23 Haziran 2017

Belgrad Hakkında...

Sava ve Tuna nehrinin birleştiği yerde bulunan Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a ilk kez gidecekler buraya yazdıklarımı gözden geçirmeden gitmesinler. Öncelikle cebinizde Euro ile şehre giriş yapın ve her yerde bolca bulunun döviz ofislerinden paranızı Sırp Dinarı (RSD)’ na çevirin. 1 Euro yaklaşık 120 RSD. 100 RSD, bizim paramızla 3,2 TL. Buna göre her yerde rahatça hesap yapar ve bizim ülkeyle tüm fiyatları karşılaştırırsınız. Şehir hakkında ulaşım, yeme-içme ve gezme ile ilgili tespitlediğimiz (iki kişi gezdik) tüm detaylar burada. Biz; müze, kilise, sergi ve tarihi yerler seven ve meraklısı olan birileri olmadığımızdan daha çok yedik, içtik ve bol bol gezip keşif yaptık, o yüzden o tarz yerler hakkında çok bilgi veremeyeceğim. Ama diğerleri hakkında bilgi çok.

Belgrad, özellikle büyük şehirde yaşayıp, trafik ve kalabalıktan bunalanlar için enerjisi yüksek, çok ideal bir yer. Sessiz, sakin kendi halinde huzurlu bir şehir. Doğası, yeşillikleri, parkları mükemmel, bar, cafe ve restoranlarının yanı sıra özellikle gece hayatı ile de insanı mest eden bir şehir burası.

Şehrin her yerinde gezen mini etekli ve kısa şortlu kızlara yiyecek gibi bakan, karışan, rahatsız eden yok, kimsenin umurunda değil, herkes çok rahat ve çok modern. Ortalıkta dolaşan başıboş tek bir sokak kedisi veya köpeğe rastlamak mümkün değil, onların yerine güvercinler geziyor. Onlar da kimseyi takmıyor ve çok cool takılıyorlar. Yanında duruyorsunuz sizle beraber yürüyorlar ve uçmayı pek tercih etmiyorlar, uçarlarsa da kafanızın üstünden saçınıza değecek kadar alçaktan uçuyorlar, bir garipler çözemedik. Bu arada herkesin köpeği var, insanlar çeşit çeşit köpeklerle şehirde geziyorlar, çok güzel. Çoğu sokakları, meydanları ve caddeleri İstanbul’un pek çok semtine benziyor. Cafe’de ya da restoranda otururken yanınıza gelip para isteyen ve yapışan ufak çocuklar burada da mevcut. Bazıları otobüslerin içinde takılıyorlar, hatta otobüsün içinde yerde oturan dilencilerde bulunuyor ama yine ne şoförün ne de milletin umurunda değil. Ayrıca en dikkat çekici olay -büyük şehirde yaşayanlar için gözden kaçmayacak bir durum- şehirde bir korna sesi yok, trafik yok, yayalar geçeceği zaman durup yol veren (bizde hiçbir zaman göremeyeceğimiz) saygılı araç şoförleri var. İnsanlar mutsuz ve sinirli değil, huzurları da buradan geliyor sanırım.

Şehir içinde en güzel ulaşım otobüs, her dakika her yere otobüs gidiyor. Elinizde bir harita olduktan sonra her yere gidersiniz, haritalarda, nereye gitmek için hangi no’lu otobüse bineceğiniz yazıyor. Taksiye para vermek akıl işi değil. En güzeli ise, otobüslere elini kolunu sallayarak biniyorsun, ne para soran ne de kart bas diyen var. Herkes ondan inip ona biniyor; yalnız şöyle bir durum var, cebinde -şehrin her yerinde adım başı bulunan büfelerde satılan- BusPlus (içi en az 2 seferlik geçiş için doldurulmuş şekilde) kartınız olursa iyi olur çünkü belinde çantalı kadın ya da adam görevli arada binip sorarsa ve sende o kart yoksa o zaman 50 Euro cezası varmış. Biz denk gelmedik ama orada yaşayan Türklerden bu durumu duyduk. Zaten BusPlus kart 250 RSD, İki seferlik geçiş de 180 RSD. Yani anlayacağınız çok ucuz, cebinizde dursun içiniz rahat olsun.

Galiba Belgrad halkının en çok sevdiği şey dondurma. Şehrin her yerinde caddelerde 100 m’de bir, bizim Algida dondurma dolapları gibi dolaplar var ve içinde aynı şekilde 30-40 çeşit dondurma yer alıyor markası ise Frikom. Ve bunları satanların geneli 60-75 yaş arası, sanırım emekli olan herkese -al sana bir dondurma dolabı sat/takıl- diyorlar. Her yerde elinde dondurmalı insanlar görmeniz mümkün. Bir de Ice Box denilen sadece dondurma ve yoğurt satan ufak dükkanlar mevcut, işte buranın dondurma çeşitleri inanılmaz, başka yerde böyle dondurma yiyemezsiniz, evet –yeme olayı- direk yiyorsunuz ısırarak o kadar güzel. Bol çeşitleri var ve hepsi çok lezzetli.

Yerel halkın ikinci hastalığı börek, çörek vs., yine bol miktarda her köşede bir Pekara veya Nekapa yazan fırınlar mevcut. Burada çok çeşitli poğaça, börek, simit veya sandviçler bulunuyor. Özellikle CKPO3 bizim her sabah bayılarak kahvaltı yaptığımız bir unlu mamuller mekanı. Çeşitli soğuk sandviçleri ve limonatası çok iyi, birçok yerde de şubesi var. Görürseniz durun ve dalın içeri. Genelde en iyi simit ve börek yapan yerler, sokak aralarında bulunan ufak fırınlar, bizim paramızla kocaman bir talaş böreğini 50 kuruşa falan alıyorsunuz. Bu kadar hamur işi seven bir millet, fakat hepsi zayıf ve düzgün fizikli, bu da ayrı bir olay.

Üçüncü hastalıkları ise, dilim pizza. Börekten sıkıldığınız zaman yine adım başı dilim pizza satan yerlerden pizzanızı yiyebilirsiniz. Ayrıca dilimleri bizim pizzalar gibi ufak değil, her biri feci doyurucu ve kocaman, fiyatı ise koca bir dilimi 100 RSD. Merkez Trg Republike meydanında at heykelinin baktığı yönde, yolun karşısında köşede Pizzaria Trg diye bir yer var. İşte burası inanılmaz güzel dilim pizza ve krep yapıyor. Onlar krep yerine pancake diyorlar. Krepin içine istediğiniz malzemeyi koyuyorlar, tavada anında hazırlayıp külah şekline getirip veriyorlar, dürüm gibi yiyorsun, tadı ise anlatılmaz yaşanır. Onun da fiyatı 60-90 RSD arası.

Belgrad’ın en meşhur milli yemeği Cevapcici dedikleri, bizim İnegöl köftesine benzeyen köfteleri. Tüm restoran veya bizim kebapçı dediğimiz yerlerde mutlaka bulunuyor. Bir porsiyona 10-12 adet köfte ve yanına bol malzeme koyuyorlar, bitirdiğinde o gün başka bir yemek yiyemiyorsun. Porsiyonları çok büyük ve çok doyurucu. Cevapcici tatmadan şehirden ayrılmanız mümkün değil, ayıp edersiniz. Et burada çok ucuz, domuz falan değil ayrıca. Cevapcici köftesini burger şeklinde satan yerler de var, 160-180 gr kalın eti bizim tombik döner pidesine koyup içine seçeceğiniz bolca sos çeşitlerini de ilave edip sunuyorlar. Fiyatı ise yanında patates kızartması ile beraber menü şeklinde 150-200 RSD arası, komik yani. İçindeki burger, pideden taşıyor o derece büyük. Fakat şehrin en iyi köfte yapan meşhur yeri Orasac adında çok şık bir restoran. Trg Republike’den 26 no’lu otobüse binince 10 dk bile sürmüyor, Bulevar Hralja Aleksandra’da inin sorun, zaten herkes biliyor bu restoranı.

Gelelim içeceklere, Belgrad’ın iki meşhur birası var Lav ve Jelen. Bu biraların çoğu yerde kendi mekanları var sadece o markaları satan. Bunun yanı sıra Shop&Go adında her 50m’de bir yer alan küçük marketlerde de mevcut. Ayrıca hangi restoran veya bara girerseniz girin mutlaka bu iki bira bulunuyor. Tatları bizim Efes’e çok benziyor, ikisi de harika biralar. Fiyatı ise tam komedi; marketlerde 50 cc’lik bu biralar 53 RSD (yani 1,5 TL) küçük su ise 70-80 RSD. Yani alkol, sudan ucuz. Bu biraları şehrin en lüks restoranında ya da bir gece klubü/barında bile içseniz max. 200 RSD veriyorsunuz, bu da şaka gibi. Suya kimse para vermiyor, etrafta 4-5 musluğu olan tarihi büyük çeşmeler var buradan kaynak suyu akıyor ve herkes oradan içiyor, kimisi elindeki boş pet şişeye doldurup gidiyor. Restoran ya da cafelerde kahve istediğinizde bu musluklardan doldurulmuş sular yanında mutlaka geliyor tadı da harika. Filtre kahve sevenlerin çok beğeneceği en iyi iki cafe Coffee Dream ve Koffein. İki mekan da Knez Mihailova’da mevcut.

Belgrad’ın en meşhur ve en klas caddesi trafiğe kapalı olan bizim İstiklal caddesine çok benzeyen Knez Mihailova Caddesi. Burada tüm bildiğiniz markaları satan mağazalar, özel tasarımlar bulunduran butikler, cafeler, şık restoranlar ve barlar mevcut. Merkezdeki Trg Republike’nin hemen yanından başlayıp uzayan bu cadde, aynı zamanda büyük bir parkın içinde yer alan Belgrad kalesine yani, Kalemegdan’a kadar gidiyor. Kalemegdan’ın bulunduğu parktaki tüm nehir kenarı ve Belgrad’ı görebileceğiniz manzara ise inanılmaz, burada saatlerce kalabilirsiniz. Ayrıca kalenin yanında, savaşta kullanılmış gerçek tank, top ve uçaksavarlar da mevcut. Üstüne çıkmadığınız sürece foto çektirebilirsiniz, çünkü görevli sizi kesiyor o anda. Park çok büyük gezemem yorulurum derseniz, bizim gibi 100 RSD verip ufak şirin tur trenine binip 20 dk’da her yeri görürsünüz, olay biter.

