29 Aralık 2015

BASKIN-KARABASAN


Yurtdışında Toronto ve Sitges festivali dahil, birçok festivalde yoğun ilgi gören Baskın-Karabasan filmi, aynı zamanda Amerika’da gösterilecek olan ilk Türk korku filmi ünvanını da taşıyor. Bu kadar övgüyü hak etmesine çok da şaşırmamak gerek çünkü ortada ciddi, itinalı hazırlanmış ve bol emek harcanmış bir film var.

Daha önce çektiği kısa filmlerden de anlaşılacağı üzere Can, korku filmlerini sıkı takip eden ve fantastik düşünmeyi seven bir yönetmen. Çektiği tüm kısa filmler “gore” akımını ön plana çıkaran, bol kanlı sahnelerin bulunduğu sert ve sarsıcı hikayelere dayanıyor. Bu arada “Baskın-Karabasan” filminin de, Can Evrenol’un “Baskın” adındaki kısa filminin uzun metrajlı hali olduğunu da belirtmek gerekiyor. Öncelikle filmi seyrettikten sonra sağlıklı bir analiz yapabilmek için, yönetmenin çektiği kısa filmleri izlemek çok daha faydalı olacaktır. To My Mother and Father, Sandık, Kurban Bayramı ve My Grandmother gibi aile içinde geçen şiddete dayalı kısa filmleri izlediğinizde, en azından “Baskın-Karabasan” için belki kafanızda bir altyapı hazırlarsınız. Bunları neden yazıyoruz, çünkü gerçekten daha önce denenmemiş, çok cesurca yapılmış bir iş var önümüzde ve Türk korku sineması seyircisi henüz böyle bir filme hazır değil
.
Ayrıca şunu belirtmekte de fayda var; Baskın-Karabasan, Anadolu’da geçen alıştığımız cinli ve büyülü filmlerden değil, polislerin içine düştükleri bir dehşeti anlatan karanlık ve ürkütücü bir film. Cin ve büyü beklentisi olanlar varsa, bu filme hiç boşuna bulaşmasın. Genç çaylak bir polis olan Arda ile işin ehli olmuş, kendilerine son derece güvenen, ağzı bozuk ve şiddet yanlısı 4 polisin ( Remzi, Yavuz, Apo, Seyfi) hikayesine odaklanan Baskın-Karabasan, yer yer sıkan küfürü bol diyaloglarla başlayan, ardından yol sahneleriyle eğlendiren ve bol kanla devam eden bir film. İlk yarı durağan geçen filmin rotası ikinci yarıda değişerek izleyiciye adeta cehennemin dibini yaşatıyor. Filmin karakterleri ise, beklentileri karşılaşıyor. Remzi ve Arda, olay örgüsünün tam odak noktasına yerleştirilmiş olan, film boyunca seyircinin kafasını karıştıracak ve olmadık tahliller yaratacak kadar önemli ve kilit iki karakter.
Filmin görsel dünyasına baktığımızda inanılmaz derecede emek harcandığına şahit oluyoruz. Yaratılan atmosfer, vahşilerin makyajları ve kostümleri, sadece gece yapılmış ürkütücü çekimler, bolca kurbağa sekansları ve her türlü ince detaylar çok titizce hazırlanmış. Can Evrenol adeta çocukluk hayallerini birebir beyazperdeye taşımış ve Amerikan standartlarına göre bir film ortaya çıkarmış. Etkilendiği ne varsa, kafasından neler geçiyorsa dökmüş filminin her karesine. Müzikler ise, filmin kalbi ve olmazsa olmazı. Kendisi korku  sinemasına gönül veren bir yönetmen olarak, gerçekten filmini çok iyi sahiplenmiş. Çıplaklık, yağmur, çamur, korku, tarikat, kan, karanlık, balyoz, kurbağa gibi ögeleri kendi kafasındaki tahlillerle nefis bir şekilde birleştiren Can Evrenol, Clive Barker’dan John Carpenter’a kadar birçok yönetmenin eserleriyle beslemiş filmini. Baskın-Karabasan’ın en can alıcı kısmını oluşturan ikinci yarısındaki olayları izlerken, Hellraiser, Silent Hill gibi filmleri hatırlıyor, ara planlardaki (Remzi ile Arda’nın zihinsel bağ kurdukları kısım) akıl oyunlarına kafa yorduğumuzda ise, David Lynch filmlerindeki beyin fırtınasına benzer durumlarla karşılaşıyoruz.

Baskın-Karabasan düzgün kurgusu, mükemmel müzik seçimleri, düşmeyen temposu ile korku filminden daha ziyade, tam sanatsal bir “Gore” olmuş. Kimilerine göre B Tipi bir film olarak da nitelendirilebilir tabii ki. Ama şu bir gerçek ki, Türk korku sinemasında bir ilk ve çok kıvrak bir zeka örneği. Filmin en güzel yanı ise, bittikten sonra üzerine bolca sohbet edilmesi gereken ve düşündüren bir yapıya sahip olması. Yabancı korku filmi izleyip, Türkiye’den de böyle bir film çıkması için yıllarca bekleyen bir kitle için, bu film biçilmiş bir kaftan.
Baskın-Karabasan’ı ya seversiniz, ya da hiç sevmezsiniz, bunu izlediğinizde daha iyi anlayacaksınız. Özellikle, Lynch filmlerinin alt yapısını ve paralel olay döngüsünü bilen herkesin bu filmi sevme şansı çok yüksek. Filmin beyin yakan finali ise, çok şık.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

EDUARDO SANCHEZ ile RÖPORTAJ


Aylar önce başladığım korku filmleri röportajlarım tam gaz devam ediyor. The Blair Witch Project (Blair Cadısı) filmiyle found footage (el kamerası) akımını dünyaya tanıtan yönetmen Eduardo Sanchez ile yaptığım söyleşide aklıma takılan ne varsa sordum. 2014 yılında Exists ile yine bir found footage filmi çeken yönetmen bu defa ormanda yaşayan Bigfoot adı verilen bir yaratığın hikayesine odaklanmış.
Kendisi hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum  soruları beni kırmayarak cevapladı.

Eduardo Sanchez’e  bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.


KE- Dan Myrick ile birlikte “found footage” akımının başlangıcı sayılan Blair Witch Project’in bir belgesel şeklinde çekilmesine nasıl karar verdiniz? Nereden çıktı el kamerası ile film çekme fikri?

ES- Film ilk olarak bir belgesel olarak planlanmıştı. Sinemacıların ormanda kayboluşunun görüntüleri, Blair Cadısı efsanesinin araştırılması ve öğrencilerin kayboluşuyla harmanlanacaktı. Montajda gördük ki belgesel görüntünün dramatik gücünü kısıtlıyor. Böylece belgesele dair her şeyi kestik. Sanırım el kamerasıyla görüntüleme fikri yapımcı Gregg Hale'e  aittir. O, Heather'ın yapımı belgelemek için kamera arkası görüntülerini çekeceğini hesapladı.

KE- Blair Witch Project’den sonra birbirine benzeyen fazlasıyla found footage tarzı filmler yapıldı. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Sizce bu kadar fazla film yapmak bu türün kalitesini düşüyor mu?

