27 Temmuz 2016

PADRAIG REYNOLDS ile Röportaj


Korku filmleri üzerine yaptığım röportajlar serisinin bu defaki konuğu benimde favori filmlerimden birisi olan Rites of Spring’iın yönetmeni Padraig Reynolds. Bir kaçırma olayından slasher türüne dönüşen Rites of Spring’in ardından 2016’da çektiği son filmi Worry Dolls (Şeytanın Oyuncakları) ile Padraig Reynolds, bu defa korkuyu seri katil ve oyuncaklarla birleştiriyor.

Hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları cevaplayan Padraig Reynolds’a teklifimi geri çevirmediği ve aynı gün içinde cevapları yolladığı için çok teşekkür ediyorum.

KE- Korku sinemasına olan ilginiz nereden geliyor?
   
PR- Küçükken babam beni korku filmlerine götürürdü ve bir şekilde onlara aşık oldum. Çok korktuğumu hatırlıyorum ama buna rağmen her saniyesinden de zevk alıyordum. Sonrasında büyüyüp Los Angeles'a taşındım ve film ve TV sektöründe çalışmaya başladım. Korku ve gerilim filmleri yazıp yönetmekten zevk aldığım türden filmlerdi.

KE- Son filminiz Worry Dolls’dan biraz bahseder misiniz? Seyircileri neler bekliyor?

PR- Worry Dolls(Şeytanın Oyuncakları) Canton, Vicksburg ve Natchez Missisipi'de 20 günde çekildi. Film bir seri katil avı sonrası, şehri tüketen, vahşi cinayetlere sebep olan ve bir dedektifi kızının hayatını kurtarmak için zamanla yarışan bir durumla karşı karşıya getiren antik bir lanet ile ilgili. Umarım izleyicileri gerilmiş ve hemen sonra olacakları görmek için heyecan duyacakları inişli çıkışlı bir ruh haline sokabilirim. 


KE- Worry Dolls’un senaryosunu okuduğunuzda, size “işte bu hikaye tam bana göre” dedirten şey neydi? Sizi etkileyen ne oldu?

PR- Hikayenin Voodoo esintileri içeren suç-dram türünde olmasına bayıldım. Voodoo türünde çok fazla film olmaması hoşuma gitti. Böylece taze ve farklı bir şey yapabilme şansı doğuyor çünkü. Ayrıca filmin yazın ortasında ve güneyin derinliklerinde olmasına da bayıldım. Hava yapış yapış, terleten ve cehennem sıcağı diyebileceğimiz cinstenti.  Bence filmin geçtiği mekanlar filme gerçekten otantik bir hava katıyor ve eşsiz bir görünüm veriyor.

KE-İki farklı türün karışımı olan Rites of Spring ilk yönetmenlik deneyiminize göre oldukça başarılı bir film. İki ayrı türün karışımı Bu kadar enteresan bir hikayenin arkasındaki sır nedir? İlham kaynağınız olan film var mı?

PR- Rites of Spring(2011) ortaya çıktı çünkü, ormanda ortada koşturan çocuklar yerine korku filmine dönüşen bir adam kaçırma filmi fikrinin enteresan olacağını düşündüm. Yine fidyecileri kontrolün kendilerinde olduğunu düşündükleri ama aslında olmadıkları bir yere koymak ilginç olacaktı. Rites of Spring'in esinlenildiği filmler ise Don Segal'in The Black Windmill(1974)'i ve 1981 yapımı bir yılan filmi olan Venom.