Diğer meşhur yerleri ise, Skadarlija (Bohem Street) dedikleri çiçeklerle süslenmiş, bizim arnavut kaldırımlarına benzeyen eğlencesi bol taş bir sokak. Burada içinde Sırp şarkıları çalan çalgıcıların yer aldığı kendi geleneksel şaraplarını ve meyveli rakılarını içebileceğiniz bizdeki meyhanelere benzeyen Kafana denilen mekanlar mevcut. Ufak sevimli restoranların ve kulüplerin yer aldığı Skadarlija, sabaha kadar süren renkli gece eğlenceleri ile meşhur bir yer. Belgrad’ın gece hayatı zaten en çok konuşulan konu. Mutlaka her gün canlı müzik dinleyebileceğiniz barlar ve kulüpler var. Nehrin karşı tarafında kenarda nehrin üstünde fazlasıyla gece klubü de yer alıyor, biz gidemedik ama eğlencesinin methini çok duyduk, özellikle Shake’n’Shake denilen mekan çok iyiymiş.

Knez Mihailova’nın sonunda yer alan Green Mill Pub ve Zappa Bar da belli günlerde Rock müzik çalan gruplar çıkıyor. Giriş parası falan hiç bir mekanda yok, girip içip dinleyip çıkıyorsun, biralar da en fazla 175-200 RSD. Green Mill’in hemen yanında bizim Pera Palace’ın Belgrad şubesi var, menüsünde Türkçe seçenek de var, yemekler Türk mutfağı, lezzetli ve gayet ucuz. Akşam yemeği ve yanında bir şişe şarap için ideal ve şık bir yer.
Mutlaka görülmesi gereken diğer önemli yer ise, Belgrad’ın Sava nehrine bakan tarafında ana yola bağlanmış olan Ada Ciganlija. Cennet gibi bir yer burası. Ortada bir nehir iki tarafta uzunca bir plaj ve fazlasıyla yeme-içme mekanları. Ayrıca büyük gezi parkı ve bisiklet parkuru da mevcut. Göl kenarındaki bu mekanlarda yer alan büyük yastıklar, salıncaklar ve hamaklarda takılarak süper bir keyifle yeşillikler dolu şahane bir manzaraya ve göle karşı içkinizi yudumlayabilirsiniz. Bizim Mecidiyeköy’e benzeyen kalabalık ve genelde otobüslerin kalktığı yer olan Zeleni Venac’dan 56 No’lu otobüs ile Ada Ciganlija’ya gidebilirsiniz. 

Sava ve Tuna nehri üzerinde nehir turu yaparak tüm Belgrad’ı görüp dev köprülerin altından geçebilir, nehir kenarındaki mekanları (restoran, gece klubü vs.), önünde teknesi olan harika evleri, ormanı ve yaşantıyı daha yakından inceleyebilirsiniz. Kalemegdan’a gelmeden yolun üstünde nehir turu satan gençler var. Biz kaplumbağaya benzeyen La Tortuga Belgrade City Cruise adındaki sarı sevimli bir tur gemisi ile nehir gezisi yaptık. Bir kişi 10 Euro, 1,5 saat sürüyor, nehir leş gibi sapsarı, ama manzara çok iyi. En azından nehir kıyılarını gezip, şehri daha yakından tanıyorsunuz, zaten geçtiğiniz her yeri gemide tüm detayları ile anlatıyorlar. Yine merkezden 10 dk uzaklıkta bir yer var, adı Zemun, burada Gardos Tower adında tarihi bir kule bulunuyor, biz çıkmadık altındaki FatCat Pub’da biramızı içtik çünkü aynı şehir manzarası burada da vardı. Sokakları ve meydanı çok güzel küçük bir bölge olan Zemun’u da gezi rotanıza ekleyebilirsiniz.

Son olarak Belgrad’da kalacak yere gelelim. Burada genelde pahalı oteller yerine apartments dedikleri apartman dairelerine ve hostellere rağbet var. Biz de aynı şekilde çok ucuza Downtown Belgrade Apartments adındaki bir dairede kaldık. Booking.com’da burayı bulabilirsiniz.Tesisin sahibi olan Dusan adındaki genç arkadaşın şehirde 3 ayrı yeri bulunuyor. Biz 16A Gospodar Jovanova Street’de bulunan Studio 22-Lux Studio’da kaldık. 4.kat asansörlü ve terası da vardı. Oda çok temiz ve aradığınız her şey mevcut. Dusan, işini çok profesyonelce yapan ve kalan misafirleri ile oldukça ilgili birisi. Kesinlikle burayı tavsiye edebilirim. Yani bu şehirde araştırırsanız az paraya temiz ve iyi bir yer bulmak mümkün. Günde 2 kez uğrayacağınız odaya fazla para vereceğinize, paranızı yemekleri ve içkileri çok ucuz olan Belgrad’ın tadını çıkarmak için kullanabilirsiniz.

Vizesiz olarak gidilebilecek ülkelerin içinde gerek yakınlığı gerek huzurlu yaşam tarzı ile hayran kalacağınız Belgrad, uzun bir tatil veya kısa bir kaçamak için en ideal yerlerden birisi. Tatiliniz bittikten sonra burada harika yaşanır diye düşünmeniz de çok yüksek bir ihtimal.


25 Mart 2017

Collide


Daha önce fazla duyulmamış Shifty ve Welcome to the Punch gibi sıradan filmlere imza atmış olan İngiliz yönetmen Eran Creevy, bu defa Collide (Otoban) ile aksiyonun sınırlarını zorlamayı deniyor. Nefes kesen araba sahneleriyle kaplı filmin arka planında gerçekten iyi bir ekibin yer aldığı aşikar. The Dark Knight Rises ve Inception'daki dublör koordinatörü Tom Struthers ile Skyfall ve Fast & Furious 6 filmlerinin araba sürüş dublörü Ben Collins bu sahnelerin en önemli liderleri.

İngiliz-Alman ortak yapımı olan Collide, klişe bir aşk hikayesini Alman otobanlarına taşıyan temposu yüksek bir film. Konusu ise şöyle; Köln’de gezinen Amerikan hırsızı Casey (Nicholas Hoult), Juliette (Felicity Jones) adında bir kızla tanışır. Kızın yakalandığı hastalığı öğrenince ameliyat için gerekli parayı temin etmek üzere eski alışkanlığına son kez geri döner. Daha önce çalıştığı patronu Geran (Ben Kingsley) ile tehlikeli bir anlaşma yapan Casey’in görevi, acımasız Alman gangster Hegan (Anthony Hopkins)’ın elinden mallarını çalmaktır.

Collide, kesinlikle çok hareketli ve enerjisi yüksek bir film. Aksiyon durmak bilmiyor, fakat yönetmen, hızlı ve gerilimi bol bir film yaratmak isterken, ciddiyetten tamamen uzaklaşmış. Bunun nedeni, hem karakterler arasındaki uyumsuzluk, hem de fazlasıyla mantık dışı sahnelerin yer alması. Hızlı ve Öfkeli serisinde sıkça karşılaştığımız patlayan ve takla atan arabaların enkazından çiziksiz ve kansız çıkabilme yeteneği bu filmde de bolca mevcut. Casey, dakika başı araba parçalıyor ondan ona biniyor, kaçıyor ve kurşunlara asla hedef olmuyor. Aptalca gözüken fazlasıyla sahne mevcut, fakat bu sahneler filmin seyir zevkini köreltmiyor, sadece filmi sıradan ve eğlenceli bir hale dönüştürüyor. Olay yerine polisin daima geç geldiği ve hız sınırının yok olduğu bir otobanda geçen Collide’de, yeni parlamaya başlayan Hoult ve Jones ikilisinin uyuşmazlığı da fazla göze çarpıyor. Mad Max: Fury Road ve Rogue One gibi yüksek bütçeli filmlerde karşımıza çıkan iki oyuncunun, böylesine tv dizisi kılıklı yavan bir yapımda sahte duran iki karaktere bürünmeleri ne derece doğru bilinmez. Bu ikiliyi geçtik, filmin gangsterlerine hayat veren Hopkins & Kingsley gibi Oscarlı en iyi karakter oyuncularının bu filmde işi ne peki? Belki de arada eğlence olsun diye bu tip filmlere katkıda bulunuyorlar. Gerçi Ben Kingsley, Iron Man 3’deki Mandarin karakterini andıran yine çılgın ve deli dolu haliyle filme eğlence katmayı başarıyor. Hopkins ise az ve öz rolünün hakkını tabii ki vermiş.

Yüksek hızdaki araba takip sahneleri ile anılacak olan Collide, içinde türk oyuncunun da yer aldığı Almanların ünlü tv dizisi Alarm for Cobra 11 (Kobra Takibi) ile fazlasıyla benzerlik taşıyor. Hatta bu filmde Kobra Takibi’nde oynamış bir türk oyuncu da yer almış. Bir zamanların vizyon harici sadece video için çekilen vasat ve klişe aksiyon filmleriyle aynı izleri taşıyan Collide’i tavsiye etmek çok doğru değil. Ama iyi vakit geçsin, kafamı dağıtayım, memleketin sıkıntılı durumundan biraz uzak kalayım derseniz keyifli gelebilir.


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır. 

19 Mart 2017

ADAM MARCUS ile Röportaj


Sean S. Cunningham’ın, 1980 yılında 13. Cuma’yı ortaya çıkardığında peşinden gelecek başarıyı ve yarattığı Jason Voorhees karakterinin yıllar boyu bir korku ikonu olacağını hayal bile ettiğini sanmıyorum. Toplamda 12 filmi çekilen ve dünya çapında büyük bir hasılat yakalayan 13.Cuma serisi, ardında pek çok da ceset bıraktı. Jason Voorhees hikayesinin başlangıç yeri olan ve gençlerin kamp yaptığı Crystal Lake bile günümüzde halen en çok konuşulan korku bölgesi. Bu kampa gelenler ne yazık ki seri katil Jason’ın elinden asla kurtulamadı. Evlerinizin kapısını kitleyin, çadırınızdan çıkmayın ve arabanıza doğru hızlı koşun!. Çünkü çağımızın en büyük korku adamı Jason, elinde uzun bıçağı ile peşinizde. Yapacak pek de bir şey yok aslında, Jason’a ne yaparsanız yapın o diğer filmde yine hayatta. Hatta şehir hayatından sıkılıp Manhattan’a, oradan da uzaya bile gitmişliği var. Yalnız ortada şöyle bir gerçek var ki; Jason’ın hayatta kalması seyircinin fanatikliğine ve isteğine bağlı. Onlar Jason’ı korku kralı yaptıkları müddetçe, senaristler sayesinde tekrardan bir şekilde canlandırıldı. Farklı yönetmenler farklı kurgularla Jason’ı tekrardan ortaya çıkarıp ya da ruhunu yaşatıp seri katil formatından kopartmadılar. Günümüzden 400 yıl sonra geçen bir hikayede (Jason X), uzay gemisinde yarı makine şeklinde Jason bile izledik. Hatta rüyaların seri katili Freddy ile de kapıştı. 13. Cuma serisi 4. filmden sonra artık biraz daha ilginç olmaya başladı. Ölmek bilmeyen maskeli katilimiz Jason’ın lanetli katil ruhu, 9. film olan Jason Goes to Hell: The Final Friday’de vücuttan vücuda geçerek farklı kişileri ele geçirdi. Bu filmin yönetmeni Adam Marcus yaptığım bu röportajda sadece kendi filminin detaylarını değil, Jason karakteri hakkında bilinmeyenleri de anlattı.

