24 Ocak 2016

JOHN CARPENTER ile kısa bir RÖPORTAJ


Korku sinemasına hayat veren birçok yerli ve yabancı yönetmenlerle röportaj yaptım. Fakat bu seferki konuğum olan korku ustası Mr.John Carpenter için bir hayli uğraştım doğrusu. Kendisine ulaşmak o kadar kolay olmadı. Sosyal medya üzerinden tanıştığım yönetmen ve oyuncu dostlarımın yardımları ile önce John Carpenter’ın eşinin kurduğu şirketle bağlantıya geçtim. Bu arada müzisyen oğlu Cody Carpenter ile de bağlantıyı kesmedim tabii ki. Yazışmalar yapıldı, fakat o sıralar John Carpenter’’ın, oğlu ile beraber çıkarttıkları albüm ile ilgili çalışmaları vardı ve kendisi çok yoğundu. Bir süre sonra cevap geldi ve kısa olmak şartıyla 5-6 soruyu cevaplayacağını belirtti. Ben o maili okurken önce şaşırdım sonra inanılmaz heyecanladım. O kısım anlatılamaz, yaşanır J. 80’lerden beri kendisinin büyük bir hayranı olarak, John Carpenter ile kısa da olsa bir soru cevap ( bu tam bir röportaj sayılmaz) gerçekleştirdim. Bu bile benim için büyük bir onur. Böyle bir şeyin olabileceğini tahmin bile edemezdim. Sonuçta bahsettiğimiz kişi John Carpenter. Birçok korku filminin çıkışına ön ayak olmuş ve çoğu yönetmenin ilham kaynağı olan bir korku filmleri ustası. Michael Myers’ı yaratan kişi daha ne anlatayım ki
.
Hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları o kadar işinin arasında cevaplayan Mr.John Carpenter’a teklifimi geri çevirmediği için çok teşekkür ediyorum.


S1 - “Halloween’in yıllarca kült olarak kalmasındaki en büyük etken nedir? Yaratılan Michael Myers karakteri mi, yoksa devam filmleriyle bütünleşip bir seri haline gelmesi mi?

JC- HALLOWEEN'deki amaç basit bir korku filmi yapmaktı.  Kesinlikle bu karakterdir çünkü, filmin daha derinlerde yatan tematik altyapısı, Michael Myers’ın salt kötülüğün timsali olarak var olmasını gerektiriyordu.

KE  Biyografinize baktığımızda, sadece slasher değil, bilim-kurgu, fantastik, aksiyon gibi farklı türlerde pek çok filme rastlıyoruz. Seçimlerdeki bu titizlik nereden geliyor?

JC- Aslında sadece en beğendiğim filmleri çekmeyi tercih ettim diyebiliriz.

KE- Kendi filmleriniz dahil olmak üzere birçok film ve dizilerin müziklerini de yapıyorsunuz. Oğlunuz Cody Carpenter’da müzisyen ve birlikte güzel bir albümde yaptınız. Müziğe olan tutkunuz nereden geliyor?

JC-  Ben hep müzikle büyüdüm. Babam başarılı bir keman sanatçısıydı. Sanırım benim kabiliyetim de buradan geliyor.

S4- Sizin yarattığınız filmlerin çoğu korku sinemasında bir ilk olma özelliği taşır ve hikayeleriniz birçok yönetmene ilham kaynağı olmuştur. Neden hala iyi bir korku filmi izlemek istediğimizde eski korku filmlerini tercih ediyoruz?

JC- Sinemanın doğuşundan beri korku filmleri her zaman hayatımızın bir parçası olmuştur. Zaman değişirken kültürde beraberinde değişir.  Ama genelde içeriği hep aynıdır. Korku filmlerinin çoğu kötüdür, bazıları ise vasattır ve çok çok azı iyidir. İşte seçimler burada ortaya çıkar. 

KE- Size göre korku filmlerinde hangisi daha önemli? Plastik makyajlar mı CGI mı?

JC-  Evet kesinlikle plastik makyaj ama CGI’da artık çok önemli.

KE- Yeniden korku filmlerine dönmeyi düşünüyor musunuz?

JC- Bu benim işim sinema sektöründe asla asla dememek gerekir.

John Carpenter Filmleri

Captain Voyeur (1969) 
Dark Star (1974) 
Assault on Precinct 13 (1976) 
Halloween (1978) 
Someone's Watching Me! (1978) 
Elvis (1979) 
The Fog (1980) 
Escape from New York (1981) 
The Thing (1982) 
Christine (1983) 
Starman (1984) 
Big Trouble in Little China (1986) 
Prince of Darkness (1987) 
They Live (1988)
 Memoirs of an Invisible Man (1992) 
Body Bags (1993) 
In the Mouth of Madness (1995) 
Village of the Damned (1995) 
Escape from L.A. (1996) 
Vampires (1998) 
Ghosts of Mars (2001) 
The Ward (2010)


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

MEHMET CERRAHOĞLU ve ERGUN KUYUCU ile RÖPORTAJ


Baskın: Karabasan filminin yönetmeni Can Evrenol ve oyuncusu Görkem Kasal ile yaptığım röportajın hemen ardından “Baba” ( Mehmet Cerrahoğlu) ve “Remzi” ( Ergun Kuyucu) karakterlerine hayat veren ve filmin en önemli iki oyuncusu ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdim. Kadıköy’de deniz kenarında bir cafede çay, kahve eşiğinde uzun uzun harika bir sohbet yaptık. Can Evrenol’ın da sürpriz ziyareti ile ortalık iyice şenlendi. Hep beraber Baskın: Karabasan filmi dahil, Türk ve Dünya korku sineması üzerine de bol bol konuştuk, tartıştık.

Kendileri, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladılar.

Mehmet ve Ergun’a, bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

Not: Daha önce yapmış olduğum Can Evrenol & Görkem Kasal röportajını buradan okuyabilirsiniz.

 

MEHMET CERRAHOĞLU

KE-  Can Evrenol sizi nasıl keşfetti, Baskın: Karabasan filmine nasıl dahil oldunuz, anlatır mısınız bize?