KE- Korku filmi çekmenin zorlukları nelerdir ? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

PR- Düşük bütçeli korku filmi çekmek her zaman zordur. Çünkü çok fazla zamanınız ya da özel efekt ve espriniz yoktur. Ayrıca bizim filmde oldukça fazla zaman ve ilgi gerektiren bir köpek ve çocuk vardı. Üretim sürecindeki favorim açılış sekansını çektiğim dönemdi. Görüntü yönetmenim Adam Sampson ve ben gerçekten enerjik bir şey ortaya çıkarmak için işe koyulduk. İzleyicinin adeta aniden gırtlağına yapışan, bütün oyuncuları eşsiz, hızlı ve kanlı bir  biçimde tanıtan bir aksiyon sekansı ile filmin açılışını yapmak istedik. Ayrıca bu sekansı ormanlık alanda terk edilmiş akıl hastanesinde gerçekleştirdik ve bu da fazlasıyla olağanüstüydü.


KE- Korku sinemasında farklılık yaratmak için neler yapmayı düşünüyorsunuz? İlerde "Evet bu bir Padraig Reynolds filmi" diyebileceğimiz türden yapımlarla karşılaşacak mıyız?

PR- Sanırım sürekli taze ve yeni şeyler yapmaya çalışacağım. Son iki filmim Rites of Spring ve Worry Dolls gerçekten de heyecan duyduğum aynı evrende geçiyor gibi gözüküyorlar. İkili hikaye anlatımı, çılgın şiddet ve eşsiz mekanlar temamı gerçekten sürdürmek istiyorum. Ayrıca bir yönetmen olarak kendimi geliştirmek istiyorum ve bence her yeni film aynı zamanda bir gelişim deneyimi olacak benim için.

KE- Korku filme çekmeye devam edecek misiniz? Yeni projelerinizden biraz bahseder misiniz?

PR- Evet... Korku türünü seviyorum ve sonsuza kadar devam etmek istiyorum. Çekimlerine başlayacağım yeni filmimim adı Open 24 Hours(24 Saat Açık) olacak ve bu yıl Ekim ayında çekimlerine başlamayı planlıyoruz. Film tüm gece açık olan benzin istasyonunda iş bulan bir kız ve burada işlerin sarpa sarmasıyla alakalı olacak.

KE- Favori korku filmleriniz nelerdir? Sizi ilk korkutan film hangisiydi?


PR- Favori korku filmim 1974 yapımı olan Texas Chainsaw Massacre. Şimdiye kadar yapılmış en iyi filmdir. Beni ilk korkutan film ise Friday the 13th(13. Gün)'di. Önceden dediğim gibi babam beni izlemeye götürmüştü. Kancaya takılmıştım. Ödümü patlatmıştı. Çok muhteşem, estetik bir güzellikle çekilmiş ve korkutucu bir film

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.
www.populersinema.com/roportaj/rites-of-spring-ve-worry-dolls-filmlerinin-yonetmeni-padraig-reynolds-ile-roportaj-31107.htm

8 Temmuz 2016

CARNAGE PARK


2016 yapımı Carnage Park, “Pod” ve “Darling” gibi enteresan filmlerle adını duyurmuş olan Michael Keating’in yazıp yönettiği son filmi. Diğer filmlerine göre oldukça farklı ve sıradışı bir yapısı olan Carnage Park, izlerken pek çok filmi de aklınıza getiriyor. Açılış sahnesi başta olmak üzere, filmin renk ve müzik seçimleri, ses tasarımı, hatta yazı stilleri bile tamamen Tarantino filmleri kıvamında. The Hills Have Eyes’daki (Tepenin Gözleri) gibi yüksek kontraslı kızıl rengin hakim olduğu bir çölde geçen Carnage Park’ın sinematografisi gerçekten takdire değer.

1978 yılında bir banka soygunu sırasında iki kişi tarafından rehin alınan bir kızın (Vivian) içine düştüğü dehşeti anlatan filmin, ilk sahnesinden son ana kadar temposu hiç düşmüyor. İlk başlarda soygun filmi gibi başlayıp, ortasından itibaren piskopat bir şekle dönüşen film, gerçekten içten içe artan bir gerilime sahip. Vivian’ın soygunculardan kurtulma çabası sırasında verdiği mücadelenin yanına, ilerleyen dakikalarda bambaşka bir bela daha ekleniyor. Bu bela, California’nın Carnage Park adındaki arazisinin belli bir kesimini kapatarak kendine mekan edinen vatansever eski bir asker olan Wyatt’dır. Elindeki sniper silahı ile etrafa dehşet saçan ve akli dengesi yerinde olmayan Wyatt, hem soyguncular hem de Vivian için tam bir kabus olur.