Korku/gerilim filmlerine olan düşkünlüğümü, farklı site ve dergilerde yazdığım inceleme, eleştiri ve dosya türündeki yazılarla pekiştirirken, uzun zamandır yerli/yabancı yönetmen/oyuncularla yaptığım röportajlara da yer vermekteyim. Adam Marcus beni kırmadı ve SFX dergisinde yayınlanmak üzere sorduğum soruları içtenlikle cevapladı. Kendisine hem çok teşekkür ediyor hem de yeni korku filmi Secret Santa için başarılar diliyorum.



Korcan E.- Jason Goes To Hell: The Final Friday İlk yönetmenlik deneyiminiz. Başlangıç olarak neden 13.Cuma gibi kült bir serinin devam filmini seçtiniz?

Adam M.– Aslında daha çok Friday beni seçti diyebiliriz. Daha 10 yaşındayken ilk filmden itibaren filmle aramızda bir bağ vardı. Sean S.Cunningham’ın oğlu, Noel ve ben çocukken birbirimizin en yakın arkadaşlarıydık. Ve böylece hep Cunninghamlar’la birlikteydim. Aslında Friday the 13 th, Spring Break ve yaptıkları diğer işlerin birçoğunun yapım sürecinde yoğun bir şekilde onlar için çalıştım. Daha ilk günden işe karışmış buldum kendimi. Gençlik dönemimizde Sean ve Wes Craven’le birlikte bir sürü okumalar yaptım. Onların üzerinde çalıştığı Cunningham’ın senaryo metinlerini okumaya alışmıştım. Hep bir şekilde bu işe dâhil oluyordum.
Sean, ben Connecticut’ta ilk tiyatro şirketimi finanse ederken  -ki bu şirket benim NYU’ya gitmeden önce uzun yıllar boyunca yürüttüğüm, en iyi film ödülünü kazanan öğrenci filmimi yaptığım şirket- inanılmaz yardımcı oldu. Bu film görünürde Jason Goes to Hell işini kazandırdı bana. Çok büyük bir “Friday” hayranıydım bu noktada. Filmlerin her bölümüne, her satırına hâkimdim. NUY’a birlikte gittiğim yazı partnerim Dean Lorey de büyük bir korku hayranıydı. Sonrasında mezun olduğumda Sean S.Cunningham LA’a gelmemi, bir yıllığına onun kölesi olmamı, böylelikle bir şeyi yönetmek için bana bir şans vereceğini söyledi. LA’dayken yapımcı olarak ilk uzun metraj filmime başladım. Sonuç ürünü My Boyfriend’s Back olan Johnny Zombie adında ufak bir film. Disney filmi, benim yazı partnerim Dean’in metinine göre yaptı. Bu fimi yönetecektim ama çok da heveslisi değildim. Bu yüzden Sean da beni başka bir göreve atadı. New Line’ın “Friday Franchise”ın kullanım haklarına ihtiyacı olduğunu söyledi bana. Sonrasında da bir şekilde hokey maskesini filmden çıkarabilmenin bir yolunu bulup bulamayacağımı, böylece filmi hem yazıp hem yönetebileceğimi söyledi. 2 gün sonra sürecin sonucunda Jason Goes to Hell’e dönüşecek taslağı yazdım. İşi aldığımda 21 yaşındaydım. Filmi çektiğimde ise 23.

Korcan E.- Jason’ın lanetinin vücuttan vücuda geçişi oldukça kötü eleştirilere maruz kaldı. Neden Jason karakterini devam ettirmediniz ve böyle bir seçim yaptınız?

Adam M.– Sean S. Cunningham hokey maskesinden ciddi anlamda nefret ediyordu ve bu maskeyi filmden çıkarmak istedi. Bu nedenle vücut olayı maskeden kurtulmanın zorunluluğundan doğdu. Ama ben katil olarak Jason’ı filmde tutmak istedim. Arka plan hikâyesini anlatabileceğimizi ve The Thing’deki gibi vücut değiştirmelerle saklanan Jason’ı daha sinsi bir varlığa dönüştürebileceğimizi hissettim. Benim en büyük problemim şimdiye kadar olan filmlerde hiç kimsenin 50ler’de  boğulan çocuğun nasıl birden gölden fırlayıp çıktığı, çıktığında ise nasıl hala bir çocuk olduğu, yalnızca birkaç hafta içinde nasıl yetişkin bir insan vücuduna evrildiği ve hatta birkaç ay sonra nasıl olup da dev boyutunda bir güreşçiye dönüştüğünün anlatılmamış olmasıydı. Yani bunun bir açıklaması olmalıydı. Bu nedenle ben de bir açıklama arayışına girdim. Evil Dead’deki “Ölülerin Kitabı” da bu şekilde girdi filme. Fikir şöyleydi: Jason’ın annesi Pamela geçmişte karanlıkla bir anlaşma yapmıştır. Böylece sevgili oğlu ona geri döner, ama yaşayan bir ölü olarak. Zombie gibi değil, çok daha kötü bir varlık olarak, ve bu onu Cehennem’in Suikastçisi yapar. Vücudun sıçramasının da sebebi bu.
Fanların ya da eleştirmenlerin reaksiyonundan gördüğüm kadarıyla ben böyle yorumluyorum olanları. Eğer profesyonel güreşçi olan hokey maskeli bir adamın olduğu bir film görmek istiyorsan Jason Goes to Hell’den önce 6 tane film var senin için: 2 tanesi Jason’lı, 1 tanesi Jason kılığına bürünmüş bir ambulans şoförlü, 3 tane de zombi Jason’lı. Bunların arasındaki tek gerçek bağ hepsinin hokey maskesi takıyor oluşundan ibaret. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda benim filmim de Jason karakterini içeriyor. Yalnızca farklı bir maske takıyor ki bu durum da filmi daha zengin bir yola sokuyor. Gerçekten herkesin istediği sadece maske mi? Filmin fanlarının gerçekten tek görmek istediği bir grup karakter yığınını alt eden Jason mı? Hiç merak etmiyorlar mı bu Jason aslında kimdir, nedir? Jason filmlerin hep hayranı oldum ve bir fan olarak daha fazlasını istedim. Bu nedenle de hayranlara daha fazlasını verecek bir kurgu yarattım. Onlara açıklamalar ve yanında yeni zorluklar, sorular getirecek bir şekilde muamele edilmesini istedim, daha zengin karakter arka plan hikayeleriyle mesela. Jason’ın marifetlerinin gerçek açıklaması ve kötülüğün çekirdeğiyle ya da. İzleyicilere şimdiye kadar beklediğim, merak ettiğim her şeyi vermek istedim. Her film sevgi ve nefretle karşılanacaktır ve bu normaldir. Aslında bir yandan da harikadır. Bu sanatın doğasında olan bir şey. Sanat her zaman eleştirilerle vardır. Eleştirmenlerimden istediğim tek şey filme bir kez daha bakmaları, bu kez her sahnede hokey maskesi görmemenin vermiş olduğu öfkenin dağılmış haliyle. Sadece bizim yaptığımız gibi filme odaklanarak. Hatırladığınızdan daha iyi yaşlanmış mı yaşlanmamış mı bir görün. Ve hala beğenmiyorsanız, sorun değil.


Korcan E. - Jason Goes To Hell: The Final Friday’in başlangıcı ile önceki filmin finali arasındaki kopukluğun sebebi nedir?

Adam M.– Sean, Jason Takes Manhattan’dan nefret etti. Ciddi anlamda tiksindi. Aslında, film üzerinde çalışanlardan hiçbirimiz öyle büyük bir hayranı değildik. Jason hiçbir zaman Manhattan’ı ele geçiremedi. Botla Vancouver’a gitti ve Times Meydanı’nda 2 dakika geçirdi. O filmde bazı öldürme sahneleri harikaydı ve birkaç karakter başarılıydı. Ama bütüncül bakarsak serinin en iyilerinden değildi. Bana o filmi boşvermem söylenildi. Varolduğunu bile unutturacak şekilde hem de. Gerçek bu ve ben de henüz 21 yaşındaydım, söylenileni yaptım.

Korcan E.- Jason Goes To Hell: The Final Friday filmindeki ölüm sahneleri diğer filmlere göre fazlasıyla kanlı. Bu sahneleri çekmek titizlik gerektiren bir makyaj istiyor. Bu çekimler sırasında cast ekibi ile yaşadığınız ilginç veya komik olaylar var mı?

Adam M.Filmlerdeki kariyerim FX’de başladı. New York’da birkaç makyaj sanatçısının altında çalıştım. Goodfellas ve Bonfire of the Vanities gibi filmlerde imzası bulunan Manhattan bağlantılı R/Greenberg firmasında Robert Greenberg altında eğitim aldım. Bu nedenle Jason Goes to Hell’de en sevdiğim şeylerden biri aynı zamanda en iyi arkadaşlarımdan biri olan KNB’nin ve Creature Corps’ın efsanevi ünlüsü Bob Kurtzman ile ölüm sahnelerini tasarlamaktı. Bob ve ben görüntüler üzerinde yorgunluk nedir bilmeden saatlerce çalıştık. Sonrasında da KNB’nin harika ekibi işe başladı ve en akılalmaz ölüm sahnelerini gerçekleştirdi. Serinin en iyilerini diyorum, evet! Basit bir kesme-biçme olmayacaktı, hayır efendim. Bu ölüm sahneleri çılgınca! Tanrı aşkına, adamın biri eriyor filmde! ERİYOR! Bir noktada KNB’deki çocuklar FX’i giydirmeye yardım etmeye bayıldığımı fark ettiler ve KNB’nin B’si Howard Berger bana sette giyebileceğim bol gözlü bir kemerli kılıf yaptı. Bir gözde yapay kan diğer gözde vücut parçaları vs. vardı. Çeşitli sıvıları kaçık ve sapık bir mahkûm gibi etrafa fışkırtabileceğim 2 tane kepçem vardı. Harikaydı! Jason’ı cehenneme çektiğimiz sahnede bir sürü büyük kilden yapılmış kollar vardı. Bir noktada bu kollar muhteşem John D. Lemay tarafından canlandırılınan filmin kahramanı Steven’ı yakalamaya ve aynı zamanda cehenneme çekmeye başladı. Yani yüzeyde kelimenin tam anlamıyla bütün ellere ihtiyacımız vardı. Bu yüzden Greg Nicotero ile kolların nasıl oynatılması gerektiğini göstermek için platformun altına geçtik. Tek problem ise tuttuğumuz şeyin ne olduğunu görmememizdi. Filmin bir yerinde görebileceğiniz gibi kilden kollardan biri John’un poposunu diğeri de kasıklarını tuttu. Poposundaki el Greg’in, kasıklarındaki el ise benim. Ah, film yapımı...