MC- Uzun zamandır reklam film ajanslarına kayıtlıydım. Can Evrenol, çekeceği kısa filmi "Baskın" için değişik görünümlü, biraz ürkütücü, yani kısacası garip bir tip arıyormuş. Cast ajansından benim fotoğrafını görünce tereddütsüz onaylayıp davette bulundular. Böylece kısa metrajda tanışmış olduk ve çekimi de gerçekleştirdik. Çekimlerden sonra sevgili Can ile irtibatı kesmedik. Bir dost bir arkadaş gibi yeri geldi dertleştik yeri geldi muhabbetleştik. Burada parantez içinde belirtmek isterim ki: Çok istekli olduğum, çok yapmak istediğim bu içimdeki hevesi arzuyu sevgili can dostum Can Evrenol'a milyonlarca defa teşekkürlerimi,minnetimi ,ilgi ve alakasına yürekten tekrar tekrar teşekkürlerimi sevgi ve saygılarımı sunarım. Can Evrenol, beni can kulağıyla dinledi, hiçbir sözümü kulak ardı etmedi. Kısa metrajdan sonra bir müzik klibinde bana özgün olarak yazdığı metni oynamamı istedi. Bu benim kendimi kanıtlamam gereken bir işti. Yakındığım olumsuzlukları aşıp içimdeki bu oyunculuk hevesini ve cevherini kanıtlamam gereken bir dönüm noktasıydı. Hiçbir gün üzerinde çalışma imkanım ve zamanım olmamasına rağmen, çekim yaptığımız günün sabahının ilk ışıklarından gece yarılarına kadar yarı çıplak vaziyette yağmurlu soğuk bir günde bu sınavı başarıyla geçtiğime inanıyorum. Bu klip çekiminden sonra set ekibi olsun, sevgili Can olsun oyunculuğa çok istekli olup varoluştan da gelen bir yeteneğin olduğuna kanaat getirip, kaleme aldığı "Baskın" uzun metrajın senaryosunda, tüm riskleri alarak bana uyarlanmış olan "baba" karakterini yazıp bana sunmuştur. Bu şekilde ben de "Baskın" uzun metraja dahil oldum.

KE- Yurtdışında film ekibiyle beraber birçok festivallerde yer aldınız. Nasıl bir ilgiyle karşılandınız oralarda? Var mı anlatmak istediğiniz güzel detaylar yurtdışından?

MC- Yurtdışındaki festivallerden, Viyana Slash Film Festivali ve İspanya Sitges Film Festivaline bizzat katıldım. Viyana da Ergun Kuyucu ile beraberdik. Çok güzel dolu dolu iki gün geçirdik. Festival çok büyük bir organizasyon olmamasına rağmen "Baskın" a ilgi muhteşemdi. Film bitimindeki tebrikler alkışlar görülmeye değerdi. Sitges festivaline kalabalık bir ekiple katıldık. Hayatımda unutamayacağım en mükemmel anılarından biri olarak kalacak. Sitges’de sanki bir hayal aleminde gibiydim. Dünyanın birçok ülkesinden gelen yönetmenler olsun, oyuncular olsun onlarla birebir tanışma ve görme imkanımız olmuştu. Özellikle 1300 kişilik muhteşem bir salonda inanılmaz bir görüntü ve ses efektleri altında "BASKIN" ın start verip bitmesiyle salondakilerin ayağa kalkıp ıslık ve alkışlar altında tebrik etmeleri, inanınki insanın tüylerini diken diken etmesinin yanı sıra, dünya sinemasına Türk damgasını vurmanın gururunu ve heyecanını yaşamak ve yaşatmak alkışların en güzeli olsa gerek. Film sonrası yapılan röportajın birinde sorulan bir soruya verdiğim cevap " Herşeyin ilklerini  yaşıyorum, rüya aleminde gibiyim ve bu rüya hiç bitmesin istiyorum" dediğimde yorumculardandır biri "Kal burada rüyaların bitmesin" demişti. Çok duygulanmıştım. Bir hafta boyunca Sitges sokaklarında dolaşırken herkesin bizi görünce "Baskın, Baskın" diye selamlamaları artı bir gurur vericiydi. Kısacası yurtdışında filmin "maskot"u gibiydim adeta.

KE- Daha önce Baskın’ın kısa filminde ve yine Can Evrenol ‘ın çektiği bir video klipte oynadınız? Nasıl Can Evrenol’la çalışmak? Ekip nasıldı, sorunlar oldu mu hiç?

MC- Kısa metrajda, klipte ve uzun metrajda olsun Can Evrenol gibi bir yönetmenle çalışmak demek, en sevdiğin dostunla arkadaşınla bir parça lokmayı paylaşmak, bir masada demlenmek, kafa kafaya verip dertlenmek, kol kola verip eğlenmek demek. Çaycısından şoförüne, ışıkçısından servisine, makyajcısından kostümcüsüne, yapımcısından yazar çizerine, böyle bir ekiple çalışmak herkese nasip olmaz. Tüm ekip arkadaşlarıma tebriklerimi sunarım. Hepsi muhteşemdi kendi alanlarında.

KE- Bize Baskın: Karabasan filminde canlandırdığınız “Baba” (The Father) karakterinden bahseder misiniz? Nasıl bir etkisi var filme bu karakterin?

MC-  "Baba" karakteri, Arda (Görkem Kasal)’nın küçüklüğünden beri zaman zaman geceleri rüyalarına giren bir kabus bir "karabasan". Birebir karşılaştığında, dış dünyadan tamamen kopmuş pislik, kan, iğrençlik içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan vahşilerin lideri (baba) konumunda olan fakat kendisi de dış dünyadan ve gerçek yaşamdan dışlanmış, var olan uzuvlarıyla değil de, yürekten olan göze kalbe hitap etmek için kendi çapında kurduğu bir aile ve bu aileye yeni bireyler katma çabası içinde olan bir karakter. Bu filmin odak noktası, filmin bittiği dediğin anda başlama noktası, filmin başından sonuna kabus olan ve filmde söylediği "her şey biter ama her şey yeniden başlar" gibi ana temasıdır.