ES- BLAIR 'ın found footage stilini çok popüler kılması, bu stili son derece elverişli bir yapım tekniği haline getirdi ki, bu harika bir şey. Diğer film yapımcıların bu teknikle neler yaptığını görmek de çok müthiş. Daha sonra çekilen CLOVERFIELD,REC ve PARANORMAL ACTIVITY gibi bazı filmleri de seviyorum.

KE- 1999’dan bugüne kadar çektiğiniz korku filmleri toplam 5 adet. 16 senede 5 korku filmi az değil mi? Bu konuda biraz seçici mi davranıyorsunuz?

ES- Bunun seçici olmakla pek alakası yok aslında. Her filme maddi kaynak bulmakla ilgili bir durum. Sadece iyi proje bulmak değil, aynı zamanda onun finanse edilmesi de çok zor bir iş. Her seferinde farklı bir mücadele.

KE- 2014 yapımı Exist ile yeniden found footage tarzı bir filmle karşımıza çıktınız. Filmin hikayesi ormanda yaşayan Bigfoot denilen bir yaratık üzerine kurulu. Nereden çıktı bir Bigfoot filmi yapmak? Ne gibi araştırmalar yaptınız bu konuda?

ES- O filmi Austin, Texas yakınlarında Spiderwood Stüdyoları denen bir yerde çektik. Hayatım boyunca Kocaayak hakkında araştırma yapmışımdır. Uzman değilim ama bu yaratık hakkındaki hikayeleri seviyorum ve acaba gerçekten orada bir yerlerde olsa nasıl olurdu diye de hep hayal etmişimdir. EXISTS'e gelince, Kocaayağı bir yaratığa ya da doğa üstü bir şeye dönüştürmeden gerçekçi bir şekilde ekrana yansıtmaya çalıştım. 

KE- Korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

ES- Sanırım en zor yanı gerçekten de karanlık bir şeyle yani insanla uğraşıyor olmanız. LOVELY MOLLY benim için oldukça sertti mesela. Onu yaparken çoğu kez resmen depresyona girdim. Ayrıca, genelde gece, karanlıkta geçen korku filmleri yaptığınız için hep gece çalışıyorsunuz ki, bu da oldukça yorucu.

KE- El kamerası ile çekilen filmleri izlerken gözleri çok yorduğu bir gerçek. Bu konuyla ilgili ne gibi tepkiler aldınız? Sizce bunun daha kolay ve rahat izlenebilir bir  yöntemi var mı?

ES- Ne kadar titreme yapabileceğiniz konusunda çok dikkatli olmanız lazım. Eğer çok fazla yaparsanız kesinlikle dikkat dağıtan bir şey olur. Bu işte yani el kamerasını kullanma konusunda çılgın olmalısınız tabii, ama izleyiciye de arada daha az titreyen bir şey sunup onları biraz dinlendirmeyi  bilmelisiniz.

KE-Bir korku filminin sonuna kadar seyirciyi merak içinde bırakmak ve bunu başarmak kolay bir iş değil. İzleyiciyi ekrana kilitlemek için ne gibi yöntemlere başvurursunuz? Sizce bir korku filminde bunu sağlamak için neler yapılmalı?

ES- Bunun gizli bir formülü yok aslında. Sürekli verileri takip etmek ve de izleyicinin sizinle beraber olduğunu ümit etmek zorundasınız.

KE Korku filme çekmeye devam edecek misiniz? Yeni projelerinizden biraz bahseder misiniz?

ES- Evet sürekli korku filmleri için fikir geliştiriyorum ve elimizde ümit ederim ki kısa zaman içinde gerçekleşecek bir iş var. Ayrıca  kendi korku showumuzu  televizyon vasıtasıyla yaymak için, daha ziyade televizyon işi yapıyoruz. 

KE- Şimdiye kadar hiç Türk korku filmi izlediniz mi? İzlediyseniz düşünceleriniz nelerdir?
.
ES- Hayır, ama bir kaç tane izlemek isterim.

KE- En beğendiğiniz 2 korku filmini ve 2 yönetmeni yazar mısınız?

ES- En sevdiğim film kesinlikleTHE EXORCIST, şimdiye kadar yapılmış en korkunç film. İkinci en sevdiğime gelince burada bir kaç film söylemem gerek : JAWS, THE SHINING, AMITYVILLE HORROR, EVIL DEAD 2. Yönetmenler ise William Friedkin ( EXORCIST' den dolayı ) ve Alfred Hitchcock çünkü o bu işi hepimizden önce yaptı.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

ALPER MESTÇİ ile RÖPORTAJ


Korku filmlerine olan ilgim sayesinde başlamış, bulunduğum röportajlar serisi hız kesmeden devam ediyor. Bu defaki konuğum, Türk korku sinemasına kazandırdığı kaliteli filmlerle tanıdığımız olan Alper Mestçi.  Kendisi ile yakın zamanda Ataşehir’de bir mekanda buluşup uzun uzun korku filmleri üzerine sohbet ettik. Mestçi, komediden gelen bir  yönetmen olmasına rağmen, korku filmlerine olan ilgisini yönetmenlik deneyimiyle birleştirerek Siccin gibi başarılı bir seriyi ortaya çıkardı. Efektleri ve hikayesi ile çok sevilen Siccin, Türk korku filmi sevenlerden de tam not aldı.

Hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları cevaplayan Alper Mestçi’ye bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

KE- Siccin 2 ile Yaz aylarının en iyi açılışı ve seyircisi sayısı bakımından iyi bir başarı elde ettiniz. Gelen olumlu tepkilerin ardından elde ettiğiniz bu başarınızın devamını yakın bir tarihte New York’ta sürdürdünüz. Farklı ülkelerden gelen birçok korku fanatiği Siccin 2’yi izleme fırsatı buldu. 4. Uluslararası İthaca Fantastik Film Festivali’nde dünya promiyerini yapan Siccin 2’nin bu gurur verici başarı öyküsünden bize biraz bahseder misiniz? Neler hissediyorsunuz?

Alper M. – Herhangi bir festivale başvurmadığımız halde sadece fragmanı görerek filmi istediler, New York’ta bir festivale katılmak hoşumuza gitti tabii ki. Ayrıca Ithaca’da bu yıl Andrzej Zulawski'nin Possession’u, Takashi Miike’nin Audition’u ve Anders Thomas Jensen’in Men and Chicken’i de gösterildi. Çok sevdiğim bu filmlerle aynı festivalde olmak beni çok mutlu etti açıkçası. Possession ise, korku filmlerini bana sevdiren ve korku filmi çekmeme neden olan filmlerden biridir.

KE- Musallat ile başlayan filmografinize baktığımızda aralarda komedi filmlerine de rastlıyoruz. Komediden korku sinemasına geçiş nasıl oldu? Bundan sonraki projelerinizde de yine bir korku, bir komedi filmi şeklinde mi ilerleyeceksiniz, yoksa korku sinemasına daha mı ağırlık vereceksiniz?