Korcan E.- Neden yönetmenliğe korku filmleri ile devam etmediniz?

Adam M.– Bana birçok korku filmi geldi. Ama hepsi devam filmiydi ve her yaptığım filmin bir parça numarası olmasını istemedim. Hepsini geri çevirdim bu yüzden. Ayrıca Jason Goes to Hell’i bitirmemin hemen ardından New Deal ile 3 bölümlü bir iş teklifi de aldım. Ted Turner stüdyoyu satın almasıyla ve korku türünden çok epik filmlere ağırlık vermek istemesiyle iptal oldu bu iş de. İşe de yaradı. Sonunda Paramount, Fox, RKO ve Lionsgate’in içinde bulunduğu farklı stüdyolara birçok ürün satma imkânım oldu. Ama ben yönetmen olarak beni heyecanlandıran hikâyeler anlatmak istiyordum. Bu nedenle bir romantik komedi ve bir modern western filmi yaptım ve yaratıcılık olarak beni mutlu eden filmler üretmeye devam ettim. Film yapımcılığındaki olay da bu. Yıllarca raflarda kalabilecek bir şey üretiyorsunuz. Belki de uzun yıllarca. Benim parlak partnerim Debra Sullivan(aynı zamanda bir erkeğin evlenebileceği en harika eş oluyor kendisi) ile yazdığım senaryo Momentum geçen sene çekildi. Filmi 22 yıl önce yazmıştık! Korku türüne dönüşümü önümüzdeki sene oldukça büyük bir şekilde yapıyorum, ama sanırım bu konuya röportajın ilerleyen zamanlarında değineceğim.

Korcan E.- Sizce Jason’nin yıllardır çok sevilen bir korku karakteri olmasındaki etken nedir?

Adam M.Bence Jason’ın bu kadar sevilmesi direkt stili ve yapısı. O öldürür. Bu kadar. Bunun dışında pek bir şey yapmaz. Jaws’daki köpek balığı gibidir o. Onun bahçesine girersen ölürsün. Ayrıca inanılmaz bir şiddete maruz kalmış ve intikam arayan bir çocuk o.  Burada diğer çocukların küçümsemeyle ve rehberlerinin korumayla muamele ettiği sevimli, engelli bir çocuk var. Bu çocuk ölüyor ve annesi öcünü almak için ortaya çıkıyor. Sonra o da bu kahrolası rehberlerden biri tarafından öldürülüyor. Böylece Jason intikam şeytanına dönüşüyor. Gayet basit! Sonra bu canavarı şehre inip kötü davranışlı ergenleri ve boş konuşan yetişkinlerin üstünde izliyoruz. O bütün ergenlerin öfkesinin ete kemiğe bürünmüş hali. Sanırım bu nedenle onu bu kadar çok seviyoruz.

Korcan E.- Yıllar sonra Texas Chainsaw 3D (2013) filminin senaryosunu yazdınız. Yeniden korku filmlerine dönmeyi düşünüyor musunuz? Yeni projeleriniz var mı?

Adam M.– Bu soruya geri döneceğimizi biliyordum! Öncelikle Texas Chainsaw birkaç sebepten dolayı harikaydı: Birincisi, Lionsgate’de çok sevdiğimiz harika insanlarla çalışma fırsatımız oldu. Konu tür filmleri olunca Lionsgate altın standartlara sahip. Gerçekten inanılmaz. Chainsaw’ın ikinci yaptığı ise bizi partnerim Debra ve benim yazdığımız ve yapımcılığını yaptığımız içerikte daha fazla kontrole sahip olma kararına itmesi. Çünkü Chainsaw’ı gördüğümüzde yönetmen ve onun bir arkadaşı yazdığımız birkaç şeyi orijinal bütçenin yarısından daha azıyla çekebilmek için değiştirmişti. Böylece de filmin anlamını yitirmesine sebep olacak bir sürü –hatta en iyi- parçaları atmış oluyorlardı. Üstünde oynanmış bir senaryo yüzünden kötü eleştiri almak pek umrumda olmaz. Bu nedenle Debra ve ben en iyi arkadaşlarımızlarından biri olan Bryan Sexton ile birlikte yeni bir şirket kurduk.  Birlikte Skeleton Crew’ı şekillendirdik.
Skeleton Crew; Deb, Bryan ve ben Val Kilmer ile yıllar önce “Conspiracy” adında bir film yaparken tanıştığımızda kuruldu. Bu filmi çekiyorduk ve filmde çalışan insanlar olarak hayatımızdan nefret ediyorduk. Sonra dedim ki “Niye gerçekte başarılı olmanın tek yolu olan kendi işimizi yapmak varken, içerikte söz sahibi olmadığımız işlerin peşinden koşuyoruz?” Bryan ve Debra da kabul etti bu durumu ve kendi firmamızı kurduk. Diğer bir sebep ise “Bizim endüstirinin Roger Corman’ı nerede?” sorusuydu. Bir filme milyon dolarlar yatırmadan yeni yeteneklerin önünü açacak insanlar kimlerdi? Eğer bir korku filmi çok fazla bilgisayar destekli imajlar içeriyorsa bu korku filmi yapmayı unutmuş birileri demektir. Evil Dead’i milyon dolarlık efektler kullanmadan, işini yapmak için can atan genç makyaj sanatçılarıyla da çekebilirsin. Ayrıca hepimiz biliyoruz ki bazı yazarlar bir sürü filmin senaryosunu yazmışlar ama kendi yönettikleri bir tane bile filmleri yok. Bu nedenle Skeleton Crew ile yola koyulduk. 3 ana bölümümüz vardı: TV, şu an gerçekleşen 2 tane TV programımız var ama hala görüşmeler devam ettiği için hangileri olduğunu söyleyemiyorum. Daha büyük bütçeli bölümlerimiz de var. Birkaç görselimiz var bu konuda, biri de Lionsgate ile, çok heyecan verici hatta. Ocak gibi çekimlerine başlanılacak. Bir de çok küçük bütçeli bir bölümümüz var ki o da insanlara hayalindeki işi yapmak için fırsat oluşturacak, kariyerlerini başlatacak minik bir filmi çekmeleri için yardımcı olacak.
20 yılı aşkın süredir çektiğim filmlerin yanı sıra oyunculuk, senaryo yazımı ve yönetmenlik üzerine eğitim veriyorum. Her hafta çalıştığım 60’dan fazla öğrencim var. Bazıları Los Angeles’ın en iyi aktörleri. İnanılmaz derecede başarılılar. Birçoğunu görür görmez tanırsınız. Çoğu genelde ufak TV konuk oyuncusu, ya da filmlerde ufak rollerde çalışıyor. Başarılarının hakettiği asıl büyük rollerde göremiyoruz onları. Bu nedenle küçük bütçeli bir filme bir yönetmen getirdiğimiz zaman şöyle diyorum: “65 tane oyuncu senin emrinde. Bir bak bakalım, oyuncu ekibimiz bu.” Christopher Guest’in yapmadığı bir şey değil bu. 14-75 yaş arası değişen bu şahane insan grubu var elimde. Çoklu etnik ve kültürel altyapıya sahip bu harika grup neredeyse her şeyi yapabiliyor. Bu noktada yapılması gereken onlara hayatlarının rolü olabilecek fırsatı vermek. Gerçekten bu insanlara fırsat vermekle alakalı. Skeleton Crew şu anda korku-gerilim filmlerine odaklanmış durumda fakat alanımızı genişletiyoruz. Bir aşk hikayesi, bir bilimkurgu-komedi ve hatta bir müzikal filmimiz var önümüzde. Ülke genelinde farklı işlerimiz var, hatta bir projemiz yarı İspanyolca yarı İngilizce olacak.
Ve bunu kanıtlamak için başlangıç olarak neredeyse yok denecek kadar az zaman ve bütçeyle 2 film çekiyorum. Biri oldukça hardcore bir gerilim. Dread adındaki bu filmi yılın ilerleyen zamanlarında çekiyor olacağım. Ama öncelik Secret Santa adında Ocak’ta çektiğim yeni korku filmimiz. Secret Santa, Skeleton Crew’in ilk filmi. Karımla yazdık, ben de yönettim. Prodüksiyon kısmıyla da mükemmel yapım ortağımız Bryax Sexton ilgilendi. Bu benim dönüş korku filmim olacak. Ve Jason Goes to Hell’deki gibi tamamıyla “gore” bir film yaparken komedi unsurlarına da yer verecek. Yani gerçekten çok “gore” ve kafayı yemiş bir filmden bahsediyorum. Noel’de birbirinden nefret edenler insanlar bir yemekte bir araya geldiğindeki gibi, pis pis sırıtan ve tatilin hatırına birbirine katlanan insanlardan oluşmuş gibi. Bu gecenin farklı olması dışında tabii… Bu gece herkes bilinmeyen bir sebepten ötürü birbiri hakkında ne düşündüklerini söylemeye karar verir. Bunca yıldır gizlenen gerçekler birden masaya dökülür. İstediklerini söylemeye başladıktan sonra istediğini yapmanın da önü açılır. Mesela ırkçı sözlerinden dolayı amcanı öldürmek mi istiyorsun? Durma, devam et, öldür! Kardeşine sözlerini yedirmek mi istiyorsun? Ya da kendi dilini yedirmek? Çok basit, yaptır. Kendileri aynı seçimi yapmışken senin hayatınla ilgili seçimlerini yapmanı engelleyen anne-babanı parçalara mı ayırmak istiyorsun? Sadece onlara denemek ve seni durdurmaları için izin ver. Secret Santa sosyal hayat için ardına saklandığımız davranışlarımızda ve gerçekte içimizde barındırdığımız hislerde gizli: korkunç, gözünü kan bürümüş ve çarpık… Kısacası August:Osage Country.2’nin dişli hali. Hiç daha önce yaptığım bir film için bu kadar heyecanlanmadım. Ayrıca filmde benimle çalışan harika ve başarılı arkadaşlarım oldu. Bob Kurtzman ve Creature Corps Ohio’dan kalktı geldi ve sadece film yapma aşkıyla bu filmde bizimle beraber çalıştı. Yalnızca filmdeki bütün efektleri yapmakla kalmadı, ayrıca ikinci kamerayla çekim yaptı ve baş yapımcım oldu. FX’de çalışan mükemmel film yapımcısı ve aynı zamanda arkadaşım olan Jason Honeycutt filmi çekti. Soundtrack albümümüzü de son 25 yıldır dostum olan, günümüzde de Guardians of Galaxy 2 ve Fast and Furious 8 gibi filmlere büyük ölçekli destekleri olan ama aslında öfkeli bir müzik dâhisi Timothy Ellers yaptı. Bu albüm Skeleton Crew Records etiketiyle çift albüm olarak yayımlanacak.
Söylediğim gibi, bu firma insanların asıl yapmak için doğduğu işleri gerekli yaratıcılık ve desteğin olduğu bir ortamda yapmaları için bir şans. Bir film yapımcısı olarak bu, her zaman yapmak istediğim bir şeydi. Diğer sanatçılara hayallerini yaşamak için bir şans vermek yani.