KE-  Çekimler sırasında ne gibi zorluklar yaşadınız? Makyajlar olsun, zor şartlar olsun,  var mı başınıza gelen enteresan olaylar?

MC- Şahsım adına, açık mekanlar olduğu için havanın soğuk olması dışında,  göz çıkarma sahnesinde teknik sorundan dolayı stres yaşadık ve son sahnelerde fazla kan olup gözlerimin içine kaçmasıyla zor anlar yaşamıştık.

KE- Oyunculuğun dışında farklı bir yeteneğiniz daha var. Senaryoyu okur okumaz filmle ilgili kare kare tüm sahnelerin resimlerini çizmişsiniz. Hatta “Kalp gözüyle Baskın” adında bir de resim serginiz var. Nereden geliyor bu yetenek, ilham?

MC- Resim yapmak, çizmek ilkokul çağlarımda başladı. Öğretmenlerinden aldığım bilgiler dışında tamamen içimde var olan doğuştan bir yetenek. İlkokul çağlarında Osmanlı padişahlarının ve Atatürk'ü resimlerine hiç bakmadan ezbere çizerdim. Lise den sonra iş hayatına atılınca uzun yıllardır elime kalem fırça almamıştım. Bu senaryoyu alıp okuyunca üzerinde çalışmaya başladım. Senaryoda geçen hikayeleri, yerleri, mekanları, karakterleri içimden gelerek resmetmeye başladım. Her yaptığım resmi Can Evrenol a gönderdiğinde müthiş ilgisini çekince iyice gaza ve ilhama gelerek kırka yakın çizim yapmış olduğum bu sergi açıldı. Bu da benim için apayrı bir mutluluk oldu.

KE- Rolüne alışmak için neler yaptınız, korku filmleri izlediniz mi?  “Baba” rolünün altından kalkamazsam diye düşünüp tedirginlik yaşadınız mı hiç?

MC- Senaryoyu aldığımda çok sevinmiştim. İki hafta içinde tamamen aklıma yerleştirdim. Senaryoyu tam anlamıyla anlayınca, "baba" karakterinin bu filmin odak noktası olduğunu anladım ve bu ilk zamanlar beni gerçekten tedirgin etti. Hiçbir tecrübem ver ders almışlığım yok, kamera deneyimim  klibe nazaran sinema filmi için hiç yoktu. Fakat kendi kendime " bu benim dönüm noktam ve bu film ben varsam var, yoksam benim için anlamı olmayacak" dedim ve dört ay sırf filme hazırlandım. Evde çoluk çocukla, işyerinde arkadaşlarla, kendi kendime videolar çekerek senaryoyu resmederek ve son bir ay kala oyuncu koçu olan Hayati beyle çalışarak filme hazırlandım. Ve bu arada unutmadan Can beyden öneri alarak birçok korku, gerilim,drama ve liderlikle ilgili filmler izledim.

KE- Nasıl bir film oldu sizce Baskın: Karabasan? Yurtdışında gördüğü ilginin aynısını Türkiye’de görebilecek mi, ne dersiniz?

MC- "Baskın:Karabasan" bence, Türkiye standartlarına göre ve Türk gelenek göreneklerine göre biraz ağır ve sert olmuş. Filmin yapısını iyi anlayıp çözebilen, filmde geçen abes muhabbet ve küfürleri bir istisna olarak görüp izlerlerse, şu ana kadar yapılmamış veya yapılamamış bir film olduğunu düşünüyorum. İyisiyle kötüsüyle adı üzerinde (film) yapılmış. Filmin sınırı, ucu bucağı hayal gücünün üretebildiği her türlü maddi manevi hayati olayları ekrana aktarmaktır. Her kişiye, her bireye beğenebileceği film yapılamaz. Beğenip beğenmemek kişinin kendi iradesi ve görüşü düşüncesidir. Lakin kimin yapıp oynadığı yönettiği filmi saygısızca dile getirmek bence filmde geçen küfürlerden daha vahim bir durum olsa gerek. Kimse kimseyi sevmek beğenmek zorunda değildir ama herkes birbirine saygı duymak zorunda bence.

KE- Kafanızda tasarladığınız projeleriniz var mı? Sizi tekrardan görebilecek miyiz sinemada?

MC-  Kafamda karma karışık bir sürü proje var aslında ama önemli olan hayata geçirebilmek ve kameraya start verdirebilmek. Şahsım adına korku, iğrençlik dışında ilk etapta düşlediğim içi acı aşk sevda ve ihanet dolu bir yapım, sonrasında ise gözlerden gülücük yaşları akıtacak çok komik bir eser. Yurtdışında dediğim gibi; “ Bir hayal alemindeyim ve bu hayal hiç bitmesin" istiyorum.  Oyunculuk, ekrandaki seyirciye size verilen rol ne olursa olsun onları o karakterin içine sokup o karakteri onlara oturduğu yerde hissettirmektir bence. Korkuysa, koltuğa gömmek, heyecansa terletmek, endişeyse tedirgin etmek, gerginse yumruklarını sıktırabilmek ve komik ise altına ettirebilmek. Beyazperdede ve bundan sonraki hayatımda, yaşadığım bembeyaz hayatlar olsun dilerim. Saygı ve sevgilerimle, huzurlarınızda hepinize ayrı ayrı sevgi saygılar sunar ilgi ve tebessümlerinize yürekten teşekkürler ederim.

ERGUN KUYUCU

KE- Bize kısaca kendinizden ve oyunculuk kariyerinizden bahseder misiniz?

EK- 1969 doğumluyum. 9Eylül Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi / İşletme Bölümü mezunuyum. Yaklaşık 20 yıldır İstanbul Beşiktaş’ta yaşıyorum. Üniversiteyi bitirdikten sonra sırasıyla; barmenlik, işletmecilik, turizm firması yöneticiliği ve doğal taş ihracatı yaptım. 2007 yılında Gönül Salıncağı isimli diziyle oyunculuğa adım attım.
Kara Köpekler Havlarken ve Zerre gibi önemli festival filmlerinin yanı sıra Taken 2, Eyvah Eyvah 3 gibi gişe filmlerinde oynadım. Oynadığım dizi sayısını ben bile hatırlamıyorum. Ve nihayet Baskın filmiyle sanıyorum kendi adıma kariyerimi taçlandırdım.