Soygun ve rehine olayı ile başlayıp, suç filmi havasında ilerleyen film sonrasında, Leatherface’in yaşadığı ürkütücü eve benzeyen bir mekana taşınarak adeta farklı bir tarza geçiyor. Eğlence parkına gelindiğinde, etraftaki hoparlörlere yansıyan müzik ve ses tasarımı izleyenlerin sinirini bozacak kadar da başarılı. Gaz maskeli Wyatt ile Vivian arasında geçen kedi-fare kovalamacasını andıran tünel sahneleri ise, My Bloody Valentine (Sevgililer Günü Katliamı) tadında. Ayrıca tünelde devamlı yanıp sönen ışıklar ve kızın karanlıktaki çaresizliği, gerilimin dozunu yükselterek filmi finale kadar taşıyor.

The Last Exorcism I ve II’de izlediğimiz Ashley Bell devamlı kaçan, hırpalanan ve hayatta kalmak için her türlü çılgınlığı göze alan vahşi bayan kahraman rolüne bürünerek gayet iyi bir iş çıkarmış. Filmin merkezine oturtulan mücadeleci  kadın karakter, gerilim filmlerinde sıkça rastladığımız saçma sapan davranışları olan, sürekli ayağı takılıp düşen modellerin aksine bu defa tam bir savaşçı, tam bir femme fatale.

Ani ve hızlı bir girişle başlayan Carnage Park’ın, aralara yerleştirilen kısa flashbackleri, konunun dağılmasını önleyerek hikayenin bütünlüğü de koruyor. Baştan sona kadar ilginç bir şekilde ilerleyen filmin en büyük artısı ise, farklı türlere geçiş yaparak yarattığı tarzı koruması. Tabii ki içinde korku/gerilim filmlerinde yer alan pek çok klişe sahne mevcut, fakat filmin kendine ait bir stile sahip olması ve ilginç sekansları barındırması, bu klişelerin göze batmasını azaltıyor. Yönetmen Michael Keating, kısa olan filmin süresini, soygunun nedenine, piskopat Wyatt’ın nasıl o hale geldiğine ve karakterlerin tahlillerine harcamayarak, bu süreyi tamamen hızlı ve akıcı bir tempo için kullanmış. Böylece film boyunca durağan sahne neredeyse yok. En heyecanlı ve aksiyonu bol sahneler, filmin son 20 dakikasına sığdırılmamış. Tam tersine film boyunca devamlı bir koşturmaca ve sessiz bir gerilim mevcut. Final sahnesi ise, çok fazla tatmin edici olmamasına rağmen yine de vasatın üstünde. Hatta yazılardan sonra çıkan klasikleşmiş bir sahne, devam filminin geleceğini de işaret ediyor.

Carnage Park’ın, korku gerilim filmleri arasında çok büyük yer edinecek kadar bir şöhreti olmayacak belki, ama en azından yönetmenin değişik bir tarzı deneyerek hikayeyi farklı yere taşıması açısından seyredilmeyi hak ediyor. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

3 Temmuz 2016

İskandinav Polisiyelerinde Hayat Var! “Kaçırmamanız Gereken 3 Film”


Son yıllarda inanılmaz derecede güzel işler çıkaran İskandinav ülkeleri, Bron/Broen (2011), Forbrydelsen (2007), Den Som Draeber (2010), Trapped (2015) gibi harika diziler ortaya koydu. Tabii ki Hollywood’un böyle kaliteli yapımları keşfetmesi uzun sürmedi ve bu dizilerin senaryosuna sadık kalıp, kurgusunda ufak tefek detaylarla oynamalar yaparak süsledi ve yayına soktu. Bron/Broen-The Bridge (2013), Den Som Draeber-Those Who Kill (2014) ve Forbrydelsen ise The Killing (2011) adıyla seyircilere kısa sürede sunuldu. Özellikle dört sezon süren “The Killing” iyi bir uyarlamaydı ve çok beğenildi.