Alper M. - Komedi türünde filmler yapmış olmamın en büyük nedeni televizyonda yıllarca komedi işleri yapmış olmamdan kaynaklanıyor. (Şok, Dikkat Şahan Çıkabilir, Zaga vs..) Korku filmlerim komedilerden daha çok gişe yaptı zaten. Korku sineması yönetmen sinemasıdır, komedide ise oyuncunun gişesi öne çıkar. Yani komedi filmlerinin yönetmenlerini pek tanımayız, komedyenin gişesi varsa kimin çektiğinin pek önemi yoktur. Tabii ki daha zor olan, çok fazla emek gerektiren korkuyu tercih ediyorum. Ama sanırım önümüzdeki yıllarda bir psikolojik dram çekeceğim.

KE-  Siccin 3 ile ilgili çalışmalarınız var mı? Varsa kısaca bahseder misiniz?

Alper M. – Evet var ama sürpriz. Siccin 3 çok acayip bir film olacak!

KE- Siccin ile ilgili “Büyü haramdır” diye bir sloganınız var. Türkiye’de büyüye inanan ve büyü yapan kişilerin fazla sayıda olduğu bir gerçek. Büyü yaparak para kazanan kişilerden, filmi izleyenlerden veya çevrenizden bu sloganla ilgili ters tepkiler aldınız mı?

Alper M. - Büyü antik çağlardan beri var olan bir şey. Günümüzde de hala çok fazla yapılıyor. Dolayısıyla büyü var, yapılıyor ve öyle ya da böyle insanların hayatlarını etkiliyor. Yaptıran kişinin de etkiliyor, kendisine büyü yapıldığını bir şekilde öğrenen kişinin de. Büyünün tutup tutmaması çok daha derin bir konu ama büyünün varlığından haberdar olmak bile insan psikolojisini etkiliyor. Ve bu etkiler ne yazık ki hep negatif yönde oluyor. İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik'te büyü yasaklanmıştır. Slogan yüzünden henüz ters bir tepki almadım. Büyü yapanlar ya da yaptıranlar da bunun kötü bir şey olduğunu biliyor zaten.

KE- Doğaüstü varlıklar ve büyüler ile ilgili bildiğiniz her detayı korku filmine uygulamak çok kolay olmasa gerek. Bu konular ile ilgili ne gibi araştırmalar yaptınız? Çektiğiniz filmlerde, etkilediğiniz ya da örnek aldığınız yabancı korku filmleri oldu mu?

Alper M. – Bu yıl 5. korku filmimi çektim. Ve artık insanlar beni başkalarına anlatamayacakları korkularını, yaşadıkları tuhaf olayları güvenle paylaşabilecekleri biri olarak görüyor sanırım... Yaşanmış ya da yaşanmış olduğu iddia edilen bir çok hikaye ulaşıyor elime maille. Sohbetlerde de ilginç şeyler anlatıyorlar, başkalarının kendilerine inanmayacaklarından korktukları şeyleri paylaşabiliyorlar. Haliyle fantezi kurmak yerine anlatılanlardan yola çıkmak daha etkileyici ve doğru geliyor bana. Ama tabii ki anlatılan 3 dakikalık bir olay film yapmaya yetmiyor. Üzerine başka hikayeler ve hayal gücüyle destek yapmak gerekiyor. Doğaüstü olaylar konusunda alim oldum artık :)

KE- Bu soruyu genel olarak soruyorum. Hem Türk, hem de yabancı korku filmlerini göz önünde bulundurarak cevaplarsanız sevinirim. Korku filmlerinde ses efektlerinin arkasına sığınıp, göz yoran hızlı çekimlerle ve bilgisayarla yapılmış inandırıcılığı pek olmayan makyajlarla seyirciyi korkutmaya çalışmak sizce ne kadar doğru bir iş? Bu konuda neler yapılması gerek doğrusu nedir?

Alper M. – Doğru olmadığını izleyici rakamları gösteriyor zaten. Hikaye olmadan korku filmi yapanlar gişede hüsrana uğruyor. Öncellikle iyi bir hikaye olmalı, ardından hikayeye göre korku sahneleri tasarlanmalı. Zoru ve doğrusu bu... “300 bin lira harcayalım çekelim, 100 bin gişe yaparsa kârdayız” mantığı ile filmler yapılıyor. E haliyle de batıyorlar. Birileri "en kötü korku filmi bile 100 bin yapar" diye bir yalan uydurmuş, birçok yapımcı-yönetmen de bu yalana inanmış durumda. Gişe rakamlarına baktığınızda ise Türk korku filmlerinin yüzde 80’i zarar ediyor ya da ancak maliyetini çıkartabiliyor. Bu oran genel olarak Türk sineması için de geçerli zaten. Yani korku, komedi ya da dram hepsinde aynı risk var. 1-2 yıl içinde denge sağlanacak ve Türk korku filmlerinin sayısı azalacak. Şu an için bir zamanlar her mahallede açılan simit sarayları ve cep telefonculardan pek farklı görmüyorum herkesin korku filmi çekme çabasını. Başka filmlerden çalıntı sahnelerle korku filmi yapmak pek işlemiyor. Zira korku filmi izleyicisi sevdiği türe en hakim izleyicidir. Korku filmlerini 'trash metal'e benzetiyorum ben. Dinleyicisi azdır ama diğer türlerle kıyas kabul etmez.

KE- Korku sinemasında The Thing, Evil Dead, Exorcist vb. gibi hala konuşulan ve bu filmlerden türeyen yüzlerce film var. Sadece Türkiye değil birçok ülkede bu filmlerin esintilerini görebiliyoruz. Türk korku filmlerinin (en azından bazılarının) yıllarca konuşulması ve kült bir film haline gelmesi için ne gibi bir yol izlenmeli?

Alper M. – Korku sineması genelde klişeler üzerine kuruludur. Fakat şu an klişe dediğimiz sahneler ya da fikirler ilk kez kullanıldığında klişe değildi. Eğer film içinde ileride klişe olabilecek sahneler veya fikirler barındırıyorsa bence başarılıdır. Bu da oldukça zor. Kendi filmlerimden örnekle Musallat’taki 'leğendeki çocuk’, Siccin’deki ‘çorba ile intihar’ ve ’tuvalete ekmek doğrama’, Siccin 2’deki ‘dolaptaki cinler’ ve ’sessizlik sonrası çarpılma’ sahneleri üzerinde çok düşündüğümüz özgün sahnelerdir. Tahmin edilmesi kolay, klişeleşmiş korkutma unsurlarını pek tercih etmiyorum. İzleyicilerimin yabancı korku filmlerindekilerden çok farklı ve gerçekçi bir şekilde korku deneyimi yaşadıklarını düşünüyorum.

KE- Türk seyircisinin korku filmlerimize karşı olan önyargıları artık yıkıldı diye düşünüyorum. ( En azından benim öyle). Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, alıştılar mı bizim korku hikayelerine ve oyunculuklara?