KE- Oynadığınız farklı film türlerinden sonra korku sinemasına geçiş nasıl oldu? Korku sinemasına karşı bir ilginiz var mı?

EK- Korku sinemasına karşı özel bir ilgim yok. Bu türe adım atışım tamamıyla Can’ın tasarrufudur.

KE- Yurtdışında film ekibiyle beraber birçok festivallerde yer aldınız. Yurtdışında nasıl bir ilgi var Baskın: Karabasan’a ve sizlere karşı? Var mı anlatmak istediğiniz güzel detaylar yurtdışından?

EK- Baskın’ı Viyana’da Mehmet Cerrahoğlu ile birlikte ben temsil ettim. Bize karşı gösterilen saygıyla karışık ilgi Baskın’da yer almakla ne kadar doğru bir iş yaptığımı hissettirdi bana. Gösterimden önce bilet bulamayıp, kapıda kara borsa bilet arayanları görmek hayli gurur vericiydi. Sitges Festivalinde 1300 kişilik full salonda Baskın’ı seyretmek bir oyuncu olarak çok mutluluk vericiydi.

KE- Bize Baskın: Karabasan filminde canlandırdığın “Remzi” karakterinden bahseder misiniz? Nasıl bir etkisi var filme bu karakterin?

EK- Remzi, Arda’nın koruyucusu. Hikâyenin anahtarı da onda. O nedenle filme etkisi çok büyük.

KE- Çekimler sırasında ne gibi zorluklar yaşadınız? Makyajlar olsun, zor şartlar olsun,  var mı başınıza gelen enteresan olaylar?

EK- Soğuktan nefret ettim. Ayrıca bir gecede üstüme dökülen üç galon sahte kanı, duşta bir Alfred Hitchcock filmi sahnesi çeker gibi temizlemekte, hem zorluğun, hem de eğlencenin bir parçasıydı.

KE- Nasıl bir film oldu sizce Baskın: Karabasan? Yurtdışında gördüğü ilginin aynısını Türkiye’de görebilecek mi, ne dersiniz?

EK- Baskın bir kült film oldu. Bence Türk Sinema Tarihindeki kalıcı yerini şimdiden aldı. Türkiye de hiçbir başarı cezasız kalmaz. Yurtdışındaki övgü ve ilgiyi beklemiyorum.

KE- Can Evrenol ile çalışmak nasıl bir duygu? Ekip nasıldı, sorunlar oldu mu hiç?

EK- Can Evrenol ile çalışmak harika bir duygu. Onunla set dışında da güzel bir dostluk kurduk. Ekibi de yönetmen belirler, sayesinde pırlanta gibi bir ekiple çalışma şansına sahip oldum. Sıfır sıkıntı bir setti.

KE- Türk seyircisinin korku filmlerimize karşı olan önyargıları artık yıkıldı diye düşünüyorum. ( En azından benim öyle). Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, alıştılar mı bizim korku hikayelerine ve oyunculuklara?

EK- Sizinle hemfikirim. Baskın; türkler korku filmi yapamaz klişesini yıktı. Ve türkler uluslararası bir korku filmi yaptı. Bence türk seyircisinin tam anlamıyla alışması; Can Evrenol’un aynı türdeki ikinci filmiyle olacaktır.

KE- Yeni projeleriniz var mı? Sinemada veya televizyonda olsun, tekrardan sizi görebilecek miyiz?

EK- Şu an itibariyle popüler televizyon dizilerinde yer alıyorum. Ayrıca çekimlerini kasım ayında tamamlamış olduğum, Korhan Uğur’un yazıp yönettiği “Kızkaçıran” isimli komedi filmi 15 Nisan 2016 da vizyona giriyor. Orada oynadığım karakterle oyunculuk kariyerimde yeni bir sayfa açtığıma inanıyorum. Halen görüşmekte olduğum sinema filmi projeleri var. Fakat netleşmedikleri için detay vermek istemiyorum.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

16 Ocak 2016

KEITH ALLAN ile RÖPORTAJ


Türk / Yabancı korku filmleri üzerine yaptığım röportajlar tam hız devam ediyor. Bu defa bir film değil, dizi oyuncusu ile kısa bir söyleşi yaptık. Z Nation, The Asylum şirketinin Syfy kanalı ile ortak çalışmasından ortaya çıkmış bir zombi dizisi. The Asylum, genelde dev bütçeli filmleri taklit eden ve çok düşük bütçelerle B Tipi filmler üreten bir şirket. Kendine özel bir kitlesi olan bu B Tipi filmler, ciddiyetten ve inandırıcılıktan uzak, tamamen eğlence üzerine kurulu yapımlar. Genelde filmlere ağırlık veren The Asylum, 2014 yılında “The Walking Dead” dizisinden esinlenerek Z Nation adında bir korku/komedi dizisine başladı. Dizi, post-apokaliptik dediğimiz kıyamet sonrası hayatta kalma mücadelesi üzerine kurulu.  Bol miktarda zombi içeren Z Nation, onlardan kurtulmaya çalışan bir grubun hikayesini anlatıyor.

Dizinin en önemli başrol karakteri olan “Murphy” ‘i iki sezondur başarıyla canlandıran “Keith Allan” beni kırmadı ve kendisi hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum  soruları cevapladı.

Keith Allan’a  bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

Dizinin diğer sevilen oyuncusu “Doc” karakterini canlandıran Russell Hodgkinson ile yaptığım röportajı da buradan okuyabilirsiniz.



KE- Z Nation, zombilerle dolu ve aksiyonu bol bir dizi. Ve bu dizide önemli bir karakteri (Murhpy) canlandırıyorsunuz. Bir zombi dizisinde oynamak nasıl bir duygu? Teklif geldiğinde neler hissettiniz?

