’ in konusu her ne kadar klişe olsa da, hikaye önünüze öyle güzel sunuluyor ki, izlerken bunları düşünecek fırsatınız dahi olmuyor. Sıcak, samimi ve duygusal bir film izlemek isteyenlere ilaç gibi gelecek olan Aşk Tarifi, filmdeki yemekler gibi sizde hoş bir tat bırakacak. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

ŞEYDA ŞEN ile RÖPORTAJ


Korku sineması üzerine yerli/yabancı yönetmen/ oyuncular ile yaptığım röportajlarım yine tam gaz devam ediyor. Bu defaki konuğum kamera arkasından ve setlerden yönetmenliğe geçiş yapan Şeyda Şen. Kendisi tam bir psikolojik/gerilim türü meraklısı. Kadıköy’de buluşup kahve eşliğinde kendisi ile yakın zamanda vizyona girecek olan ilk filmi Sekerat: Son ve korku/gerilim sineması üzerine hoş bir sohbetimiz oldu.

İlginç projeleri ve fikirleri olan Şeyda Şen,  www.populersinema.com ‘da  ve sosyal medya ortamında yayınlamak  üzere sorduğum soruları beni kırmayarak cevapladı. Kendisine ilk filminde bol gişeler ve başarılar diliyorum.

KE- Kamera arkası programından ve setlerden yönetmenliğe geçiş nasıl oldu? Bize biraz bahseder misiniz?

ŞŞ- Bu benim belki de sahip olduğum en büyük ve en istikrarlı hayalimdi. Senaryoyu yazdıktan sonra yapımcımız Önder Kayaoğlunun desteğiyle hadi bu senin hikayen en iyi sen anlatabilirsin diyerek bana verdiği cesaretle kendimi monitörün başında buldum. Ben her zaman bir yönetmenin herşeyden önce çok iyi bir izleyici olması gerektiğini düşünürüm. İyi bir yönetmenmiyim, bu sinemaseverlerin takdiri, ancak çok iyi bir izleyici olduğumu söyleyebilirim. 

KE- Türkiye’de sürekli cinli ve büyülü korku filmi çekiliyorken siz ilk filminizde psikolojik bir gerilim filmine el attınız? Neden böyle bir tercihiniz oldu, nereden geliyor gerilim türüne olan merakınız?

ŞŞ- Sinemaseverlerin yeni türleri hakettiğini düşündük elbette, psikolojik gerilim türk sinemasında bir eksikti ve biz bunu tamamlamayı istedik. Birbirinin benzeri olan korku filmlerinden sıkılan sinemaseverlerle psikolojik gerlim türüyle buluşmak istedik. Benim için; psikolojik gerilim sinemanın zekice bir hikaye örgüsüne sahip olması gereken en gizemli türüdür. Ben de o gizemin çekiciliğine kapıldım sanırım.

KE- Sekerat: “Son” nedir? Nereden aklınıza geldi böyle bir isim koymak?

ŞŞ- Sekerat aslında sekerat-ül mevt: yani islamiyette ölüm anındaki kişinin kendinden geçmesi, can çekişmesi halidir. Filmde anlatılandan çok kopmak istemedim filmin ismini koyarken, bu nedenle anlatılan ne ise, aslında filmin ismi de o oldu.

KE- Psikolojik gerilim filmlerinde senaryonun doğru oluşunun yanında en önemli etken iyi bir oyuncu seçimidir. Filminiz için oyuncu seçimi yaparken en çok neye dikkat ettiniz, çok zorlandınız mı seçimlerde?

ŞŞ- Çok haklısınız senaryo ne kadar önemli ise, oyuncunun önemi de yadsınamaz. Bu nedenle oyuncuların da senaryoyu gerçekten istemesi, anlaması ve benimsemesi de bir o kadar önemliydi. Önder Kayaoğlu,  bu konuda tecrübeli bir yapımcı olduğu için açıkçası oyuncu seçiminde çok zorlandık diyemem. Bu film, sıradan kapı çarpmaları veya yüksek seslerle insanları korkutmayı hedeflemedi, ciddi anlamda iyi bir oyunculuk gerektiriyordu. Oyuncularımız karakterleri o kadar benimsediler ki, senaryoyu yazarken kafamda canlanan karakterleri birebir hatta zaman zaman çok daha iyisiyle monitorden izleme keyfini yaşadım. Bu sebeple  çok şanslı olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. İnanılmaz  oyunculuklar izleyeceksiniz.