Alper M. – Alışmadılar, sadece iyi olanlar izleniyor. Genel olarak 'yine mi cin?’ diye bir eleştiri ile karşılaşıyoruz. Ben paranormal hikayeleri seviyorum ve paranormal bir hikaye anlatacaksam da kültürel faktörlere dikkat etmem gerekiyor. Türk insanı inanmadığı şeyi izlemeyi sevmiyor. Bilim-kurgu, polisiye ve aksiyon izlenmemesinin nedeni de bu. Korku aslında fantastik bir tür olmasına rağmen halk arasında anlatılan inandırıcı hikayeler üzerine kurulunca izleniyor. Musallat ya da Siccin’deki cinleri değiştirip hayalet yapsam filmlerin yapısı bozulmaz. Sadece gişesi düşer. Ne yazık bizim sektördeki korku filmi yönetmenlerinin de çoğu bunu anlayamadı henüz. Onlarca korku filmi yapıldı ve cinler hepsinde başka bir şekilde anlatıldı. Yani dünya korku sinemasından çok farklı şeyler yapmıyoruz. Exorcist'de de anlatılan şeytan, Şeytanın Avukatı'nda da anlatılan şeytan. Fakat iki şeytan arasında büyük fark var. Filmde cin var diye filmlerin aynı olması gerekmiyor. Amerika'da 'niye hep süper kahraman filmi?' diye soruyorlar mı? :)

KE- İlk filminizden bugüne kadar çektiğiniz filmlere gelen tepkiler nasıl oldu? Seyircinin en çok beğendiği ve inanarak izlediği film hangisi sizce?
Alper M. - Musallat çok beğenildi ve aradan 8 yıl geçtiği için kült oldu. Siccin henüz 1 yıllık bir film olduğu halde Musallat kadar konuşuldu, beğenildi ve kısa sürede marka oldu. Siccin 2 korku dozu en yüksek filmim oldu. Ama Siccin 3 kesinlikle en büyük filmim olacak. Ben detaylara çok takıntılı biriyim. En çok da filmin kurgu aşamasında detaycı oluyorum sanırım, çünkü kurguda artık dış etkenler azalmış oluyor. Çekimdeki oyuncunun performansı, hava şartları, teknik sorunlar bir şekilde atlatılmış oluyor. Elinizdeki malzemeyi en iyi şekilde nasıl değerlendirebileceğinize kafa yoruyorsunuz. Ancak her aşamada benimle aynı detaycılığı gösteren, film neyi gerektiriyorsa prodüksiyon anlamında onu sağlamak için uğraşan Muhteşem Tözüm gibi bir yapımcıyla çalışıyor olmak büyük şans. Aslında Siccin serisindeki en büyük şansım müthiş bir ekiple çalışıyor olmam. Ersan Özer, Melodi Tözüm, Okan Sarul, Efe Hızır, Alev Ünal, İlona Levi, Erhan Güler… Gerçekten müthiş bir ekibiz.

KE-  Korku filmi setlerinde makyajlar, efektler, dekorlar vs derken ürkütücü bir ortam yaratıldığı kesin. Şu ana kadar çektiğiniz filmlerin setlerinde başınıza gelen en ilginç anınızı bizimle paylaşır mısınız?

Alper M. – Her sette ilginç olaylar ve aksilikler yaşanıyor ama film korku filmi olunca ‘acaba?’ diyoruz. Bunu tanıtım, reklam malzemesi yapmanın doğru bir şey olduğuna inanmıyorum ama korku filmleri bu yorumlara daha açık. Bir ay boyunca settesiniz ve 90-100 kişi çalışıyorsunuz. Bir kazanın yaşanmaması mümkün değil. Yaralanmalar ve kazalar her sette oluyor. 'Paranormal olaylar oldu mu?' diye soruyorsanız, çok yoruma açık. Örneğin sete ziyarete gelen bir arkadaşım eve döndüğünde banyosunda küvette çırpınan iki tane karga bulmuş. Apartman boşluğuna bakan camdan girmiş kargalar ve deli gibi bağırıp duruyorlarmış küvette. Korkunç bir durum. Ama o arkadaşım bizim sete gelmeseydi o kargalar oraya girerler miydi bilemiyorum. Kelebek etkisi :)

KE- Çok korku filmi izler misiniz? Favoriniz olan 3 korku filmini yazar mısınız?

Alper M. – Korku filmlerine ilgim 80'lerde 'videocu' diye tabir edilen dükkanlardan, oradan kiralanan Betamax ve Vhs kasetlerden geliyor sanırım. O dönemde özellikle 60'ların ve 70'lerin karanlık atmosferli korkuları (Repulsion, The Wicker Man vs..) beni çok etkilemişti. Sadece korku değil genel olarak çok fazla film izliyorum. Özellikle Kuzey Avrupa sineması favorim. Hepsi korku sayılmasa da sıralamam şöyle:1) Possession - Andrzej Zulawski (1981)- 2) Repulsion - Roman Polanski (1965)- 3) Don’t Look Now - Nicolas Roeg (1973)- 4) Calvaire - Fabrice Du Welz (2004)- 5) Caché - Michael Haneke (2005)

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

21 Aralık 2015

STAR WARS: THE FORCE AWAKENS


Uzun zaman önce çok uzak bir galakside yaşanan destansı ve epik bir serüvenle hayatımıza giren,  dünyanın en büyük fan kitlesine sahip Star Wars efsanesi, Return of the Jedi filminin yaklaşık 30 sene sonrasını anlatan son filmi Star Wars: The Force Awakens (Güç Uyanıyor) ile yeniden ortalığı ayağa kaldırıyor. Disney’in eline geçtikten sonra atağa kalkan Star Wars, George Lucas’ın eski köye yeni adet mantığıyla yarattığı Prequel filmlerinin ( Episode I-II-III ) yapısından uzak ve tamamen eski bir kalıpla, bu defa J.J. Abrams’ın elinden geçiyor. George Lucas’ın rengarenk, ışıltılar içinde çektiği animasyon filmlerinden farksız son üçlemesi her ne kadar yeni nesile hitap etse de, eski Trilogy’i seven kuşağın beğenisini maalesef kazanamamıştı. Hikayenin geçmişine inerek güzel bir fikri ortaya çıkartan Lucas, eski tarz çekimlerden ve sadelikten uzak, tamamen CGI tekniğiyle playstation oyunları havasında bir Star Wars ortaya çıkarmıştı. Seri tamamlandığında ise, izlenme sırasına göre seyrettiğinizde, iki üçleme arasında görsel bakımdan uçurumlar vardı. Eski serinin en güzel filmlerinde senaristlik yapan Lawrence Kasdan’lı yeni hikaye “The Force Awakens”, J.J.Abrams’ın kontrolü ele almasıyla bu kez tam bir Star Wars havasına bürünmeyi başarmış.