KA- Benim için filmlerde rol olmak harika birşey ama, daha da müthiş olan yaptığım şey karşılığında para alıyor olmam. Kariyerimde birçok kez hiç para almadan sadece tecrübe olsun diye oynamışlığım vardır. Bu yüzden bana ödeme yapılıyor olması kesinlikle müthiş bir şey. Yaptığım işin bir Zombi Show olması ise, işi çok daha keyifli kılıyor. Sanal bir dünyada oynuyoruz ve benim karakterimin de bu dünya ve onun geleceği için yapacağı çok iş var. İnsanlığın en büyük umudu olan  ve bu iş için belki de en iyi aday olmayan bir karakteri yaratmak bir zevktir. 

KE- Z Nation, The Asylum tarafından yaratılan bir komedi/korku dizisi. Şirketin tüm filmleri de düşük bütçeli fakat eğlence üzerine kurulu. The Asylum filmlerinden izledikleriniz oldu mu? Nasıl değerlendiriyorsunuz B tipi filmleri?

KA-  Tabii ki, ben onları sadece izlemekle kalmadım aynı zamanda hem yazdım, hem yönettim,  hem de oynadım. Z Natio’ a seçilmeden önce Asylum üzerinde çalışıyordum ve onlardan birkaç film yapma şansı buldum. Büyük bir eğlence  ve çılgın bir ekip. İzleyici kitlelerinin neyi seveceğini çok iyi biliyorlar ve onu sunuyorlar. Sanırım B tipi filmlere ilgi var ve genellikle de birkaç sarhoş arkadaşla iyi gidiyor. Ama Z Nation dizisi, Asylum filmlerinden daha iyi bir iş. Z Nation,  zaman zaman aptalca görünse de dokunaklı ve derinlikli sahnelerle korkuyu ve mizahı dengeleyerek büyük bir iş çıkarıyor.

KE- Dizinin ilk sezonu daha sert ve aksiyonu ve gerilimi daha fazlaydı. İkinci sezona baktığımızda ise, komedinin daha ön planda olduğunu görüyoruz. Size göre hangi sezon daha iyi gidiyor? Niye?

KA- Show için yazmadığımdan kesin bir şey söyleyemem. İlk sezonda ihtiyacımız olan şey o dünyayı inşa etmek ve insanları da bu dünyaya dahil etmekti. Bu yüzden gerilim yüksek ve sert gerçeklik tam anlamıyla ekrandaydı. İkinci sezonda izleyici artık karakterlere aşinaydı ve fanları kaybetmeden biraz farklı davranabildik. Onlar bizim öldürme eylemine en kısa zamanda  geri döneceğimizi  biliyor. Ben kıyametin karanlık tarafını tercih ederim ve 3. sezonda tekrar sırtımızı ona yaslayacağımızı hissediyorum.

KE- Murphy karakterine karşı seyircinin ilgisi nasıl? Ne gibi tepkiler veya yorumlar alıyorsunuz?

KA- Fanların tepkileri müthiş. Murphy'i seven çok çeşitli insanlarla tanışıyorum, küçük kızlar, babaanneler. Bir sürü insan Murphy için üzülüyor çünkü ona olacak olanlarla ilgili hiçbir şey için Murphy gerçekten bir şey yapamıyordu. Neden o kötü kararları verdiğini anlıyorlar. Aynı fikirde değiller, kabullenmiyorlar ama anlıyorlar ve bir noktaya kadar empati yapıyorlar.

KE- Bu kadar zombinin olduğu bir dizi setinde mutlaka ilginç veya komik anılarınız vardır. Birkaç tanesini bizimle paylaşır mısınız?

KA- İkinci sezonda bitki zombileri içinde laboratuvarda bir bitki vardı ve bu 6 parmaklı bir eldi. Bu aslında bir elinde doğuştan 6 parmak olan genç bir oğlandı. Çok şeker bir çocuktu ve bizimle sette olmaktan çok mutluydu ayrıca orada bizimle olduğu için kendini çok özel hissediyordu ve biz de onunla olmaktan çok mutluyduk. Onun o özel durumunu takdir etmek öncelikle onun üzerinde sonrada bizim üzerimizde büyük bir etki bıraktı. 

KE- Makyajlar sırasında veya aksiyon sahnelerinde ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

KA- Benim makyajım çok zor ve yoğun bir makyaj. Günde 2 saat boyunca 2 insan sadece el ve yüz makyajımı yapıyor. Göğüs bölgemdeki tüm o yaraları yapmak ise 5 saat sürüyor. Tabii ki çok uzun, rahatsız edici bir süreç ve sürekli rötuş yapmaları gerekiyor. Ayrıca yüzünüzü yalıtıyorlar ki terlemeyesiniz. 

KE- "The Walking Dead"  dizisi ile yapılan kıyaslamalar hakkında ne düşünüyorsunuz? 

KA- Onları mukayese edebileceğinizi sanmıyorum. 2 ayrı show nihayetinde. Biliyorum ki fanlarımızın çoğu aynı zamanda bir Walking Dead fanı. İlk başlarda WD yi ekarte edeceğimiz konusunda şüpheleri vardı ama birkaç bölüm izledikten sonra şaşırdılar çünkü biz farklıydık. Z Nation' ın daha hafif bir iş olduğunun farkındalar. 

KE- Dizinin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha kaç sezon sürer bu zombi istilası?

KA- Bunu söylemesi çok zor çünkü bu işin yürümesi, hikayenin gelişmeye devam etmesi yeterince insanın bu showu izleyip izlemeyeceğine bağlı tamamen. Anlatmaya çalıştıkları genel hikaye aslında 5 seneye yayılacak bir plan. Umarım bütün hikayeyi anlatmayı başarabiliriz.

KE- En sevdiğiniz zombi filmleri ve korku filmleri nelerdir?