KE- Filminizin çekimleri başınıza gelen enteresan olaylar varsa bizimle paylaşır mısınız?

ŞŞ- İnanın bu sorunuza cevap verirken büyüler bulduk, cinler musallat oldu, sesler duyduk falan demek isterdim ama maalesef olmadı.J 

KE- Türkiye’deki basma kalıp şeklinde giden cinlerle dolu bir korku filmi anlayışı var. Yakın zamanda bıkkınlık getirerek korku filmi furyasının bitmesine neden olacak olan bu durum nereye kadar sürecek sizce? Sizin filminizde olduğu gibi farklı türlere yer verilmesi gerekmiyor mu artık?

ŞŞ- Bence bu durum artık zaten sürmüyor. İzleyici de sıkıldı ve cinli büyülü çok iyi bir film yapmış dahi olsanız artık önyargıyla yaklaşıyorlar. Evet izlemeye gidiyor belki ama filmden büyük bir beklentisi olmadan “hadi işte izleyelim bari” şeklinde. Ben sinemanın alternatif olmadığı için izlenecek filmlerle dolu olmasını doğru bulmuyorum, sinema bunun için yapılmamalı, izleyiciye gerçekten birşeyler verebilmelisiniz ve bazen ticari kaygılarınızı da ikinci plana atmanız gerekiyor.  Cesaretli olmak, yeni türlerden izleyiciyi mahrum etmemek lazım. Sinemaseverlerin bunu hakettiğini düşünüyorum.

KE- Filminiz hakkında neler söylemek istersiniz ? İzleyicileri neler bekliyor?

ŞŞ- Sekerat senaryosundan çekim tekniklerine ve müziklerine kadar  sinemaseverlerin karşılığını alabileceği bir film. Gerçek bir psikolojik gerilim. Kendi hayatınızdan da birşeyler bulabileceksiniz çünkü sadece korkutmayı hedeflemedik Sekerat’ın gerçek bir hikayesi var. 3-5 arkadaşın tatil için geldikleri otelde başlarına gelenler değil. Gerçeğin ta kendisi. Korkacaksınız bu çok net. Biz her canlının kaçınılmazı olan ölümü anlattık. Daha korkunç ne olabilir ki?

KE- Yeniden korku/gerilim filmi çekmeye devam edecek misiniz? Yeni projeleriniz var mı?

ŞŞ- Elbette. Sekerat son değil bir başlangıç diyerek bu yola çıkıldı. Hedef bundan sonrada sadece psikolojik gerilim türünde devam etmek. Yeni senaryonun sonuna geldim diyebilirim yine hayatın gerçeği, yine işlenmemiş bir konu olan sürpriz bir hikaye geliyor. Önümüzdeki günlerde hazırlıklarına başlamayı planlıyoruz.

KE- Çok korku/gerilim filmi izler misiniz? Bugüne kadar sizi en çok etkileyen, favoriniz olan korku filmi ve yönetmenler nelerdir?

ŞŞ- Çok mu? Ben neredeyse sadece korku ve gerilim izlerim. Bazı izleyiciler için psikolojik gerilim sinemanın en etkileyici türüdür. Benim için de kesinlikle öyle herşeyden önce çok iyi bir izleyiciyimdir. Others benim favorimdir. Kayıp Otoban, Shining, 6.his vs..bu böyle devam edecek gibi görünüyor. En iyisi hemen favori yönetmenlerime geçmek, Shyamalan ve Kubrick hatta filmimizin o meşhur Kubrick açısıyla başladığını söylersem, ne kadar favorim olduğunu daha iyi anlatmış olurum.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

15 Mayıs 2016

80’lerin Unutulmayan 10 Korku Filmi

80’ler, şüphesiz hala adından çokça söz ettiren müzikleri, giyim kuşamı ve filmleri ile kült haline gelmiş bir dönemdir. O dönemde ortaya çıkan tüm filmler o kadar değerlidir ki, halen yeni yönetmenler bile remake (yeniden çevrim) yapımlarla aynı tadı seyirciye tekrar vermeye çalışıyorlar.