Eski üçlemenin nostaljik yapısına sadık kalmak üzere işe koyulan yapım ekibi, Han Solo & Chewbacca’nın külüstür gemisi Millenium Falcon başta olmak üzere, X-Wing ve Tie Fighter gemilerini birebir boyutlarda yeniden yaratmışlar. Yeşil ekrandaki setlerin yerine filmin tüm setleri sıfırdan inşa edilmiş. Ayrıca filmdeki tüm yaratıkların gerçek kostümler ve plastik makyajlar ile tek tek yeniden üretilmesi işin gerçekçilik boyutunu üst seviyeye taşımış. Filmi seyrederken Episode IV’de Han Solo’nun başını belaya bulaştırdığı Cantina’daki yaratıkların birçoğunu ve benzerlerini yeniden görmek bile bizi yeniden eski günlere götürüyor. R2-D2 ve C-3PO’nun yanı sıra, yaşlanmış olmalarına rağmen hala yeteneklerinden bir şey kaybetmemiş olan Han Solo (Harrison Ford) & Leia (Carrie Fisher)’ı hikayenin en can alıcı yerinde tekrardan izlemek, istemeden yüzümüzde tatlı bir tebessüme yol açıyor. Ortadan kaybolmuş olan Luke Skywalker ‘ı nerede göreceğiz beklentisi ise, filmin gizemine gizem katan en büyük faktör.

Aradan geçen 30 yıla rağmen Galaktik Senato’da yine karanlık bir durum hakim ve ortada “İlk Düzen” adında yeni bir askeri organizasyon var. En gelişmiş silahlarla donatılmış stormtrooperlarla dolu olan İlk Düzen’in tüm ekibi, bu defa Death Star’dan çok daha büyük bir yıldız destroyeri olan Finalizer’da toplanmışlar. Birliğin başında büyük bir lider olan Snoke ve onun yanında yardımcısı olan Kylo Ren (Adam Driver) bulunuyor. Kylo Ren, Luke Skywalker’ın öğrencisi iken karanlık tarafa geçerek Ren Şovalyelerine katılan yeni serinin eski Sith’i yani kötü karakteri. Darth Vader’ın izinden giden Kylo Ren, oldukça güçlü yanları olmasına rağmen, birliğin içinde kompleksli ve kendine güveni olmayan bir çırak şeklinde takılıyor. Ren Şovalyeleri ve Trooperlar ise, asilerin elinde bulunan bir haritanın peşindeler. Trooperların artık isimleri yok, onun yerine seri numaraları var ve eskisine göre taktik olarak çok daha iyiler, ekipmanları ise daha fazla. Leia Orgena, asiler birliğinin başında ve komutanın merkezinde. Han Solo ve Chewy yine ortalarda gezinen, ona buna borcu olan iki kaçakçı. Rey (Daisy Ridley ), Finn(John Boyega), Poe Dameron (Oscar Isaac) ise yeni filmin ön planda olan kilit karakterleri. Rey, Jakku gezegeninin çöllerinde yalnız başına yaşayan ve uzay gemilerinin hurdalarını toplayıp satan bir kız, aynı zamanda ise deneyimli bir pilot. Finn, asilik yaparak direnişçilerin arasına geçen ve geçmişinden kaçan bir trooper. Poe Dameron, direnişçilerin en iyi ve en deneyimli X-Wing pilotu. Yanında ise Wall-E’yi andıran sevimli ve sadık bir droid olan BB-8’i var. BB-8 film boyunca yaptığı sevimli halleri ile adeta yeni serinin R2D2’si olma yolunda.

Yeni karakterlerin oyunculukları çok üst düzeyde olmasa bile, üstlendikleri rollere çok yakıştıkları bir gerçek. Force Awakens’a hiç yakışmayan tek karakter ise, filmin nostaljik yapısına ters düşen ve Darth Sidious havasına bürünmüş olan Snoke. Filmin birçok yerinde eski filmlere yollanan ufak mizahi göndermeler çok keyif verici. Senaryo ise, karışık ve içinden çıkılmaz bir şekilde değil, tam tersine hikayede her şey çok sade ve net işlenmiş. Tatooine, Hoth ve Endor’a benzeyen mekanların ve Jakku’daki yaratıkların tasarımı, X-Wing ve Tie Fighter’ların kovalamaca sahneleri, Destroyer’ın koridorları gibi detaylar adeta Episode IV ile köprü görevi yapıyor.

Yeni serinin bu ilk filmi The Force Awakens ile J.J.Abrams yeni nesilden çok eski kuşağın sesine kulak veriyor. Yarattığı karanlık atmosferin yanı sıra, yeşil ekrana sadık kalınmayan eskitilmiş çekim teknikleri sayesinde, filmi retro bir havaya sokarak o eski nostaljiyi tekrardan yaşatıyor. Ayrıca Abrams, dozu yerinde olan romantizmi ve mizahı da filmde iyi kullandığından hiçbir sahne gözümüze batmıyor. Filmin sonunda ise, gelecek filmlerde kullanmak üzere açık kapı bıraktığı çok fazla sahne de mevcut. Çok önemli sürpriz sahnelerin de içinde bulunduğu The Force Awakens, eski filmlere oldukça sadık kalan, özlediğimiz Millennium Falcon’u seyirciye bol bol gösteren gerçekten Güç’ün uyandığı bir film olmuş.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

ALISTAIR LEGRAND ile RÖPORTAJ


Korku filmlerine emek veren yerli/yabancı yönetmenlerle yaptığım röportaj serüveninin bu defaki konuğu Alistair Legrand. İster Türkiye’de, ister yurtdışında olsun tanınmış isimlerin yanı sıra, korku sinemasına emek veren, yeni başlayan yönetmen veya oyuncular ile söyleşi yapılması, onların da tanınması gerektiği ilkesini tekrar savunarak röportajlarımı sürdürmeye devam ediyorum.İ

The Diabolical, Alistair’in ilk yönetmenlik denemesi. Bana göre, bir ilk olarak gayet başarılı bir gerilim filmine imzasını atmış. Finale doğru filmin başka bir havaya bürünmesi ve oyuncu olarak da Ali Larter’ı seçmesi yerinde bir karar olmuş.
Kendisi hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum  soruları beni kırmayarak cevapladı. 

Alistair Legrand’a bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz



KE- İlk yönetmenliğini yaptığınız film neden bir korku filmi? Korku sinemasına olan ilginiz nereden geliyor?

AL- Çocukluğumdan beri korku filmlerini hep sevmişimdir. Sanat, sinema, tv ve resimden daha ziyade ölümü çağrıştıran şeyleri severim. Bu tür şeyler çok ilgimi çeker. Yönetmen olarak da diyebilirim ki, korku  tam bir oyun alanı çünkü birçok başka türü bir araya getirip bir potada eritebildiğiniz bir tür. Korku gerçekten çok iyi bir şekilde yaratılabilir.

KE- The Diabolical ilk yönetmenlik deneyiminize göre oldukça başarılı bir film. Senaryosunu da Luke Harvis ile beraber yazdınız. Bu kadar enteresan bir hikayenin arkasındaki sır nedir? İlham kaynağınız olan film var mı? 

AL- Bu aslında büyülü ev filmleri sevdasından doğdu ve de bugünlerde çok fazla bu tip film gördüğümüz için biz yeni bir şey yapmak istedik. Eşyaların havalanması ve nefeslerin kesilmesi için yeni bir neden yani. Back to the Future ve Poltergeist'i aynı gün izliyordum ve kafamda bir şimşek çaktı. Her şeyi düzgün bir şekilde yapmaya çalışarak ben ve  hikaye yazarı arkadaşım senaryo üzerinde gerçekten çok çalıştık çünkü konu zaman yolculuğuyla ilgiliydi ve normal bir senaryo yazımından daha uzun sürdü. Beni etkileyen filmler Zemeckis 'in CONTACT filmi, orijinal Poltergeist ve The Entity !  