Korcan E.-  En beğendiğiniz korku filmlerini yazar mısınız?

Adam M.– Özel bir sıralama olmadan: The Exorcist, Rosemary’s Baby, Inside, The Thing, Jaws, Evil Dead (orijinal), The Ring, Suspiria, Videodrome, You’re Next, An American Werewolf in London, Halloween, Friday the 13th Part 6, Demons, A Nightmare on Elm Street (Orijinal), Poltergeist (Orijinal), High Tension, The Black Cat (Orijinal), Carrie (Orijinal), The Brood, The Tenant.  Ve şu anda aklıma gelmeyen yaklaşık 100 film daha. Korku türüne bayılıyorum. Hem de hepsine!

Bu Yazım SFX dergisinin Şubat 2017 sayısında yayınlanmıştır. 





12 Mart 2017

Kong: Skull Island


Siyah-beyaz versiyonla başlayan dev goril King Kong efsanesi yıllar boyu farklı çevrimleriyle izleyicinin karşısına çıkmıştı. Teknolojinin hız kesmeden ilerleyişi ve görsel efektlerin durdurulamayan başarısı, King Kong’u da olumlu etkiledi. Her çekilen filmde dev goril bir öncekinden daha gerçekçi bir halde karşımıza çıktı. Jordan Vogt-Roberts’ın elinden çıkan son versiyon Kong: Skull Island (Kong: Kafatası Adası)’da gorilin boyutu diğer filmlere göre devasa bir şekle dönüşmüş durumda. Adadaki eşsiz doğa manzaralarının güzelliklerini gerçekçi olarak seyirciye yansıtmak için yönetmen ve ekibi, Oahu, Hawaii, Avustralya Gold Coast ve Vietnam’a giderek çekimleri gerçekleştirmişler ve daha önce hiçbir filmde gösterilmeyen yerler keşfetmişler. Kamera arkasında ise, pek çok dev bütçeli yapımlarda yer alan mükemmel bir ekip çalışmış. Kong dahil olmak üzere tüm yaratıkların oldukça gerçekçi olmasında oscar ödüllü görsel efekt uzmanı Stephen Rosenbaum’ın da payı çok büyük. Ayrıca kostüm tasarımı ve makyajlardaki titizlik, filmin her sahnesine olumlu olarak yansımış.

Vietnam savaşı sonrasında geçen Kong: Skull Island, bir grup araştırmacı ekibin yanlarına aldıkları askeri güç ile birlikte, Pasifik’te yer alan ve daha önce keşfedilmemiş bir adaya olan yolculuklarını konu alıyor. Helikopterle adaya giriş yapan ekibe, dakika bir gol bir, adanın bekçisi ve kralı Kong mükemmel bir şekilde “Hoşgeldiniz partisi” veriyor, ama ne parti, anlatılmaz izlenir. Ve olanlar olduktan sonra sağ kalanları adada harika sürprizler bekliyor. Apartman boyundaki Kong bir yana, dev yaratıklar, sürüngenler uçanı koşanı ne ararsanız bu esrarengiz ormanda bulunuyor. Jurassic Park’ın değişik versiyonu adeta, sahne aynı yaratıklar farklı. Vietnam temalı savaş filmi şekline bürünmüş, fakat içinde bolca yaratık ve aksiyon bulunduran bir film bu. Çalan parçalar bile size o dönemi ve savaş psikolojisini gayet iyi yansıtıyor.

İlk yarıda ekibin ormanda ne yapmak istedikleri, Kong’dan kaçış planları yer alırken ikinci yarı hikaye oldukça klişe bir hale dönüşüyor ve yaratıklar şöleni başlıyor. Hikaye ne kadar klişe de olsa, görsel efektlerin başarısı ve aksiyonun dozu o kadar seviyeli ki, gözünüzü bile kırpmadan seyrediyorsunuz. Ekipte her zaman olduğu gibi tabi ki, ayrı fikirler ve iyiler kötüler olayı bulunmakta. Savaştan yeni çıkmış askerlerin daha ilk dakikalarda fazlasıyla kayıp vermesi ve bu durumu bir intikam meselesi haline getiren askeri güç ile diğer sivil ekip arasındaki gerginlik aslında filmi daha izlenir hale getiriyor. Sivil ekipte yer alan ve en tehlikeli anlarda bile görüntü yakalamaya çalışan fotoğrafçı Mason rolünde oscar ödüllü Brie Larson yer alıyor. Filmin tek kadını olan Mason ne yazık ki, diğer King Kong filmlerinde olduğu kadar bizim dev goril ile uzun ve sağlam bir duygusal bağ kuramıyor. Zaten yaşam savaşı vermekten kızımızın Kong’a ne dans ne de kur yapacak vakti yok, kaldı ki filmin de böyle bir amacı hiç yok. Çünkü tamamen canını kurtar şeklinde bir film bu. Mason’ın yanında gezinen üst düzey asker James Conrad (Tom Hiddleston) ise, sivillerin arasında en mantıklı düşüneni. Ama biz nedense film boyunca ne Brie Larson ne de Tom Hiddleston ile en ufak bir etkileşim veya bir yakınlık kuramıyoruz. İkisinin de oyunculukları, Samuel L. Jackson ve John J. Reilly’in yanında fazla sönük kalmış. Adada yıllardır yaşayan kendisine zaman yolcusu denilen bilge ve akıllı eski asker Hank Marlow’ı canlandıran John J. Reilly, tüm oyunculardan çok daha iyi performans sergiliyor. Film kesinlikle Hank’in çıkışından sonra daha neşeli bir şekle dönüşüyor. Özellikle ekibin Hank ile olan sohbetlerinde Amerika’nın savaş politikasını içeren bolca göndermeler de yer almakta. Aslında yaratıklar ve aksiyon dedik ama, hikayenin merkezinde 2. Dünya savaşı ve Amerika-Vietnam soğuk savaşı yatıyor.


Böyle bir savaş temasına, böyle bir hikayenin güzelce yedirilerek aksiyonu bol dev bütçeli bir film olarak sunulması gayet iyi bir fikir. Güzel müzikler eşliğinde seyir keyfi yüksek olan ve seyircinin beklentilerini tatmin eden Kong: Skull Island, finalde yer alan ve uzun süren bir boss fight/kapışma sahnesi ile de göz dolduruyor. Ayrıca film, IMAX kalitesiyle izlendiğinde efektlerin ve seslerin hakkını tam olarak izleyiciye veriyor ve siz de o cehenneme dönüşen adada her anı birebir yaşıyorsunuz. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


23 Şubat 2017

Hidden Figures


Bill Murray’in huysuz bir adamı canlandırdığı St.Vincent (Benim komşum bir melek, 2014) ile tanığımız yönetmen Theodore Melfi, bu defa gerçek bir olayı kurguladığı Hidden Figures (Gizli Sayılar) ile ortaya çıkıyor. Margot Lee Shetterly’nin “Hidden Figures: The Story of the African-American Women Who Helped Win the Space Race” isimli romanından uyarlanan filmin müziklerine Pharrell Williams da katkıda bulunuyor. Irkçılığın yüksek seviyede olduğu 60’lı yılların başında geçen film, siyah ile beyazın didişmesini fazlasıyla ön plana çıkarırken, seyirciyi de samimiyetten ve duygusallıktan mahrum bırakmıyor.

Hikaye, 1961 yılında ABD’nin Ruslarla uzaya insan yollama yarışı içinde olduğu bir dönemde geçiyor. Aynı zamanda ülkede gözle görülür şekilde siyah beyaz kavgası ve ayrımcılık da almış başını gidiyor. Bu arada matematikçi ve mühendis olan üç dâhi kadın Katherine Johnson (Taraji P. Henson), Mary Jackson (Janelle Monáe) ve Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) da, Nasa’ya görev yapmak üzere işe başlarlar. Baş ağrıtan ve sinir bozan bir ayrımcılığın yapıldığı iş ortamında bu üç kadın parlak zekalarını kullanarak Nasa’nın vazgeçilmezi olmak için ellerinden geleni yaparlar.

Tamamı beyazlardan oluşan Nasa’da, çikolata renkli kadınların başarıya koşmak için ellerinden gelen tüm fedakarlığı yaparak, haksızlıkları da görmezden gelmeleri ve alttan almaları o dönem için oldukça cesurca bir davranış. Siyah kadınlar, tuvaletlerinin hatta kahve makinalarının bile ayrı olduğu Nasa gibi büyük bir kuruluşta devamlı mücadele içindeler. Henüz ortada bilgisayar bile yok, yeni yeni IBM Nasa’ya giriyor ve denemeler yapılıyor. IBM’in yapacağı işi, ne yazık ki, Nasa’da dışlanmış ve kendilerine bilgisayar (computer) lakabı takılmış bu dâhi kadınlar, o rahatsız ortamda yapmaya çalışıyorlar. Hidden Figures, anlattığı başarı öyküsünün yanında ırkçılığı yere vururken, beyazların o kadar çabalamasına rağmen her işi yanlış yaptıklarını ve başarısızlıklarını fazlaca ön plana çıkartarak Nasa’yı da acımasızca eleştiriyor. Film boyunca bizim dâhi siyah kadınlar olmasa, uzaya giden araç geri dönemeyecek yörüngesinden sapacak ve Nasa olduğu yerde sayacak gibi bir durum var.