Korku filmleri için 80’ler tam bir patlama dönemidir. Teen slasher’lar, korku/komedi’ler ve bilim-kurgu/gerilim türleri için altın bir dönemdir 80’ler. 70’lerin sonundan başlayıp 80’lere kadar uzanan, hatta 90’lara bile taşan korku sinemasının baş tacı olan birçok seriye bu yıllarda rastlanır. Friday the 13th (13.Cuma), Halloween (Cadılar Bayramı), A Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı Kâbusu) gibi devam filmleri çekilen serilerin en can alıcı olanları 80’ler dönemine denk gelir. Bu serilerin baş kötü karakterleri Jason, Michael Myers ve Freddy ise, o günden bugüne kadar hiç değer kaybetmeden tüm korku severlerin birer idolü haline gelmiştir. Örneğin; Friday the 13th: Part 3 (13.Cuma: Bölüm 3), şu anda 3D olarak gösterime giren üç boyutlu korku filmlerinin ilklerinden birisidir.

80’li yıllarda sinemaya gelen filmler şimdiki gibi Amerika ile aynı anda falan uğramazdı bizlere, tam tersine 2-3 hatta 4 sene kadar gecikmeli olarak izlerdik. Sadece dergilerden veya gazetelerden filmlerin Amerika’da oynadığını görüp, Türkiye’ye gelmesi için beklerdik. İşte o arada ortaya çıkan videokaset furyası, birçok filmi izlememize fırsat yarattı. 80’lerin korku sineması, video dönemi ile büyük bir çıkış yakalamıştı. Sadece vizyon filmleri ile sınırlı kalmayan birçok düşük bütçeli yapım, videolar sayesinde tek tek kaset piyasasında yerini almıştır. Bunların arasında bulunan pek çok film, sadece videokaset dönemiyle hatırlansa bile, şu anda o filmlerin izinden giden ve ekmeğini yiyen sayısız korku filmi çekilmiştir.

Korku sineması 80’lerde teknik açıdan da çok önemli bir yere sahiptir. Görsel efektlerin henüz günümüzdeki kadar yaygın olmadığı 80’lerin o kısıtlı imkânlarıyla çekilmiş korku filmlerinin halen çok sevilmesinin nedenlerinden birisi belki de, sahnelerin plastik makyajlarla yapılmış olmasıdır. Plastik makyajların ve o maskelerin yapım aşaması, başlı başına emek gerektiren bir sanattır. CGI’ dan uzak, sade ve itinalı işlerin yaygın olduğu 80’lerin korku filmlerinin yıllar boyu kült olarak kalacağı kesin.

Gelelim 80’lerde çekilmiş yüzlerce korku filminin arasından seçtiğim 10 filme. Bu filmleri seçmem gerçekten zor oldu, o da olsun bu da olsun, yok bu daha iyi derken eleye eleye, sadece bunları size tanıtmaya karar verdim. En azından eski veya yeni kuşakların yazıyı okuduğu zaman, “aaa bunu izlememiştim” dedikleri bir ya da iki film çıkarsa ne mutlu bana. Çocukken sinemada veya videokaset döneminde izlediğim, ardından yıllarca izlemediğim bu değerli filmleri inanın tekrar izlemek çok büyük bir keyif. 80’ler korku filmlerine ilgi duyan herkesin bu listedeki filmleri beğeneceğini umuyorum.





The Burning (1981) - Hepiniz Öleceksiniz

Slasher filmlerin en iyi işlerinden birisi olan The Burning, ölüm sahnelerindeki başarılı makyajları ile de ön planda olan bir filmdir. Blackfoot yaz kampında bekçilik yapan Cropsy’e, kampa gelen çocuklar tarafından kötü bir şaka yapılır. Bu şaka sonrasında feci halde yanan Cropsy, kendini göle atarak tamamen yanmaktan kurtulur ve 5 sene hastanede tedavi görür. Yıllar sonra ise kamp yapmaya gelen her gruptan intikam almaya başlar. Yanma olayının A Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı Kâbusu)’dan, göl sekansı ve kampa gelenleri öldürme hikâyesinin de Friday the 13th (13.Cuma)’dan esinlenerek yazıldığı çok aşikâr. İki filmle de oldukça benzer bir yapıya sahip olan The Burning’in kötü karakteri Cropsy ise, Jason Voorhees’ı andıran tarzıyla dikkat çekiyor. Tony Maylam tarafından çekilen filmde, ufak bir rolde Holly Hunter’ın ilk sinema tecrübesini de görmek mümkün.