İskandinav yazarların en çok satan polisiye romanlarından uyarlanan bu dizilerin ardından, İsveç-Norveç ve özellikle Danimarka yapımı kaliteli filmler de ortaya çıktı. Stieg Larsson’un eseri olan Millenyum Üçlemesi (The Girl with the Dragon Tattoo, Ejderha Dövmeli Kız/The Girl Who Played with Fire, Ateşle Oynayan Kız/The Girl Who Kicked the Hornet’s Nest, Arı Kovanına Çomak Sokan Kız) İskandinav romanları içinde en çok beklenen seriydi. Serinin orijinal halinin beyazperdeye aktarılması, seyirciler ve eleştirmenler tarafından çok başarılı bulunsa da, ilk film olan The Girl with the Dragon Tattoo’nun (Ejderha Dövmeli Kız’ın) David Fincher tarafından çekilen versiyonu, oyuncu seçimlerinin yanlış olması ve tam anlamıyla hikayeye sadık kalınmaması yüzünden iyi tepkiler almadı.

Sinemacıların ve dizi yapımcılarının İskandinav romanlarına ve yazarlarına büyük bir hayranlıkları var. Yazılan hikayelerin kesinlikle okuyucu veya seyirciyi kendine bağlayan bir sihiri olduğuna inanıyorum. Belki de ülkenin ve olayların geçtiği mekanların kasvetli iklimi, insanlarının gülmeyen, ağır ve soğuk tavırları, hikayelerin yarattığı gizemle birleşince sonuna kadar sürükleyiciliğini koruyor. Genelde siyasi ve toplumsal sorunları ele alan bu yapımlarda en çok dikkat çeken şey ise, oyuncuların Hollywood yapımı dizi ve filmlerde yer alan manken gibi kızlardan, baklava vücutlu yakışıklı erkeklerden değil, tam tersine sıradan insanlardan oluşması. Başroldeki polisler veya dedektifler, sokakta rastlayacağınız normal, çelimsiz veya şişman tipler olabiliyor. Ayrıca oyuncuların gösterdikleri doğal performanslar da, kesinlikle bu yapımları daha inandırıcı kılabildiği gibi, izlenme oranının artmasına da olanak sağlıyor.

Aşağıda önereceğim üç film aslında bir seri şeklinde ilerliyor. Başroldeki dedektifler Carl ve Esad, her filmde aynı ve her seferinde birbirinden farklı bir olayı çözmek için uğraşıyorlar. Genelde sonuna kadar gizeme dayanan ve finalde olayların çözüldüğü filmlerde, konuyu fazla yazmaya başladığınızda aradaki yanlış ve ufak detaylar sizi filmi izlemekten bir anda soğutabiliyor. Oradaki bir kelime ya da cümle, filmin yani hikayenin aslında en önemli kilit noktası olabiliyor. Konuyu kısıtlı yazıp, gerisini izleyiciye bırakmak çok daha doğru bana göre. O yüzden elimden geldiğince filmlerin konusunu fazla uzatmadan kısaca size yazmaya çalıştım. Hatta konularını hiç okumadan, İskandinav polisiyelerden zarar gelmez diyerek direk izlemeye başlamak en güzeli.