Aralarında kusursuz bir kimya olduğuna inandığımız üç kadın sayesinde analitik geometriden, uzay mühendisliğine kadar matematiksel her türlü bilgi filme güzelce enjekte edilmiş. A Beautiful Mind (Akıl Oyunları, 2001) filmindeki John Nash’in dâhiliğine yakın duran ve kendine hayranlık bıraktıran zeka gösterisi, Hidden Figures’de de yer alıyor. Filmin dramatik yapısı da çok güçlü. Haysiyet, saygı ve sevgi duruşu üç kadının aile yaşantılarına o kadar güzel yansıtılmış ki, gözleriniz dolmadan geçebileceğiniz sahne çok az. Onların aralarındaki içten ve samimi diyalogları, dostluklarının belki de en önemli yapı taşı. Ayrıca iş hayatına ve topluma karşı verdikleri mücadele, aldıkları cesur kararlar, aştıkları engeller  ister istemez seyirci ile karakterler arasında sıkı ve samimi bir bağ oluşturuyor.

Hidden Figures, oyuncu seçimi açısından da dört dörlük bir yapıya sahip. Üç siyahi kadın oyuncu filmin her karesinde gösterdikleri harika performansları ile kariyerinin en iyi işlerine imza atıyorlar. Özellikle Altın Küre’de adaylık kazanan ve daha önce The Help (Duyguların Rengi, 2011) ile Oscar almış Octavia Spencer, Hidden Figures’de yine samimi ve akıllı tavırları ile rolünün hakkını veriyor. Rol dağılımında yönetici olarak görev olan Kevin Costner & Kirsten Dunst dengeli, inandırıcı ve özellikle hikayeyi besleyici oyunculukları ile filme çok katkıda bulunuyorlar.

Nasa’nın vazgeçilmezi olmak üzere yola çıkan, sıkı çalışan, azimli ve üstün zekasını iyi kullanan üç siyahi kadının kariyerlerindeki en büyük yolculuğuna ışık tutan Hidden Figures, şık anlatımı ve gurur verici öyküsü ile unutulmayacak filmler arasındaki yerini alıyor. Bence gerçek başarı öyküleri her zaman izlenir ve seyircisini bulur.


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

3 Şubat 2017

ALEX ESSOE ile Röportaj


Kevin Kolsch ve Dennis Widmyer ikilisinin elinden çıkan Starry Eyes, hayalleri için herşeyi göze alacak kadar hırslı bir garson kızın başına gelen rahatsız edici bir hikayeyi anlatıyor. Hollywood starları gibi şöhret peşinde koşmak, ünlü olmak kim istemez ki? Ama tüm bunların peşinde koşarken de, attığınız her adımın farkında olmalı ve frenleyemediğiniz o acımasız hırsınızın da başınıza iş açmamasına dikkat etmeniz gerekiyor. Kimler sizi yönlendiriyor, ne için görüşmeye çağrılıyorsunuz ve etrafınızda dikkatinizi çeken yanlış olaylar dönüyor mu? Filmin baş kahramanı olan huzursuz ruh hali ve oldukça hırslı bir yapıya sahip Sarah’ın dikkat etmediği noktalar da işte tam bunlar.

Sarah’ın tehlike arz eden hırsından daha güçlü ve ilginç bir yönü daha var. Kendisine olan güveni yok olmaya başladığında ve korkuları ile yalnız kaldığında, odasındaki Hollywood starlarının posterleri adeta alay edermişcesine üstüne üstüne geliyor. Bu durum karşısında Sarah’ın sinir krizleri geçirmesi, saçlarını yolması ve kendisine engel olmaya çalışması ise farklı zamanlarda ürkütücü bir ruh haline büründüğünün göstergesi. Günün birinde Sarah’a oldukça eski ve güçlü bir şirket olan Astreus’un Gümüş Çığlık adındaki bir gerilim filmi için deneme çekimi teklifi geliyor. Şöhret olmayı dört gözle bekleyen Sarah’ınartık  tek yapması gereken tüm hünerlerini ortaya koymak ve seçici ekibin karşısına çıkmak. Karanlık ve ürkütücü bir ortamda gerçekleşen deneme çekimi sırasında, farklı istekleri olan bu seçici ekibin sergilediği sevimsiz haller aslında Sarah’ın pek de hoşuna gitmiyor. Ama hayalleri için ne istenirse yapmaya hazır. Ortaya koyduğu  değişik ve üstün performansı dikkatleri çekiyor ve başrol için seçiliyor. Sarah bu seçme sonrasında aslında şeytani bir şirkete ruhunu teslim etmiş olduğunun farkında değil.

Filmin bundan sonraki kısımlarında ünlü olmak için sadece ruhunu şeytana teslim etmek değil aynı zamanda oyuncunun yataktan da geçmesi gibi klişeleşmiş bir detaya da rastlıyoruz. Bu da Hollywood filmlerine gönderilen bir eleştiri ya da mesaj niteliğinde sayılabilir. Uzun zaman boyunca beklediği bu zaferin ardından Sarah, kendisinden yapılması istenilen her türlü şeyi istemeden de olsa yerine getiriyor. Filmde çok açık şekilde anlatılmasa da, Astreus’ın şeytani bir şirket ve başındaki patronun da bir şeytan gibi tasvir edildiği çok net. Starry Eyes’ın en can alıcı özelliği ise, sıradan bir hikaye gibi giderken  finale yaklaştıkça yükselen bir ivmeyle sarsıcı ve rahatsız edici bir gerilime dönüşmesi. Sarah’ın Astreus tarafından seçilmesinden sonra başına gelen tüm olaylar ve değişim süreci tamamen kendi içindeki şeytani varlıkla savaştığının da bir kanıtı. Bu savaşı verirken Sarah’ın vücudunun gün geçtikçe deforme olmaya başlaması kısa bir süre sonra kendisini tanınmaz bir hale getiriyor. Ardından anlamsızca cinayetler işlenmeye başlıyor, ortalık kan gölüne dönüyor ve Sarah gizemli bir tarikat eşliğinde şeytanla verdiği savaş sonrası adeta yeniden doğuyor. Buradaki yeniden doğuş sahnesi titizlikle hazırlanmış makyajın ön planda olduğu görsel açıdan çok başarılı bir sahne.

Filmin en önemli ve seyredilmesi gereken kısmı Tahran doğumlu Sarah rolünü oynayan Alex Essoe’nin mükemmel performansının geçtiği sahneler. Body Horror dediğimiz vücudun deforme olarak değişim sürecini ele alan bu korku alt-türünün en önemli özelliği kesinlikle oyuncuların iyi seçilmesi. Makyajların yerinde ve itinalı olmasının dışında, değişim süresinde geçen gerilim dolu anları seyirciye en iyi yaşatacak olan kesinlikle oyuncudur. Alex Essoe, filmdeki başarılı oyunculuğu sayesinde pek çok eleştirmen tarafından tam not aldı ve Horrorant Film Festivali tarafından En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Ayrıca film de, bazı festivallerden ödülle döndü.

Bu arada Starry Eyes’ı beğenenlerin ve bu tip filmlere ilgi duyanların, yine bir Body Horror türü olan Contracted I ve II’yi seyretmelerini tavsiye ederim. Sıradışı yönetmen David Cronenberg’in filmlerindeki enteresan ve kendine özgü dönüşüm süreçlerini anlattığı hikayelere yakın duran Starry Eyes, korku filminden daha çok gizem/gerilim türüne kayan bir yapım. Hollywood sinema sektörüne güzel eleştirilerde bulunan film, sonlara doğru yaşattığı rahatsız edici gerilim ile de, seyirciyi rahatça ele geçiriyor.

Korku/gerilim filmlerine olan düşkünlüğümü, farklı site ve dergilerde yazdığım inceleme, eleştiri ve dosya türündeki yazılarla pekiştirirken, uzun zamandır da yerli/yabancı yönetmen/oyuncularla yaptığım röportajlara da yer vermekteyim. Bu defa Starry Eyes’ın parlayan yıldızı Alex Essoe ile bir röportaj yaptım. Kendisi beni kırmadı ve GodFather dergisinde yayınlanmak üzere sorduğum soruları içtenlikle cevapladı. Alex Essoe’ye hem dergi, hem de kendi adıma çok teşekkür ediyorum.  


KE- Marcus Dunstan’ın gerilim filmleri gerçekten çok başarılı. The Neigbor’da birlikte çalıştınız. Marcus Dunstan ile beraber aynı sette çalışmak nasıl bir duygu?
                                                          
AE- Marcus’la birbirimize çok çabuk ısındık. İlk görüşmemiz kısa sürede filmler hakkında ayrıntılı bir söyleşiye evrildi. Böylece sete geçtiğimizde oldukça uyumlu bir ikili oluşturduk. Belki de karşılaştığım insanlar arasında en kolay çalışılabilecek olan kişi odur.

KE- Korku/Gerilim filmlerinde oynamak sizi nasıl hissettiriyor?

AE- Harika hissettiriyor, favori filmlerimden bazıları korku-gerilim türünde. Yine de bence The Neighbor korku-gerilimden çok aksiyon-gizem türünde.

KE- Starry Eyes, özenli makyaj isteyen bir film. Vücudun deforme olma sahneleri gerçekten ürkütücü ve makyajlar çok başarılı. Bu sahneleri çekerken hiç zorluk yaşadınız mı?

AE- O kontak lensler takılıyken görmek en büyük ve belki de tek zorluktu. Bazı zamanlar makyaj süresi 5-7 saate kadar çıkabiliyordu ama benim için pek de sorun değildi.

KE- Bugüne kadar rol aldığınız filmlerin içinde en çok beğenilen karakter hangisiydi? Bu karakter ile ilgili İzleyenlerin tepkileri nasıl oldu?

AE- Kesinlikle Starry Eyes’daki Sarah karakteri. Karakter çok köklü değişiklikler geçiriyor, bir oyuncunun engellerle imtihanı gibi. Bence seyirci bu filme oldukça güçlü bir reaksiyon gösterdi.

KE- Rol tekliflerinde karşınıza çıkan senaryolarda en çok neye dikkat edersiniz?

AE- Benim için önemli olan “Hikâye iyi mi, canlandıracağım karakter daha önce içinde bulunmadığım bir yere götürecek mi beni ve yönetmenin yaratıcılığına güvenebilirim gibi hissediyor muyum?”un cevapları.

KE- Starry Eyes filmi ile Horrorant film festivalinde En iyi Kadın Oyuncu Ödülünü kazandınız. Bu başarınızın sırrı nedir?