The Evil Dead (1981) - Şeytanın Ölüsü

The Evil Dead, 80’lerin en fazla vahşet ve şiddet içeren sahnelerine sahip bir korku filmidir. Bruce Campbell’ın adeta oyunculuk gösterisi yaptığı bu film, tatil için ormandaki bir kulübeye giden öğrencilerin başına gelen korkunç olayları anlatır. Gençler mahzende buldukları ölüler kitabını okuyup üstüne bir de bant kaydını dinlediklerinde, ölü şeytanları ve iblisleri harekete geçirecek olan büyük bir belaya bulaşırlar. Filmin çekimleri sırasında işi yarım bırakan oyuncular olmuş ve yönetmen Sam Raimi, kalan kısımları cansız mankenlerle tamamlamış. Oldukça başarılı makyajların yapıldığı The Evil Dead filmi o yıllarda, filmin kanlı sahnelerinin fazla olmasından ve aşırı şiddet içermesinden dolayı birçok ülkede yasaklanmıştı. Ardından iki tane devam filmi çekilen ve artık tüm dünyada bir kült haline gelmiş olan The Evil Dead serisindeki tek değişmeyen karakter olan Ash (Bruce Campbell), 2015 yapımı 10 bölümlük Ash vs Evil Dead ile de tekrardan hayranlarının karşısına çıkmıştır. Korku filmlerindeki tüm klişeleri kullanmış olan film, aynı zamanda içinde yer alan ince mizah örnekleri ile de seyirciyi hem korkutan, hem de eğlendiren ender yapımlardan birisidir. Kendi adıma konuşacak olursam eğer, 80’lerde izlerken korkudan yarıda bıraktığım ve sonrasında ise kalabalık bir ortamda devam ettiğim bir filmdir The Evil Dead. Bu arada filmin 2013 yılında çekilmiş remake yapımına asla bulaşmayın.

The Entity (1982) - Karabasan

1974 yılında yaşanmış gerçek bir hikâyeden uyarlanmış olan The Entity, 80’lerin en gerçekçi çekilmiş, ürpertici ve sinir bozucu filmidir. Hikâyede, Carla Mogan adındaki bir kadının görünmeyen varlıklar tarafından evde önce dövülüp sonra tecavüze uğraması anlatır. Etrafındaki herkes onun aklını oynattığını düşünür fakat eve gelen araştırmacılar bu işin gerçek olduğunu ve kendisini güçlü bir varlığın ele geçirdiğini anlarlar. Ekibin tek istediği şey kadını bu varlıktan kurtarmaktır. Psikolojik olarak yıkılmış bir kadın olan Carla rolünü canlandıran Barbara Hershey’in filmdeki mükemmel oyunculuğu ise yıllarca konuşulmuştur. Paranormal bir olayı anlatan ve gerçek bir hikâyesi olan The Entity, aynı zamanda peşinden çekilmiş olan benzer birçok filmin senaryosuna da kaynak olmuştur. 80’lerde bu filmi izleyip içerdiği ürpertici sahnelerin etkisinden kurtulamayan çok kişi vardır. Özellikle videokaset furyasının en popüler korku filmleri arasında yer alır.

Poltergeist (1982) - Kötü Ruh

Yapımcılığını Steven Spielberg’in üstlendiği Poltergeist, The Texas Chainsaw Massacre (Teksas Katliamı)’ın yönetmeni Tobe Hooper tarafından çekilmiş kült bir korku filmidir. 80’lerin en çok konuşulan filmlerden birisi olan Poltergeist, evin ufak kız çocuğunu ele geçiren lanetli ruhların hikâyesini anlatıyor. Televizyon sayesinde iletişime geçen bu kötü ruhlar, kısa bir süre sonra kızı kendi taraflarına almaya kalkarlar. Dönemin en iyi çekilmiş efektlerine sahip olan Poltergeist, evin içinde yaşanan fırtına ve ağaçların saldırısı gibi heyecanlı sahneleri ile de, izleyenleri hayran bırakır. Fakat ardından çekilen iki devam filmi asla bu film kadar etkili olmamış ve pek ses getirmemiştir. Yalnız 2015 yapımı Gil Kenan tarafından çekilen yeni Poltergeist bana göre kötü bir remake değil. Çoğu yeni çevrimlerde senaryoya pek sadık kalınmasa da, bu seferki gayet başarılıydı. Filmin, ilk Poltergeist kadar ürkütücü ve de sağlam oyunculukları var, izlenmeye değer.