Her üç film de, Kuzey Avrupa ülkelerindeki toplumsal sorunları, bunalımları güzel dile getiriyor ve anlatıyor. Esad ve Carl gibi farklı coğrafyaya ve farklı din görüşlerine ait iki zıt karakterin uyumu ve dayanışması ise, filmlerin en başarılı kısımlarını oluşturuyor. Olaylar her ne kadar klasik bir konu gibi gözükse de, senaryo ve kurgunun itinalı işlenişi, tüm oyuncuların dikkatli seçimi, bu yapımları size daha fazla bağlıyor.
Bu filmler, yüksek aksiyon beklentisi olmayan, gizemli ve kaliteli bir polisiye izlemek isteyenler için birebir. Etrafta fazlasıyla aynı şeyleri tekrarlayan Hollywood filmleri varken, İskandinav yapımlarını izlemek çok daha fazla keyif veriyor.

Kvinden i Buret ( The Keeper of Lost Causes ), Kafesteki Kadın, 2013

2010 yapımı Borgen adlı diziyi yöneten Mikkel Nørgaard’ın elinden çıkmış olan Kafesteki Kadın, Jussi Adler-Olsen’in romanından beyaz perdeye uyarlanmış ve senaryosu da, The Girl with Dragon Tattoo’yı yazan Nikolaj Arcel’e ait. Film, İskandinav gerilim -polisiye tarzı filmleri sevenleri memnun edecek bir yapım. Başroldeki dedektif rolünde Forbrydelsen (2007) dizisinden tanıdığımız Nikolaj Lie Kaas yer almakta. Filmde araştırılan “Merete Lynggaard” davası ise, son yılların başarılı İspanyol filmlerinden biri olan El Cuerpo’ya oldukça benziyor. 

Filmin konusuna gelirsek; etrafındakiler tarafından pek sevilmeyen cinayet masasında görevli polis memuru Carl Mørck (Nikolaj Lie Kaas), son görevinde başına buyruk takılması yüzünden iş arkadaşının ölümüne sebep olunca, eski davalardan oluşan Departman Q’da göreve başlar. Burada yanına Ortadoğulu bir asistan olan Esad (Fares Fares) verilir. Carl bir süre sonra yine dik kafalı davranarak, yıllar önce kapatılmış bir davayı bulup ortağıyla beraber tekrar araştırmaya ve katilin izini sürmeye başlar. 

Fasandræberne ( The Absent One ), Sülün Katilleri, 2014

Aynı iki dedektifimiz ve aralarına yeni katılan bir bayan asistan ile görevlerine Departman Q’da devam etmektedir. Bir akşam Carl’ın karşısına çıkacak olan yaşlı bir adamın söylediklerinden sonra başlayan cinayetler, ortalığı karıştırır. Olayları çözmek için araştırmalara başlandığında, geçmişte bir lisede işlenmiş ikiz kardeş cinayeti ortaya çıkar. Carl ve Esad, devamlı hedef şaşırtan katilin izini sürerken, kendilerinin de olayların hedefi haline geleceklerinden habersizdirler.

Oldukça rahatsız edici ve ürpertici sahnelere sahip olan film, ilk filmin çıtasını daha yükseğe taşıyor. Cinayet filmlerinde yer alan acımazsızlık duygusu ise, bu defa farklı boyutlara ulaşıyor.

Flaskepost fra P ( A Conspiracy of Faith ), İnancın Tuzağı, 2016

Çok uzun zaman okyanusta dolaşmış ve sahile sürüklenmiş bir şişenin içinde not bulunur. Notu çözmek için Departman Q’ya başvururlar. Carl ve Esad, notta yazanları araştırmaya başladıklarında, olayların çok farklı bir bakış açısına sahip olduğunu görürler. Ellerindeki sınırlı sayıdaki ipuçları ile yola koyulan ikili, kısa bir süre sonra kendilerini geçmişten gelen ürpertici bir davanın içinde bulurlar.

Bu defa ilk iki filme göre daha hareketli ve heyecan dozu yüksek olan bir filmle karşılaşıyoruz. Hikaye, yine sonuna kadar sürükleyen ve merak içinde bırakan bir yapıya sahip.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.