KA- Dawn of The Dead i ilk defa geçenlerde izledim. Çok eğlenceliydi ama benim favorim Shaun of The Dead, çok komik ! 70 lerin klasik korku filmlerini izleyerek büyüdüm ve bu yüzden de onlara daha meyilliyim. Favorim Alien. Çok iyi bir senaryo, yetenekli oyuncular, ürkütücü canavarlar ve muhteşem bir yönetmen Ridley Scott. Defalarca izlediğim bir film.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

MICHAEL & SHAWN RASMUSSEN ile RÖPORTAJ


James Carpenter’ın The Ward (Koğuş) filminin senaryosunu yazan Rasmussen kardeşler korku sineması üzerine yaptığım röportajlarımın bu defaki konukları. Dark Feed filmi ile tanınan Michael ve Shawn kardeşler son filmleri The Inhabitants ile de korku severlerin beğenisi kazandılar.

Kendileri, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladılar.

Michael ve Shawn ikilisine, bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyorum.


KE- İki kardeş birlikte korku filmleri yazıyor ve yönetiyorsunuz. Korku filmi tutkunuz nereden geliyor?

MR- Sanırım bu çocukluğumuzdan kalma bir tutku. John Carpenter gibi çok büyük yönetmenlerin çektiği korku filmlerini izleyerek büyüdük. O karanlık salonlarda oturup bizi sarsan o korku filmlerini izlememizin bir neden varmış demek. Ne zaman ki, kendi filmlerimizi yapmaya başladık biz de aynı şeyi uygulamaya çalıştık.

SR- Galiba insanları korkutmayı seviyoruz ve kabul etmeliyim ki bunu yapmak bu günlerde gittikçe zorlaşıyor.

KE- Son filminiz The Inhabitants’ı izlerken farklı birçok korku filmi aklımıza geliyor. Sanki bazı filmlerin mixlenmiş hali gibi. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? İlham aldığınız filmler oldu mu?

MR- Kesinlikle geriye dönük bir şey yaratmak için yola çıktık. Büyürken izlediğimiz o  filmlerin THE CHANGELING, LET'S SCARE JESSICA TO DEATH, THE HAUNTING OF JULIA ve BURNT OFFERINGS 'in tarzını ve duygularını yansıtan bir film yapmak istedik. 

SR- Her ne kadar bu tür  klasikleşmiş filmlerden ilham alsak da THE INHABITANTS filmini yeni ve sıra dışı bir alana  taşımaya çalıştık. "Found footage" filmlerine izleyici onay vermişti. Ayrıca büyücülük ile  ilgili müthiş bir tarih barındıran bu ev vardı elimizde ve bu yüzden biz de hikayeye bir sürü şey ekledik bu konuyla ilgili.

KE- Bu kadar titizlik gerektiren çekimler sırasında yaşadığınız en zor anlar nelerdir? Bizimle paylaşır mısınız?

MR-  Biz THE INHABITANTS filmini çok küçük bir bütçeyle ve çok az insanla çektik. Hep o sınırlar içinde kalmanın yollarını aradık ki, bu gerçekten çok büyük bir meydan okumaydı.

SR-  Yine de bütün o sınırları kabullendik gerçekten. Zaten mecburduk. Michael kamerayı çalıştırırken benim de mikrofon kolunu tutmam gerekiyorsa bile, biz bir şekilde bunu becerdik. Bu gerçekten bizi güçlendiren bir şeydi aslında.
Bence iyi bir yönetmen olmak sizin iyi bir problem çözücü olmanızı da gerektirir.

S4-  John Carpenter gibi bir korku filmi üstadına senaryo yazmak ve onu kabul ettirmek nasıl bir duygu? The Ward’ın senaryosunun kabul edilme aşaması hakkında biraz bilgi verir misiniz?

MR- John Carpenter ile çalışmak aslında gerçekleşen bir hayaldi. O bizim çocukken adeta ilahlaştırdığımız biriydi. Bu yüzden  birer yetişkin olarak onunla beraber çalışma fırsatı yakalamak tamamen gerçek üstü bir şey. Eğer birileri böyle bir şeyin olacağını söyleseydi önceden kesinlikle inanmazdık.

SR-  Gerçek biri olması şaşırtıcıydı.Normal, sıradan bir insan gerçekten. Birlikte çalışırken son derece verici ve farklı seslere saygılı birisi. Onunla çalışmak bize çok şey öğretti.

S5- Korku sinemasında farklılık yaratmak için neler yapmayı düşünüyorsunuz? İlerde "Evet bu bir Rassmussen Brothers filmi" diyebileceğimiz türden yapımlarla karşılaşacak mıyız?

MR- THE INHABITANTS bizim yönetmen olarak daha ikinci filmimiz ve sürekli bir şeyler öğreniyoruz. Filmlerimizin bol katmanlı olmasını isteriz sadece korkutucu değil aynı zamanda ürkütücü ve esrarengiz olmalarını da istiyoruz tabii ki. Amacımız her zaman izleyicinin aklında kalan filmler yapmaktır.

SR- Michael'ın da dediği gibi hala öğreniyoruz. Ama her yeni filmle farklı bir şey yapmaya çalışıyoruz  Aynı filmi tekrar etmemek bizim için gerçekten çok önemli.

S6- Bize yeni projeleriniz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Korku filmlerine devam mı?

MR- Şu an üzerinde çalıştığımız bir sürü proje var. Lovecrafts'ın SHADOW OVER INNSMOUTH' ından ilham alan  BLACK AUTUMN adlı bir senaryo üzerinde çalışıyoruz. Ayrıca New York 'un altındaki tünellerde geçen bir tür yeraltı korku filmi olan SUBCULTURE diye bir proje daha var.

SR-  Üstesinden gelmeyi umduğumuz bir tekrar filmi de var ayrıca. Aslı bir İspanyol filmi. Bu projeye dahil olan müthiş bir kadro var. Umarım yakında hakkında daha çok konuşabiliriz. Korku türü üzerine çalışmaktan çok mutluyuz. Fanlar harika ve bu tip filmler bizim yapmaktan çok keyif aldığımız türde filmler.

S7- İkinizin sette ya da senaryonun ortaya çıkışı sırasında anlaşamadığınız noktalar oluyor mu? Birbirinizin hangi huylarınızı sevmiyorsunuz?