KE- The Diabolical’ın sanki devamı gelecek gibi gözüküyor. Böyle bir projeniz var mı?

AL- Umarım ! Devam filmi yapmayı gerçekten istiyoruz ve yazılmış iki de değişik senaryo var elimizde. Biri çok büyük bütçeli diğeri ise, çok daha düşük bütçeli. Ayrıca CamSET dünyasıyla ilgili bir çizgi roman çekmek istiyorum.( Sinemada kötülük kurumu )

KE- Başrole Ali Larter gibi başarılı bir oyuncuyu seçmenizdeki sebep nedir? 

AL- Her zaman Ali 'nin büyük bir hayranı olmuşumdur ve de onunla çalışmak istemişimdir. O çok zeki bir insan ve bu tip bir rol için de böyle birine ihtiyaç duyduk. Bir anne gibi yaklaştı role ve gerçekten çok iyi anlaştık. O müthiş biri.

KE- Çocuk oyuncularla sette çalışmanın zorlukları oluyor mu? Sette yaşadığınız ilginç bir anınız varsa bizimle paylaşır mısınız?

AL- Çocuklarla çalışmanın en zor yanı, çok fazla zamanınızın gitmesi. Beş yaşında bir oyuncumuz vardı ve onunla sadece bir kaç saat çekim yapabildik. Özellikle de özel efektler kullanıldığında işler daha da zorlaşıyor ama çocuklar harikaydı. Oyuncuları seçerken doğal ve soğukkanlı çocuklar bulmanız çok önemli. Max de Chloe de  rüya gibiydi.

KE- Bir korku filminin sonuna kadar seyirciyi merak içinde bırakmak ve bunu başarmak kolay bir iş değil. İzleyiciyi ekrana kilitlemek için ne gibi yöntemlere başvurursunuz? Sizce bir korku filminde bunu sağlamak için neler yapılmalı?

AL- Sanırım, önemsediğiniz karakterler hakkında çok güçlü bir hikaye anlatmak çok önemli hele de korku türünde. Ölmek üzere olan insanlara ya da maket bıçağıyla kafasına vurulmuş insanlara karşı hassasça yaklaşmalısınız. Ayrıca ben ve editörüm çok heyecanlı, hızlı akan bir hikaye ortaya çıkartmak için gerçekten çok uğraştık. 


KE- Korku filme çekmeye devam edecek misiniz? Yeni projelerinizden biraz bahseder misiniz? 

AL- Evet uzun bir süre korku filmi yapmak istiyorum. Bir sonraki film hafif Cronenberg soslu daha çok De Palma vari bir şey olacak. İsmi CLINICAL ve umarım şubatta çekimlere başlayacağız. 

KE- Şimdiye kadar hiç Türk korku filmi izlediniz mi? İzlediyseniz düşünceleriniz nelerdir?

AL- Sadece BASKIN 'ı izledim. İnanılmaz bir filmdi. Türk korku filmi türü üzerine araştırma yapmaya başladım. Bir kez daha korkunun ne müthiş ve dehşet bir şey olduğunu gördüm. Bana göre Türk korku filmleri geleceğin bombası.

KE- En beğendiğiniz 2 korku filmini ve 2 yönetmeni yazar mısınız?

AL- En sevdiğim iki korku filmi ! Zor bir soru. Antonia Bird'ün RAVENOUS filmi ve The Thing. Favori yönetmenlerime gelince Alexandre Aja ve John Carpenter.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

14 Aralık 2015

ALPER KIVILCIM ile RÖPORTAJ



Korku sineması üzerine yaptığım röportajların bu defaki konuğu, Türk korku sinemasının birçok filmine senaryo yazmış ve ilk defa “Gassal” filmi ile yönetmenliğe geçen Alper Kıvılcım. Yönetmenlikten daha çok korku hikayeleri yazmayı seven Alper Kıvılcım ile Kanyon’da buluşup kahve eşliğinde hem kendi hikayeleri ve projeleri, hem de korku sineması üzerine uzun uzun sohbet ettik. Daha çok Özgür Bakar filmlerine yazdığı senaryoları ile ön planda olan Alper, Özgür ile de çok iyi bir uyum içinde çalışarak güzel bir ekip oluşturmuşlar. Halen de, birlikte korku sinemasına çok değişik yapımlar ortaya çıkarmak üzere çalışıyorlar.

Alper Kıvılcım, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladı.

Kendisine bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.



KE- Artık neredeyse korku filmleri senaryosunda bir marka haline geldiniz. Korku sinemasına olan ilginiz nereden geliyor? Neden korku/gerilim?

AK- Çocukluğumdan beri korku filmlerine ilgim vardı. Nedense korku filmi izlemekte beni çeken birşeyler var. Sadece ilgi. Eskiden izlemek hoşuma giderdi, şimdi yazmak. Ayrıca Özgür Bakar ile yaptığımız filmlerin hepsinde gizli ya da açık mesajlar oluyor, şunlardan uzak durun şunu ya da bunu yapmayın diye, gizli ya da açık mesajlar veriyoruz. Peki bu mesajlar başka türlerle de verilebilir mi, tabii ki evet. Ama biz korkuyu tercih ettik. Yazmak istersek çok güzel komedi de yazarız Özgür’le birlikte ki,  zaten bu yaz kimsenin beklemediği çok ilginç bir komedi filmi yapacağız.

KE- Bu kadar fazla korku filmi senaryosu yazabilmenin sırrı nedir?

AK- Az önce de söylediğim gibi, biraz karanlık dünyaları seviyorum galiba, yazarken de o dünyanın içine girmeyi çok seviyorum. Hayali ama karanlık bir dünya. Biraz da insanların korku ayarlarıyla oynamak çok hoşuma gidiyor
.
KE-  Doğaüstü varlıklar, cinler ve büyüler ile ilgili bildiğiniz her detayı korku filmine dönüştürmek sanırım birçok araştırma gerektirir. Ne tür araştırmalar yaptınız bu konularla ilgili?

AK- Bu konuyla ilgili araştırma kitapları okuduğumuz gibi, özellikle Özgür'le (Bakar) Kuranı defalarca okuduk. Eğer cin ve İslam’a dayalı bir korku filmi yapıyorsak, referansımız mutlaka kuran oluyor.

KE-  Bugüne kadar senaryosuna katkıda bulunduğunuz filmlerin arasında sizi en çok mutlu eden ve en çok üzen yapımlar hangisidir? Korku sineması sektöründe iyi bir senarist olmak için ne gibi aşamalar gerekir?