The Prowler (1981) - Tatil Gecesi

Çocukluğumda İstanbul’daki Beşiktaş Mıstık (Şimdiki BKM) sinemasında izleyip fazlasıyla korktuğum filmlerden biridir The Prowler. Filmin yönetmeni Joseph Zito, sonraki yıllarda Friday The 13th: Final Chapter’ı da çekmiş ve biyografisine sadece iki adet korku filmi eklemiştir. 2.Dünya savaşı sırasında çekilmiş bir belgesel havasında başlayan The Prowler, savaş sonrasında gerçekleşen bir mezuniyet gecesi ile devam ediyor. Ve bu gece elinde tırmığı olan askeri kıyafetli, yüzü maskeli bir katil ortalığı kan gölüne çeviriyor. İşlediği tüm cinayetlerin yanına bir gül bırakan katil, aradan geçen 35 yılın ardından günümüzde yine bir mezuniyet gecesinde ortaya çıkarak katliamına devam ediyor. Neden her cinayete bir gül bırakıyor? Filmdeki peş peşe işlenen şiddetli cinayet sahneleri oldukça gerçekçi ve hiçbir detay atlanmamış. “Gore” türüne uygun olduğunu düşündüğüm The Prowler, seri katil filmlerindeki her klişeyi tek tek ortaya koyan gerilimi ve heyecanı bol bir korku/gerilim örneği. Bu filmi seyretmeyen veya duymamış olan varsa bulsun ve izlesin.

Happy Birthday To Me (1981) - Doğum Günüm Kutlu Olsun (Kanlı Yaşgünü)

 

Yönetmen J. Lee Thompson’ın filmi olan Happy Birthday To Me, benzer birçok filmin alt yapısını oluşturan Slasher tarzının en iyi örneklerindendir. Filme aslında seri katil filmi de diyebiliriz. Çünkü film boyunca devamlı siyah eldivenli bir katil birilerini öldürüyor ve siz de bu cinayetler zincirini çözmeye çalışarak beyin jimnastiği yapıyorsunuz. Başrolde Mary karakteri ile Küçük Ev dizisinden tanıdığımız Melissa Sue Anderson yer alıyor. Film, sorunları olan ve çevresine karşı antipatik davranışlar sergileyen Virginia adındaki bir kızın hikâyesini anlatıyor. Virginia, doğum gününde yaşanan cinayetler yüzünden geçirdiği travmayı tekrardan yaşar ve olaylar farklı bir yönde gelişir. Sürpriz sonla biten filmler furyasının belki de ilklerinden birisi olan Happy Birthday To Me, daha çok videokaset döneminde ilgi görmüş bir korku/gerilim filmidir. O dönemler Doğum Günüm Kutlu Olsun gibi ilgi çekici bir isimle çıkış yapan bu filmi seyretmek isteyenlerin, şu anda Kanlı Yaşgünü adıyla araması gerekiyor. 80’lerin çekim tekniklerine göre oldukça güzel bir iş çıkaran J. Lee Thompson, aynı zamanda filmin kafa karıştıran senaryosu ile de oldukça beğeni toplamıştı.

 

Prom Night (1980) - Balo Gecesi

 