MR- Birlikte çok uyumlu çalışıyoruz. Sanırım bu kardeş olmamızdan ve birbirimizi çok uzun zamandır tanıyor olmamızdan kaynaklı. Anlaşamadığımız noktalar olduğunda da bir şekilde halletmeye çalışıyoruz.

SR-  Aslında anlaşamadığımız çok önemli bir husus olmadı şimdiye kadar. Sık sık farklı fikirler ortaya atarız ve sonra biraz zaman tanırız ve birimiz eninde sonunda diğerinin fikrine yakınlık duyar. En iyi fikir diğerini bir şekilde alt eder.

S8- Korku filmi çekerken seyircinin hikayeden kopmaması için nelere dikkat etmek gerekiyor? Sadece efektler ve ani çıkışların arkasına sığınmak doğru mu? Sonuçta onlar bir anlık korku yaratan ögeler.

MR-  Bizim için izleyiciyi yerinden zıplatmak ya da iğrendirmek yeterli değil. Biz izleyicinin kendini rahatsız hissetmesini istiyoruz. Günümüz izleyicisi ürkütücü sahnelere o kadar alışmış ki artık bu tür sahneler etkisini yitirmiş görünüyor. Biz yaptığımız filmlerle bunu aşmak istiyoruz.

SR-  Günümüz izleyicisi çok zeki. Bu yüzden daha önce de dediğim gibi artık insanları korkutmak hiç kolay değil. Ortada sadece bir avuç ürkütücü sahne varsa izleyiciler artık bunlardan etkilenmiyor. Bizim için gerilimi ve korkuyu yaratmak ve sürdürmek her şeyden önemli. Biz onların adeta koltuklarının ucunda oturmalarını istiyoruz.

S9- Şimdiye kadar hiç Türk korku filmi izlediniz mi? İzlediyseniz düşünceleriniz nelerdir?

MR-  Üzgünüm ki şimdiye kadar hiç Türk korku filmi izleme şansımız olmadı. Ama BASKIN filmiyle ilgili müthiş şeyler duyuyoruz dolayısıyla umarım en kısa zamanda izleriz.

SR-  Tavsiye ettiğiniz Türk korku filmi var mı, araştıralım? 

S10- En beğendiğiniz 2 korku filmini ve 2 yönetmeni yazar mısınız?

MR- Bana göre THE THING ve ALIEN. İkisi de o kadar müthiş ki. Dayanması çok zor bir tür terör ve tecrit duygusu  resmediyorlar. Yönetmenlere gelince John Carpenter favorimdir. Bir de Alfred Hitchcock diyebilirim. Bazıları onun yaptığı filmler için korku değil diyebilir. Ama A.Hitchcock 'un bu türde ve bizim tarzımız üstünde çok büyük etkisi vardır.

SR-  Ben HALLOWEEN ve PSYCHO ' yu da bu listeye eklerim. Yönetmenlere gelince aynı yönetmenler, Carpenter ve Hitchcock.


POINT BREAK


1991 yılının efsane filmi Point Break, 2015 model yeni tasarımı ile tekrardan karşımızda. O döneme göre çok iyi bir iş çıkaran bayan yönetmen Kathryn Bigelow’ın Point Break filmi, Keanu Reeves ve Patrick Swayze’in harika performansları ve başarılı senaryosu ile unutulmayan filmler arasına girmişti. Artık bir kült haline gelmiş olan bu filme neden remake ihtiyacı duyuldu, o da bilinmez.

Yeni filmin ana hikayesi aslında eski filmden çok farklı değil. Yine bir FBI ajanı var ve extreme sporlarlarına düşkün bir hırsız çetesinin içine sızıyor. Bu defa ajan Utah rolü Luke Bracey’e ve çetenin başındaki çılgın yarı-kötü lider Bodhi rolü ise, Gerard Butler’ın projeden son anda ayrılmasıyla yerine geçen Edgar Ramirez’e uygun görülmüş. Yeni senaryoda bu defa sızıntı yapmış ajanın kötüleri ele geçirme planları daha minimuma indirgenmiş ve onun yerine extreme sporlarına fazlasıyla ağırlık verilmiş. İlk filmdeki sörf ve uçaktan atlama sahnelerinin yanına, bu defa snowboard, serbest tırmanış, kanatlı tulum (Wingsuit) ve hız motorsikletleri de eklenmiş. Neredeyse extreme sporlarının en deli dolu anlarını gösteren bir belgesel şekline bürünmüş olan Point Break, ana hikayeyi biraz daha geri planda tutuyor. Kendilerini bu çılgın sporlarlara fazlasıyla adamış olan çetenin her üyesi, film boyunca doğaya karşı gelerek tüm çılgınlıkları sergiliyorlar. Esas amaçları ise, “Ozaki’nin 8 denemesi “ adındaki bir yolda ilerlemek. 8 farklı extreme sporunu yaparak zirveye ulaşmak için çabalayan ve hayat felsefelerini bunların üzerine kurmuş olan çete, bir yandan da düzenledikleri maskeli soygunlar ile peşlerindeki polisleri şaşırtıyorlar. Eski filme göre daha insaflı olan yeni filmin kötü ekibi, çaldıkları ganimetleri cebe atmak yerine Robin Hood’culuk oynayarak show yapıyorlar. Filmin tek kadın karakteri Samsara ise arada bir gözükerek ortaya hafif şiddetli bir romantizm katıyor.

Filmin esas dayanağı olan çılgın extreme sporlarını ön planda tutan Point Break, nefes kesen çekimleri ve harika doğa manzaraları ile izleyiciye tam bir seyir zevki sunuyor. Özellikle hız üzerine kurulu bir film olduğundan kamera açılarının özenle yerleştirilmiş olması adrenali oldukça tetikliyor. 10 farklı ülkede çekilen filmde yeşil ekran yerine doğal görüntülere yer verilmesi ise, gerçekçiliği yansıtan en büyük etken. Filmin özellikle başlarında ve finalinde ilk Point Break’e sadık kalınan sahneler mevcut. Bu sahneler de olmasa, zaten filme Point Break demek mümkün değil. FBI ile kötüler arasındaki dostluk bağları yine kıvamında. Aslında çok fazla ilk filmle kıyaslama yapmaya kalkılmadığı takdirde ve kendi başına bir bütün olarak bakıldığında seyretmesi çok zevkli ve heyecanı yüksek bir film. Özellikle adrenalin dozu yüksek olan, dev dalgalarda yapılan sörf, dağlardan süzüldükleri kanatlı tulum, hız motorsikletleri ve çılgın snowboard sahnelerinin unutulmayacağı bir gerçek. Yalnız finale doğru yer alan dağa serbest tırmanış sahnesinin oldukça abartılmış ve hızlıca geçildiğini de söylemeden geçmeyelim.