AK-Bugüne kadar beni üzen değil ama içinde bulunduğuma pişman olduğum tek film Üç Harfliler 2: Hablis’dir. Muhtemelen Özgür’ de benim aynı düşünüyor. Muhtemelen değil, aynı düşündüğünü biliyorum. Özgür ile ben, film yaparken de, sonrasında da eğlenmek istiyoruz, kimseyle sorun yaşamak istemiyoruz. Üç Harfliler 2: Hablis filminde ise, anlamadığımız bir şekilde filmin yönetmeni ile sorunlar yaşadık. Şimdi burada o konulara girmek istemiyorum etik olmaz, ama tek diyebileceğim şey, keşke o filme hiç bulaşmasaydık. Aslında ne Özgür'ün, ne de benim filme süpervizör olma gibi bir düşüncemiz de yoktu, tamamen filmin yapımcısı Kemal Kaplanoğlu'nun çok  iyi niyetli ısrarı üzerine oldu, biz de içine girmiş bulunduk. Ama dediğim gibi keşke olmasaydı. Hablis dışında beni üzen ya da pişman eden bir proje yok. Zaten onun dışındakilerin hepsi kendi üretimimiz filmler, bundan sonra da böyle olacak. Sorunun ikinci kısmına gelince, Hasan (Karacadağ) ağabeyi örnek alsınlar, gerçekten çok başarılı. 

KE- Yine senaryosunu yazdığınız ve bu defa yönetmen koltuğuna da oturduğunuz ilk filminiz olan Gassal’ın hikayesinden biraz bahseder misiniz? Gassal nedir veya kimdir?

AK- “Gassal” için şöyle bir yorum yapayım. “Gassal” kesinlikle bir cin filmi değil, psikolojik-gerilim filmi. Cin filmiymiş gibi anlatıp öncelikle seyirciyi aldatmak istemem, fakat koltuğa çakılıp izleyecekleri, bol gol gerilecekleri, içinde bir sürü bulmaca barındıran bir film. Film boyunca hayatını evinin bahçesine kurduğu Gasilhane’de Gassallık yaparak hayatını geçindiren Abbas'ın ve bir geceliğine diye gelip, Abbas'ın sırlarını öğrendikçe bir girdabın içinde kaybolan Akay'ın hikayesini takip ederek gidiyoruz ama sadece finalinde değil, kendi içinde de sürekli sürprizler barındıran bir film.

KE- Gassal, Türkiye’de sıkça rastladığımız cinli ve büyülü hikayelerin dışında kalan ve daha çok psikolojik/gerilim tarzında bir film. Hatta filmin fragmanına baktığımızda neredeyse tür olarak “slasher” bile diyebiliriz. Böyle bir tür filme türk seyircisi hazır mı sizce? Artık bu türe bir yerlerden başlamanın zamanı geldi mi?

AK- Evet “Gassal” Özgürle yaptığımız film fabrikası markalı filmlerden biri değil öncelikle. Onları da yapmaya devam ediyoruz, ama orda daha çok gişe işleri yapıyoruz. “Gassal” belki de gişede çok başarısız kalacak ki, bu ihtimal filmin senaryosunu yazmaya başladığım günden beri var. Ama ben bunu bilerek yola çıktım, bunun hiçbir şekilde risk falan olduğunu da düşünmüyorum. Zaten bence bir senarist ya da yönetmen, gişe kaygısı düşünerek film yapmamalı, o işin ticari boyutu, sanat kısmını yapanların bununla değil, işin kalitesiyle ilgilenmesi gerekiyor. Ha sezon içinde gişesinde çok iddialı olacak filmlerimiz yok mu? Tabii ki var ama onlar farklı, gassal için şunu diyebilirim birşeyleri birilerinin denemesi gerekiyordu, ben de köyün delisi olarak denedim.Burada önemli olan büyük gişe başarıları elde etmek değil. Her filmin illaki iyi ya da kötü olan kısımları vardır. Gassal'ın da vardır, işte biz imkanlar dahilinde elimizden gelenin en iyisini yaptık, kötü kısımlarına baksınlar daha iyisini üstüne koya koya gitsinler diye bir yol açmayı amaçladık. Başta bu imkanı bana veren  yapımcım Serdar Çelik olmak üzere de benimle yola çıkan özellikle Yaşar Tuncer'e, bu senaryoyu yazarken benden desteklerini esirgemeyen Nazlı Başaranoğlu'na, kendisi o sırada sette olmayıp ruhuyla ve kalbiyle her zaman sette olan kardeşim Özgür Bakar'a ve tüm ekibime teşekkür ederim. Seyirci hazır mı, zamanı geldi mi kısmına gelince, 18 Aralıkta göreceğiz.

KE- Türk korku sinemasında birbirine çok fazla benzeyen CİN temalı hikayeler ortalarda sıkça dolaşıyor. Size göre, bu kadar fazla aynı şeyi üretmenin korku sinemasına ne gibi katkısı/zararı oluyor?

AK-Bence bu kadar çok olmasının bir zararı yok. Amerika’da da çok fazla vampir ve zombi filmi var. Önemli olan sunduğunuz işin kalitesi. Bence bu tip filmlerden çok insanların sektöre zararı oluyor. Bu işte para var, ucuza da çıkıyor diyip 50 yaşından sonra korku filmi yapmaya çalışan yönetmen olmaya çalışan insanlar var. Bu tabiiki olmuyor.Mesela ucuz ama kaliteli film çekme rüzgarını bu sektörde ilk başlatan Özgür Bakar'la benim. İlk filmimiz “Ammar” çok ucuza çıkıp, dağıtımcımızın yaşadığı zorluklara rağmen ( O dönem “Fida Film” iflas etme noktasına gelmişti ) oldukça başarılı bir gişe sonucu elde etti. Çünkü çok kaliteli bir filmdi. Bu gişe sonucundan sonra da birçok taklitçimiz oldu tabii. Bunun önüne geçmek imkansız, geçmek gibi bir derdimiz de yok zaten, ama çok azı hariç hepsi çakıldı. Çünkü taklit ettikleri kısım sadece ucuz kısmı oldu, kaliteli kısmını ne yazık ki yapamadılar.

KE- Gassal ile başlayan yönetmenlik deneyiminiz devam edecek mi? Yakın zamanda senaryo ya da yönetmenlik bazında yeni projeleriniz var mı?

AK- Yönetmenliğim devam edecek mi? Aslında hiç düşünmedim.Benim yönetmenlik kariyeri yapmak gibi bir derdim de yok. Dediğim gibi Gassal çok özel bir filmdi, ben çekmek istedim sadece. Yine “Gassal” kadar iyi bir senaryo yazabilirsem, şartlar da uygun olursa olabilir. Ama bizim ana yönetmenimiz Özgür Bakar'dır. Yönetmenlik gibi zor bir işi de Özgür gayet iyi beceriyor. Ben aslında belki inanmayacaksınız ama, set ortamını bile sevmeyen biriyim ve kolay kolay sete gitmem, o yüzden bu soruya cevabım; bilmiyorum. Hayat ne gösterir bakacağız. Bu yıl yapacağımız üç tane film var, Deccal 2, Ammar 2 ve bir komedi filmi ama adını şimdi vermeyeyim. Ama çok farklı bir komedi filmi olacak. Anlaşmasını yaptık hatta Suat Özkan, ben ve Özgür yazmaya başladık bile.

KE- Gassal’ın çekimleri sırasında yaşadığınız ilginç bir olay var mı?