AE- Teşekkürler. Bence başarının en önemli sırrı işinize bütünüyle bağlı olmak ve canınız çıkana kadar çalışmak, başka türlü başarıya ulaşmanız mümkün değil.

KE- Starry Eyes gibi bir korku filminde oynamak sizi tedirgin etmedi mi? Bu rolün altından kalkamayacağınızı düşündüğünüz oldu mu?

AE- Filme başlamadan hemen önce biraz da olsa tedirgin hissettim tabi ki. Bir tür filminde ilk kez başrolü üstleniyordum. Senaryo ve karaktere resmen âşıktım. Bu yüzden kendi kendime büyük bir stres kaynağıydım. Yine de çekimler başladığı anda deneyimlemenin içinde kaybolmak çok kolaydı. Tabi bu hep birlikte çalıştığımız yönetmenlerin, yapımcının ve ekibin birlikte çalışması harika kişiler olmasından kaynaklanıyordu.

KE- Bundan sonraki projelerinizde sizi yeniden korku filmlerinde görecek miyiz? Yeni projelerinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

AE- Daha yeni Fashionista adında harika bir festivalde Simon Rumley(favori yönetmenlerimden biri)’in yönetmenliğini yaptığı diğer filmimin premieri gerçekleşti.  Gelecek sene vizyona girecek olan Revelers ve Red Island isminde iki filmim daha var ve ikisi için de çok heyecanlıyım. 
KE- Bugüne kadar izlediğiniz filmlerin arasında sizi en çok etkileyen 2 filmi, nedenleriyle birlikte yazabilir misiniz?
AE- Bu fazlasıyla zor bir soru, haha! Bir çok isim geliyor aklıma ama sanırım herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm iki filmin birincisi Toshiya Fujita’dan Lady Snowblood ve Rainer Werner Fassbinder’den The Marriage of Maria Braun. Dünya sinemasında devasa etkisi olan harika iki film ve benim için de tüm zamanların favorileri.

Bu Yazım GodFather dergisi Aralık '16-Ocak 2017 sayısında yayınlanmıştır. 


2 Şubat 2017

Lion


A Long Way Home adlı kitaptan uyarlanan Lion'ın yönetmenliğini Garth Davis üstlenmiş. Daha önce iki adet televizyon dizisinde emeği geçen yönetmenin ilk uzun metrajlı filminin  En İyi Film dahil olmak üzere 6 dalda Oscar adaylığı bulunması gerçekten büyük bir başarı. Olayları anlatım tarzı ve öykünün işleyiş biçimi olarak bakıldığında Lion,  tam Oscar koleksiyonuna eklenecek bir film gibi duruyor.

Film, tatlı bir çocuğun evini arayışını anlatan samimi ve sıcak bir hikaye. Saroo (Sunny Pawar), Hindistan'ın Khandwr şehrindeki Ganesh Talai köyünde yaşayan 5 yaşında yoksul bir çocuktur. Ağabeyi Guddu (Abhishek Bharate) ile çalışmaya devam etmek için gece tren istasyonunda uyuyor. Uyandığında ise Guddu'dan ayrılarak kayboluyor. Küçük Saroo uzun bir tren yolculuğu sonrası indiği yerde artık tek başına. Kafası karışık, korkuyor, yabancılardan yardım istiyor, uykuya açık yerler arıyor ve tehditkar her durumdan kaçıyor. Annesinin adını ya da köyünün adını hatırlayamaması ve Bengalce konuşamaması da, onun için çok büyük bir eksi. Ama hayat onun için fazla acımasız davranmıyor ve çok iyi bir aile tarafından evlatlık alınıyor. Ardından evine dönüş için 25 yıllık bir macera başlıyor.

Gücünü hikayesinden çok muazzam oyunculuklardan alan Lion’da gözle görülür derecede kaliteli bir kast seçimi bulunuyor. Filmin tüm sorumluluğunu sırtına alıp koşturan küçük, sevimli ve yetenekli oyuncu Sunny Pawar (Saroo)'ın bu film ilk sinema deneyimi. Kendisi Bombay’da yoksul çocukların bulunduğu bir okulda keşfedilmiş. İlk deneyimi olduğu halde filmde olağanüstü bir performans sergiliyor. Adeta film için seyircinin hafızasında uzun süre yer edecek bir Saroo karakteri yaratılmış. Küçük çocuklara Oscar verilseydi, sanırım Sunny ödülü kimseye kaptırmazdı. Küçük Saroo’nın üstlendiği karakterin filme kattığı duygusallık çok önemli ve filmin geri kalan bölümünde de diğer karakterlerin bu hissiyatı izleyici üstünde devam ettirmesi gerekiyor. İşte burada Dev Patel’e büyük iş düşüyor ve başarılı oyunculuğu, taşıdığı karakterin öyküdeki inandırıcılığına olumlu etki ediyor. Çünkü bu hikaye çok iyi başlıyor, gelişiyor ve sonlanıyor. Aradaki en ufak bir kopukluk seyirciyi filmden tamamen kopartabilir. Nicole Kidman da kısa ve çok önemli bir rolü üstlenirken asla zorlanmıyor. Hatta Saroo ile yaptığı duygu yüklü konuşma filmin en dokunaklı sahnelerinden birisi. Evlat edinmenin inceliklerini ve nedenlerini ele alan bu konuşmalar günümüzdeki tüm aile bireyleri için gerekli olan potansiyel mesajları tek tek sıralıyor. Çünkü insanların farkında olması gereken çok önemli durumlar var. Rooney Mara (Lucy) ise, verilen rolü gereği filmde kenarda kalmış bir oyuncu gibi duruyor. Çünkü Saroo’nın kafasındaki eve dönüş umudu ve aile aşkı Lucy’e olan sevgisinden daha baskın. Bu yüzden Lucy’e gereken ilgiyi gösteremiyor.

Lion, kaybolan bir çocuğun aile üzerinde yarattığı etkiyi, yıllar boyu bekleyişi ve belirsizliği aile bireyleri gözünden değil, küçük çocuk tarafından anlatıyor. Aslında anlatılan hikayeye alıcı gözüyle baktığınızda, bizim Türk filmlerinde sıkça işlenen acıtasyon yüklü yoksulluk üzerine bir olay örgüsü bulunuyor. Yaşanan olaylar gerçek bir öyküye dayansa da, filmin dramatize edilmesi için zorlama olabilecek  çok şey eklendiği ortada. Oscar arayışındaki bir film için Lion’da keşfedilmemiş bir yenilik bulunmuyor. Tüm detaylar dinamik duygu yoğunluğu yaratacak kadar itinayla süslenmiş. Fakat bu durum, akıcı ve güzel işlenip bir de üzerine iyi bir görüntü yönetmenliği eklenince hiç göze batmıyor. Görüntü yönetmeni Grek Fraser, hem Hindistan'ın muazzamlığını hem de ülkenin büyüklüğünü hissettirmek için çarpıcı sahneleri ortaya çıkaran mükemmel bir sinematografiye imza atıyor. Google Earth gibi yeni internet teknolojisi ise, filmin en can alıcı noktasına ışık tutarak kendi reklamını da araya sıkıştırıyor.

İki yarıya bölünmüş olan Lion, iyi insanların ve insani duyguların üzerine işlenmiş çarpıcı bir film. Yaşanmış bir öyküden uyarlandığı için final kısmında yer alan gerçek hayat görüntülerinin gösterildiği sahneler fazlasıyla duygu yüklü. Hindistan’da yıllardır yaşanan dramı ve şaşırtıcı gerçekleri burada öğreniyoruz. O yüzden siz, yanınızdan mendilinizi eksik etmeyin.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

1 Şubat 2017

Oscara Doğru


Bu yıl 89. Akademi Ödülleri 26 Şubat 2017'de, Hollywood Kaliforniya'daki Dolby Theatre'da komedyen Jimmy Kimmel'in sunumu ile gerçekleşecek. Adayların açıklandığı günden bu yana “Oscar ödüllerini kim alacak” tartışması forumlarda ve sosyal medyada sürmeye devam ediyor. Kimileri 14 dalda aday gösterilen La La Land gibi oldukça görkemli bir romantik/müzikali yerden yere vururken, kimileri de yere göğe sığdıramıyor.

En İyi Film kategorisi dahil olmak üzere ana dallardaki  tüm Oscar adaylarını izledikten sonra, kendi adıma yaptığım kısa değerlendirmeleri ve filmler hakkındaki kritikleri burada paylaşmak istedim. Ayrıca Akademi Ödüllerinde en önemli olduğunu düşündüğüm 7 adaylığa ait tahminlerime de aşağıda yer vereceğim.

En İyi Film adayları için kısa kritikler

La La Land:  Açılış sahnesinden uzun süre unutulmayacak final sahnesine kadar büyüleyici bir film. Ryan Gosling&Emma Stone arasındaki uyum muhteşem, adeta etrafa pozitif enerji saçıyorlar. Film ayrı, şarkıları ayrı bir güzel. Sinematografisi yıkılıyor. Danslar nefis. Romantik/Müzikal sevenler için hazine gibi bir film. 9/10

Arrival: Denis Villeneuve “Incendies"(İçimdeki Yangın)’dan sonra ikinci tokadını tekrar izleyiciye yapıştırıyor. Olay örgüsünü bu defa bilim-kurgu üzerinde deneyen Villeneuve, finale yaklaştıkça gizemi, gerginliği ve şaşkınlığı tetikleyen pek çok ögeleri ardı ardına başarıyla sıralıyor. Sessizliği ve duygusallığı ön plana taşıyarak iyi bir giriş yapan film, adım adım ilerledikçe dilbilimi/iletişim meselesinin yanına zaman, geçmiş, gelecek kavramlarını da katarak tempoyu arttırırken, bir yandan da puzzle’ın parçalarını yavaştan birleştiriyor. Arrival, aslında bilim-kurguyu şiirsel ve yalın bir dille anlatan en nadir filmlerden birisi. 8,5/10

Hidden Figures, Nasa’nın vazgeçilmezi olmak üzere yola çıkan, sıkı çalışan, azimli ve üstün zekasını iyi kullanan üç siyahi kadının kariyerlerindeki en büyük yolculuğuna ışık tutarken şık anlatımı ve gurur verici öyküsü ile unutulmayacak filmler arasındaki yerini alıyor. Gerçek hikayeden kurgulanan film, siyahi oyuncuların etkileyici performansları ve içinizi ısıtan duygusallığı ile de göz dolduruyor. "Nasa'da hepimizin çişi aynı renktir".  8,5/10