Video döneminde Balo Gecesi adıyla herkesin yakından tanıdığı Prom Night, 1974 yılında dört çocuğun Robin adındaki arkadaşlarını korkutmak isterken öldürmeleri ile başlar. Olayı başka birinin üzerine yıkan bu 4 çocuk, altı yıl sonra bir balo (mezuniyet) gecesinde bir araya gelirler. Bu arada suçu üstüne yıktıkları adam hapisten kaçar ve balo gecesi kısa bir süre sonra katliam gecesine dönüşür. Filmin başrolünde Halloween serisi ile büyük çıkış yakalayan başarılı oyuncu Jamie Lee Curtis yer alıyor. Curtis, ayrıca Prom Night’daki harika performansının yanı sıra, aynı yıllarda The Fog (Sis) ve Terror Train (Dehşet Treni) gibi en popüler korku filmlerinde de oynadı. Bu arada filmin diğer başrolünde ise Airplane (Uçak) ve Naked Gun (Çıplak Silah) filminin komik dedektifi Leslie Nielsen da yer alıyor. Kendisi bu filmde tamamen farklı bir rolde. Prom Night, aslında 80’lerin slasher filmlerinin tüm detaylarını içinde barındıran karma bir film. Her ne kadar diğer filmleri hatırlatan sahnelere sahip olsa da, bu türün meraklıları için kesinlikle izlenmesi gereken bir filmdir. Fakat siz siz olun, 2008 yılındaki yeni çevriminden uzak durun.


 

An American Werewolf in London (1981) - Kurt Adam Londra’da

An American Werewolf in London, sanırım kurt adam efsanesi üstüne yapılmış en iyi filmlerden birisidir. Filmin hikâyesi, Amerikalı iki öğrencinin üzerinden ilerler. Yağmurdan dolayı İngiltere yakınlarında bulunan kasabadaki bir bara sığınan iki genç, orada bulunanların “yoldan ayrılmayın” uyarısını dikkate almayarak yollarına devam ederler. Ve kestirme yollardan birinde ikisi birden ne olduğu belirsiz bir yaratığın saldırısına uğrarlar. Özellikle yine video döneminin en çok sevilen kurt adam filmlerinden birisi olan An American Werewolf in London,  özel efekt uzmanı Rick Baker’ın kurt adama dönüşüm sahnesindeki başarısı ile En İyi Makyaj oscarını kazanmıştır. Blues Brothers (Cazcı Kardeşler), Animal House (Çılgınlar Okulu) ve Beverly Hills Cop III (Sosyete Polisi) filmlerinden tanıdığımız ünlü yönetmen John Landis, diğer filmlerinde kullandığı mizah örneklerini az da olsa, An American Werewolf in London‘ da kullanmayı ihmal etmemiş. Özellikle kurt adam filmlerinden hoşlanan herkesin bu kült filmi mutlaka bir şekilde izlemesi gerekiyor.

Maniac (1980) - Manyak

Maniac, slasher döneminin en çok tartışma konusu olan ve sert sahneleri yüzünden de sansür almış bir seri katil filmidir. Aşırı şiddet içeren cinsel sahneleri ile birçok filme ön ayak olan Maniac’ın, 2012 yılında çekilen vasat bir remake’i de bulunuyor. Çocukken annesi tarafından tacize uğrayan Frank Zito, içinde kalan intikam tutkusunu genç kadınları öldürerek bastırır. Kısa sürede oldukça psikopat bir katil haline dönüşen Zito, öldürdüğü kadınların kafa derilerini yüzer ve saçlarından yaptığı perukları cansız mankenlere giydirerek adeta bir koleksiyon yapar. Oldukça düşük bütçeyle çekilmesine rağmen filmin 80’lerde 6 milyon dolar gibi büyük bir hâsılat yaptığını ve birçok seyircinin de yarısında bırakıp çıktığını hatırlatmakta yarar var. İnsan psikolojisini bozan bir hikâyeye sahip olan Maniac, türün meraklıları için kaçınılmaz bir fırsattır.

The Fog (1980) - Sis

Halloween ve The Thing gibi unutulmayan korku klasiklerinin ustası John Carpenter’ın elinden çıkmış olan The Fog, 1880 yılında batmış olan bir gemideki ölü ruhların yeniden ortaya çıkmasını anlatır. Yıllar önce yapılan bir suikast ile gemideki tüm mürettebatın ölümüne tanıklık eden Antonia Bay kasabası, kuruluşunun 100.yıl kutlamalarını yapmaya hazırlanırken büyük bir sis her yeri kaplar. Ve tekrardan sisle birlikte kasabaya gelen Elizabeth Dane adlı geminin hayaletleri, başta peder Malone olmak üzere tüm kasaba sakinlerinden intikam almak için savaşır. 80’lerin korku sinemasında mükemmel mimikleri ile iyi bir yer edinen ünlü oyuncu Jamie Lee Curtis, The Fog’da yine oldukça başarılı bir performans gösteriyor. Oynadığı yıllarda İstanbul’daki Osmanbey Site sinemasında izlediğim The Fog, bana göre o dönemin en ürkütücü hikâyesine sahip filmlerinden birisidir. John Carpenter, filmin birçok sahnesini beğenmemiş, daha gerçekçi, korkutucu ve kanlı olması için defalarca yeniden çekmiştir. 2005 yılında çekilen yeni versiyonu ise, fazlasıyla kötü eleştirilere maruz kalmış ve orijinal filmi ile kıyaslanamayacak kadar başarısız bir film olmuştur.