Doğayla savaşarak onu yenmeyi kafasına koymuş olanların, extreme sporlarına düşkünlerin ve heyecan arayanların bayılarak izleyecekleri Point Break, eski tadı çok fazla vermese de, seyirciyi ekrana yapıştırmayı başaran, seyretmesi çok keyifli bir film. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

5 Ocak 2016

JACK SHOLDER ile RÖPORTAJ



Yabancı yönetmenlerle yaptığım röportajlarımın yeni konuğu Jack Sholder, 80’lerin korku sinemasında adını duyurmuş bir yönetmen. Wishmaster ve A Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı Kabusu) gibi korku filmi serilerinin ikinci filmlerini çekmiş olan yönetmen, Hidden ve Alone in the Dark gibi o dönemin sıkı gerilim filmleri ile de tanınır. Uzun süren yazışmalarım sonunda kendisini ikna etmeyi başardığım usta yönetmen Jack Sholder, beni kırmadı ve hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum  soruları cevapladı. 

Jack Sholder’a bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.


KE- Wes Craven’in yarattığı Elm sokağı Kabusu serisinin 2.filmi size ait. Serinin kalan filmlerinde ise farklı yönetmenler bulunuyor. Bunun sebebi nedir? Neden devam filmlerini siz çekmediniz?

JS- New Line, asla Elm sokağı Kabusu’nu bir başyapıt olarak görmemiştir aslında iyi bir fikirdi ve ortada büyük bir katil Freddy vardı. Bu yüzden her devam filminde bir öncekinin kopyasını çekmektense, ayrı bir karakteri geliştirme özgürlüğüne sahip oldular. Ama devam filmini ben seçmedim. Benden çekmemi istediler fakat ben bir korku filmi serisi çekmek istediğimden henüz emin değildim.O arada bir arkadaşım aslında korku/ seri filmi çekmenin iyi para kazandıracağını söyledi. Arkadaşım haklıydı ve onun lafı üzerine film çekmeye devam etme kararı aldım. Ondan sonra 12 film daha yaptım
.
KE- Korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

JS- Gece boyunca çalışmak çok zordur çünkü korku filmleri karanlıkta çekilmek zorundadır. Diğer bir sorun ise insanların inandığı gerçek karakterler yaratmak ve insanların eğleneceği hikayeler ortaya koymaktır. Korkutmak ve ürkütmek işin en kolay kısmıdır. 

KE- 1989-2001 yılları arasında hiç korku filmi çekmediniz. Neredeyse 10 yıldır da pek film çekmiyorsunuz. Genelde Tv serisi ve Tv filmi. Korku filmlerine devam edecek misiniz?

JS- Ben hiçbir zaman büyük bir korku filmi hayranı olmadım. Bana kalsa hiç çekmezdim. Ama bu benim için bir başlangıç oldu ve oldukça da iyiydim. Ben aslında gerilim tercih ederdim ve o yıllarda daha çok yaptığım buydu. 12 sene önce Holywood’dan uzakta North Carolina’da bir üniversitede film yapım programına başladım. Yapması oldukça güç bir işti ve dolayısıyla aynı anda film de çekemedim. Şimdi tekrardan yönetmenliğe dönmeyi düşünüyorum. Göreceğiz. 

KE- Günümüze göre kıyaslama yaparsanız korku sinemasına olan ilgi 80’lerle nasıldı?

JS- O dönemlerde filmlerde çok fazla ürkünç şey vardı ve özel efektleri uygulamak çok kolaydı; aynı zamanda izleyiciler korku sinemasına karşı çok daha bilinçliydi. 1980’lerden bu yana çekilen filmlere bakarsak sadece çok iyi olanlar tutundu. 

KE- Çektiğiniz filmler arasında en beğenilenleri hangisi oldu?

JS- En çok iş yapan Elm sokağı Kabusu 2 idi. The Hidden ise, büyük olasılıkla en iyi filmdi. Ayrıca Alone in the Dark , By Dawn's Early Light ve 12:01 i de çok severim.

KE- Sizce Freddy’nin yıllardır çok sevilen bir korku karakteri olmasındaki etken nedir?

JS- O rol çok iyi bir aktör tarafından canlandırıldı. O dönemdeki birçok korku filmi katili, sadece dışarı atlayıp insanları öldüren dublörlerdi. Freddy'nin bir tarzı vardı, çok iyiydi ve çok ilginç bir caniydi.

KE- Alone in the Dark ve The Hidden filmleri çok bilinmese de aslında 80’lerin iyi filmleri arasındadır. Bu iki filmin başarı öyküsünden bahseder misiniz?

JS- Aslında gişe olarak bakarsak ikisi de çok iyi iş yapmadı. The Hidden'ın iyi iş yapacağını düşündük, çünkü çok iyi test edilmişti. Ama iyi bir şekilde pazarlanmadığını düşünüyorum. Ayrıca vizyona girdiği hafta sonunda  başka bir sürü ticari film vardı ortada. Yine de çok iyi karşılandı. Gişede iyi iş yapmamasına rağmen, bu iki filmi birçok insanın takdir ettiğini duymaktan mutlu oluyorum.

KE- En beğendiğiniz korku filmlerini yazar mısınız?

JS- Invasion  of the Body Snatchers (orijinal), Cronenberg'in birçok filmi özellikle The Fly ve The Dead Zone. Alien.Rec (orijinal İspanyol versiyonu)

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.