AK- Cin filmi olmadığı için birşey yaşamadık :) “Gassal” içinde Türk insanına göre çok sert sahneler barındıran bir film, hatta sette çekip, montajda daha zamanı değil diyerek kullanmadığım sahnelerde oldu. Bu sahnelerin bazılarını set çalışanları kaldıramadı. Sahne çekildikten sonra bir süre kenara geçip, kendine gelmeye çalışan, sinirleri bozulan özellikle kadın arkadaşlarımız oldu. Onun dışında ilginç bir olay yaşamadık.

KE- Türk seyircisinin korku filmlerimize karşı olan önyargıları artık yıkıldı diye düşünüyorum. ( En azından benim öyle). Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, alıştılar mı bizim korku hikayelerine ve oyunculuklara?

AK- Kesinlikle çok sevdiklerini düşünüyorum. Yoksa bu kadar korku filmi çekilmezdi... Ama bazen seyircinin çok acımasız olduğunu da düşünüyorum. Aslında seyirciyle empati yapınca onlar da haklı ama bizler de haklıyız. Mesela Amerikan filmleriyle Türk filmlerini kıyaslamanın çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Bu sadece korku alanında değil, her türde geçerli. Amerikalıların film çekerken kullandıkları yemek bütçesi, bizim çoğu zaman bütçemizin tamamı oluyor. Dalga geçmiyorum, bu ne yazık ki gerçek. Ama tabii onların pazarı daha geniş, bizim pazarımız Türkiye dışında yok. Bu da doğal olarak bu işe parasını yatıran yapımcıların risk faktörlerini arttırıyor o yüzden, çok büyük paralar ne yazık ki harcayamıyoruz. Amerikan sineması ve Türk sineması karşılaştırılınca, ortaya tabii ki Ferrari ile Murat 124 kıyaslaması gibi birşey çıkıyor ve çok acımasız oluyor. Fakat kesinlikle Türk yönetmenlerin daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Bir Türk yönetmen Amerika’ya gidip çok rahat o imkanlarla film çekebilir ama bir Amerikalı yönetmenin buradaki imkanlarla film ya da dizi çekebileceğine kesinlikle inanmıyorum. Seyirciler şunu bilsin ki; burada mevcut şartlar içinde mucizeler oluşturularak en iyi film karşılarına çıkarılmaya çalışılıyor.

KE- Çok korku filmi izler misiniz? Favoriniz olan 3 korku filmini yazar mısınız?

AK- Ne yazık ki eskisi kadar çok korku filmi izleyemiyorum ama tabii ki, favorilerim var. Türk olarak , Dabbe serisi, Ammar ve Helak:Kayıpköy. Helak bence Türk korku sinemasında yapılmış en iyi filmlerden biriydi. Yabancı filmlerden ise, Çığlık serisi, Son Durak serisi ve Fright Night(1985)

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


RUSSELL HODGKINSON ile RÖPORTAJ


Türk / Yabancı korku filmleri üzerine yaptığım röportajlar tam hız devam ediyor. Bu defa bir film değil, dizi oyuncusu ile kısa bir söyleşi yaptık. Z Nation, The Asylum şirketinin Syfy kanalı ile ortak çalışmasından ortaya çıkmış bir zombi dizisi. The Asylum, genelde dev bütçeli filmleri taklit eden ve çok düşük bütçelerle B Tipi filmler üreten bir şirket. Kendine özel bir kitlesi olan bu B Tipi filmler, ciddiyetten ve inandırıcılıktan uzak, tamamen eğlence üzerine kurulu yapımlar. Genelde filmlere ağırlık veren The Asylum, 2014 yılında “The Walking Dead” dizisinden esinlenerek Z Nation adında bir korku/komedi dizisine başladı. Dizi, post-apokaliptik dediğimiz kıyamet sonrası hayatta kalma mücadelesi üzerine kurulu.  Bol miktarda zombi içeren Z Nation, onlardan kurtulmaya çalışan bir grubun hikayesini anlatıyor. Bu grubun içinden birisi olan “Doc”, filmin en çok sevilen karakterlerinden birisi. “Doc” rolünü iki sezondur başarıyla canlandıran “Russell Hodgkinson” 1959 doğumlu ve film / dizi sektöründe oldukça deneyimli bir aktör.
Kendisi hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum  soruları beni kırmayarak cevapladı.

Russell Hodgkinson’a  bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

KE- Z Nation, zombilerle dolu ve aksiyonu bol bir dizi. Ve bu dizide önemli bir karakteri (Doc) canlandırıyorsunuz. Bir zombi dizisinde oynamak nasıl bir duygu?Teklif geldiğinde neler hissettiniz?

RH- Bir aktör olarak her zaman işe yarar olmak beni iyi hissettirir. Bir işe başlarken size verilen karakteri geliştirmeniz çok önemlidir, hele bir de harika insanlarla çalışıyorsanız bu size bonus olarak geri döner. Gerçekten karşıma bu proje çıktığında bu fırsatı yakalamak için çok heyecanlandım.

KE-  Dizinin ilk sezonu daha sert ve aksiyonu ve gerilimi daha fazlaydı. İkinci sezona baktığımızda ise, komedinin daha ön planda olduğunuz görüyoruz. Size
RH- Ben herkes tarafından ikinci sezonun daha fazla desteklendiğini ve beğenildiğini düşünüyorum.



KE- Doc karakterine karşı seyircinin ilgisi nasıl? Ne gibi tepkiler veya yorumlar alıyorsunuz?

RH- Tepkiler karakterden hoşlanıldığı yönünde.Hayranlarımdan oldukça pozitif eleştiriler ve yorumlar alıyorum. İnsanlara, Doc karakterinin mizahi ve iyimserlik tarafının çok keyifli geldiğini hissediyorum.

KE- Bu kadar zombinin olduğu bir dizi setinde mutlaka ilginç veya komik anılarınız vardır. Birkaç tanesini bizimle paylaşır mısınız?

RH- Bazı sahnelerde aynı kişiler tekrardan extra zombi olarak kullanılabiliyor. Aynı tipleri farklı farklı zombiler olarak görmek çok eğlenceli. Hatta o kadar eğlenceli tipler var ki akşam eve o şekilde gidiyor ya da akşam yürüyüşünde dışarıya o şekilde çıkıyor.

KE- Makyajlar sırasında veya aksiyon sahnelerinde ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

RH- Ben pek zorluk yaşamadım çünkü henüz zombi olmadım. Ama fazla kanlı sahneler varsa benim için, bunlar üzerime digital efektlerle ekleniyor.

KE- En sevdiğiniz korku filmleri nelerdir? “The Walking Dead” hakkında ne düşünüyorsunuz? 

RH- Ben The Walking Dead izlemdim hiç, fakat eşim çok seviyor ve izliyor. Ben sadece Z Nation izliyorum ve gerçekten çok seviyorum. En favori korku filmlerim ise Jaws, Carrie ve Poltergiest.

KE- Dizinin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha kaç sezon sürer bu zombi istilası?

RH- Ben en az beş sezon süreceğini umut ediyorum. Bir de hikayenin spin off u olsun istiyorum..Adı da Whats up Doc ? :)


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.