Bu Yazım Blue Jean dergisi Şubat 2016 sayısında yayınlanmıştır.

14 Mayıs 2016

EVERLY


Everly (İntikam Kapanı), mafya tarafından seks köleliğine zorlanmış bir kadının intikam meleğine dönüşmesini anlatıyor. Beş yıl boyunca  acımasız bir Yakuza olan patronu Taiko (Hiroyuki Watanabe) için seks köleliği yapmış olan Everly, evine yollanan bir grup suikastçi ile başa çıkmak zorunda kalıyor. Aniden başlayan ve hızla ilerleyen çatışmalar sonrasında bir savaş merkezi haline gelen apartmanda annesi ve kızını da istemeden olayın içine dahil eden Everly, hem ailesini korumak hem de  kendi özgürlüğünü kurtarmak için eline silahı almasıyla savaş makinası haline dönüşüyor.

Wrong Turn 2 ve Frozen gibi gerilim filmleri ile tanıdığımız Joe Lynch, bu defa bol kanlı bir aksiyona filmine soyunmuş. Filmde, Robert Rodriguez ve Quentin Tarantino filmlerindeki karikatürize edilmiş şiddet sahnelerinin hemen hemen aynısına rastlamak mümkün. Yönetmen mizah ile gerilimi birleştirerek kısıtlı bir mekanda sıkışıp suçlularla savaşan bir kahraman filmi yaratmış.

Film boyunca elinden silahı hiç düşürmeyen Salma Hayek, yirmi yıl öncenin Desperado’sundaki rolüne çok benzeyen bir rolle aksiyona ani bir dönüş yapıyor, hem de ne dönüş! Neredeyse ellisine merdiven dayamış olan Salma Hayek’in vücudunu ve seksapelliğini ön plana çıkaracak şekilde çekimlere yer veren yönetmen, adeta seyirciye oyuncunun hala enerjik ve seksi olduğunu kanıtlıyor. Başlangıçta başrole Kate Hudson düşünülürken çıkan bir anlaşmazlık sonucunda rolü bir şekilde kapan Salma Hayek, sert ve şiddete dayalı aksiyon sahnelerinde gösterdiği solo performans ile izleyiciyi büyülemeyi başarıyor.

Fahişelerin cirit attığı bir ortamda, tamamen öldürmeye odaklı sert bir açılış ile başlayan Everly, ne olduğunu anlamamıza bile fırsat vermeden bizi içine çekiyor. Geneli tek mekanda geçen filmde kendinizi adeta kana bulanmış bir tiyatro oyununda sanıyorsunuz. Makineli tüfek, kılıç, el bombası, bıçak, halat gibi aksiyon ve gerilim filmlerinde bulunan her türlü malzemeyi bol miktarda kullanan Everly’de kısacası söylemek gerekirse kan gövdeyi götürüyor. Tek gecede geçen ve devamlı birilerinin öldüğü 90 dakika boyunca filmini izlettirmeyi başaran Lynch, ileride çok daha sıkı işlere imza atacak gibi görünüyor.

B tipi kara komedi filmlerinin en güzel yanı seyirciye sıkı bir gerilim ve aksiyon sunarken, bir yandan da içindeki mizah ile komik anlar yaşatmasıdır. Kamera açıları sayesinde dar alanlarda geçen hızlı ve tempolu çatışma sahnelerini rahatlıkla izlettiren Everly, bir yandan da kara-komedi filmi şeklindeki itinalı yazılmış diyalogları sayesinde oldukça eğlendiriyor. Türe düşkün olanların çok seveceği Everly, aksiyon kareografisi düzgün, patlaması bol, çizgi roman tadında bir yapım.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.