Lion, hüzünlü olduğu kadar mutluluk da aşılayan kişisel bir hikaye. Gerçek bir öyküden uyarlanmış umut dolu, duygusal ve büyüleyici bir macera. Küçük Soora (Sunny Pawar) ufacık boyuyla filmi sırtına almış taşıyor. Bir çocuk bu kadar mı yetenekli ve sevimli olur. Ayrıca Nicole Kidman ve Dev Patel harika iş çıkarmışlar. Lion, asla izleyenleri hayal kırıklığına uğratmayacak kadar dokunaklı ve etkileyici bir film. 8/10

Hacksaw Ridge, onur, sevgi,inanç , kahramanlık ve vicdan üzerine kurulu yeri geldiğinde gözleri dolduracak kadar etkili, görkemli savaş sahneleri ile yüklü son zamanların en sarsıcı savaş dramalarından birisi. Umarız Mel Gibson’ın yönetmenlik adına geri dönüşü sayılan Hacksaw Ridge, gerektiği ilgiyi görür ve Gibson sinema dünyasından yitirdiği kredisine tekrar kavuşur. “Barışta oğullar babalarını gömer, savaşta babalar oğullarını” . 8/10

Fences,1950’lerdeki  işçi sınıfının ırkçılığın gelişimine göre nasıl şekillendiğini ele alan film, güçlü ve çarpıcı oyunculukların yer aldığı tiyatro görünümüne bürünmüş etkileyici bir yapım. Orijinal hikayesi bir tiyatro oyunu olduğundan içinde bolca diyalog yer alıyor ve olaylar da neredeyse tek mekanda geçiyor. Denzel Washington önyargılı, tutkulu ve yeri geldiğinde nefret edilecek kadar huysuz olabilen bir karaktere Troy'a hayat verirken mükemmel oyunculuğu ile de adeta büyülüyor. Troy'un sadık eşi Rose'ı canlandıran Viola Davis ise, aldığı Altın Küre ödülünü sonuna kadar hak ettiğini başarılı performansı ile gösteriyor. Tiyatrodan zevk alan herkesin, uzun süresine rağmen sıkılmadan izleyeceği Fences, son yıllarda izlediğim en gerçekçi anlatılan aile/drama filmlerinden birisi. 7/10

Manchester By The Sea, hüzün dolu, sakin geçen hayatın içinden bir film. Kimi yerde çok sarsıcı sahnelere denk gelebiliyor, kimi yerde durup sorguluyor, düşünüyorsunuz. Casey Affleck’in her zamanki gibi sakin ve buz gibi duruşu filmin hikayesiyle o kadar güzel örtüşmüş ki, oyunculuğu nasıl başladıysa aynı ivmede gidiyor. Güzel mi oynamış kesinlikle evet, rolünün adamı olmuş. Hikaye çok ağır bir trajedinin sonrasını anlatmasına rağmen seyircide uzun süre etkisini sürdürecek kadar kalıcı bir melodram yok ortada. Müzikler (özellikle uzunca çalan “Adagio” sahnesi) ile sinematografinin uyumu mükemmel. Michelle Williams’ın az ve öz oyunculuğu yan bir rol için oldukça yeterli. Film çok doğal ve çok soğuk. 7/10

Hell or High Water, "aile çok önemlidir" mesajı taşıyan, kötü işler çevirmek zorunda kalan iyi kardeşlerin öyküsünü anlatıyor. Hikaye fazla sürükleyici değil, sakin ilerleyen bir kedi-fare olayı var ortada, yalnız oyuncuların performanslarını izlemek çok keyifli. Film aslında western havasında bir suç/draması. Müzikler ve görüntü yönetmenliği üst düzeyde. Yoksulluk ve ekonomik krizin vatandaş üzerindeki etkisini alt metnine yerleştiren film, aynı zamanda ipoteklerle zenginleşen bankaların sistemine karşı da eleştirilerde bulunuyor. Hell or High Water, vahşi-batıyı modern bir şekilde abartmadan anlatırken, finale doğru da hızlanan bir yapıya sahip. Çok fazla beklenti içine girilmeden izlenirse keyifli olabilir, aksi takdirde abartılacak ve hele ki, oscar adaylığı alacak kadar önemli bir film değil bana göre. (aday oldu o ayrı, neler olmadı ki bugüne kadar). 6/10

Moonlight, cinsel kimlik arayışı ve uyuşturucu bağımlılığı arasında büyümeye çalışırken, diğer yandan ilgisiz bir anne tarafından suistimal edilen Chiron'ın kendini bulma hikayesini anlatıyor. Yaşamındaki zorluklar ve güzellikler çocukluk-gençlik-yetişkinlik gibi üç aşamada ortaya sunulmuş. Chiron'ı canlandıran farklı oyuncuların filmin drama tarafını iyi yönlendirdiği bir gerçek, fakat filmin sizi kendine fazla bağlayan bir yapısı yok, seyrederken heyecanlanmıyor ya da üzülemiyorsunuz bir şeyler eksik kalmış. Görüntüler ya da müzikler iyi olabilir ama filmden etkilenmediyseniz ve bittikten sonra sizde bir tat bırakmadıysa bana göre o diğer besleyici unsurların pek bir havası yok. Kesinlikle overrated bir film "Moonlight". 5/10

En İyi Film adayları hakkında

La La Land, son yıllarda izlediğim en eğlenceli ve en romantik müzikallerden birisi. Kesinlikle tüm adaylıklarını hak eden bir yapım ve En İyi Film dahil çok sayıda ödülü silip süpüreceğini düşünüyorum. La La Land’in En İyi Yönetmen ödülünü aldığı takdirde arkasından En İyi Film Oscarını da alacağını düşünüyorum.
Bunun dışında akademinin çok sevdiği Fences, Moonlight ve Hidden Figures gibi siyahi filmler de adaylar arasında gezinmekte. 3 dalda adaylığı bulunan Hidden Figures, bu üç siyahi filmin arasında bana göre her yönüyle en başarılı olanı. Fences, her ne kadar ağır giden bir dram olsa da, oyunculuklar sayesinde ayakta durabilen bir film ama En İyi Film dalında ödül alacağını sanmıyorum. Gereğinden fazla şişirilen Moonlight filmini çok fazla etkileyici bulmadım açıkçası. En İyi Film ödülünü olur da, La La Land’in elinden alırsa gerçekten üzülürüm.

Mel Gibson’ın yönetmen olarak yeniden dönüşünü simgeleyen ve 6 dalda adaylığı olan Hacksaw Ridge de görselliği ve duygusal yönüyle ağır basan bir savaş draması. Ben filmi çok sevdim, fakat o kadar güçlü adaylar var ki bu sene Gibson’ın bu filmi onların arasında maalesef kaybolup gidecek. 8 dalda adaylığa sahip sıradışı bir bilim-kurgu filmi olan Arrival ise,  adaylar arasında en sağlam duruşa sahip yapımlardan birisi. Seyredildikten sonra çok tartışılan Arrival’ın En İyi Film kategorisinde yer almaması zaten düşünülemezdi. Yine 6 dalda aday olan Lion’a bayıldım, çok da etkilendim . Ortada güzel bir hikaye ve sağlam oyunculuklar var.

Fazla acıklı bir hikayeye sahip Manchester By The Sea ise, 6 adaylık almış durumda ve bu 9 adayın içinde yine Moonlight ile birlikte en çok konuşulan filmlerden birisi. Son olarak 4 dalda aday olan Hell or High Water’ın En İyi Film kategorisinde ne aradığını çok merak ediyorum doğrusu. Diğer dallardaki adaylıklarını belki hak etmiş olabilir ama, karşısında bu kadar sağlam 8 rakip film varken ödül alması çok ama çok zor. Bu filmin yerine sağlam kurgusu ve hikayesi ile dikkat çeken Nocturnal Animals’ın yer alması daha doğru olurdu sanki.

Natalie Portman’ın En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olduğu Jackie John F. Kennedy'nin ölümüne neden olan suikastin sonrasında, eşi Jackie Kennedy'nin yaşadığı bunalımlı döneme ışık tutan belgesel havasında bir film. Ruhsal bakımdan çöküntüye uğrayan, eşinin cenaze merasimi için uğraşan ve geçmişteki anılarıyla yeniden yüzleşen First Lady Jackie'ye hayat veren Natalie Portman, kariyerindeki en iyi performanslarından birini sergiliyor. Filmin alışılmışın dışında farklı bir belgesel havasına dönüştüren kurgusu ve sinematografisi çok başarılı. Jackie, her ne kadar kısa bir kesiti anlatsa da, barındırdığı derin diyalogları ve Portman'ın güçlü oyunculuğu için seyredilmeyi hak ediyor. 7/10

Isabelle Huppert’ın En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olduğu Elle oyuncunun  eşsiz performansı ile işlenmiş akıcı ve travmatik bir film. Tecavüz-intikam-şiddet-erotizm derken aralardaki çarpık/psikopat ilişkileri de batırmadan gözümüze sokan Paul Verhoeven, enteresan bir filme imza atmış. Normal bir film bekleyenlerin uzak durması gerek zira seyretmesi ve kabullenmesi zor bir yapım Elle. Beğenmeyeni çok olacaktır. 7,5/10

Michael Shannon’ın En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında aday olduğu “Nocturnal Animals izledikçe içine alan kurgusu ve seyirciye tattırdığı enteresan intikam şekliyle övgüye değer bir film. Geçmişte yaşanan gerçekleri ve kırılan kalpleri zekice planlanmış bir suç hikayesi ile birleştiren film, son sahnesi ile de işte "revenge" diyor. Yine de herkese hitap eden bir film değil ve fazla abartılacak bir yanı da yok, fakat senaryosu kesinlikle sıradışı. 6,5/10

Merly Streep’in En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olduğu “Florence Foster Jenkins dünyanın en kötü sesine ve kulağı tırmalayan dayanılmaz bir desibele sahip opera sanatçısı. Florence'ın enteresan traji-komik yaşantısını anlatan film gerçek bir hikaye olmasa, böyle bir kadının yaşadığına ve bu kadar insanın kendisini seyrettiğine inanmak zor. Stephen Frears, ikiyüzlülük/sahtecilik ile azim/yetenek konusunu yer yer komik yer yer de dramatik ögelerle anlatmaya çalışırken oyuncu seçimini de çok doğru yapmış. Merly Streep&Hugh Grant ikilisinin uyumu çok iyi, piyanist mükemmel. Yalnız her ne kadar sevimli giden bir hikaye işlense de, komedinin dozu sahne perfomansları sırasında kendini tekrarlarken sıkmaya başlıyor. Ne tam bir komedi, ne tam bir dram var ortada. Kostümler ve makyaj şahane, onun dışında hikaye akıyor ama fazla tatmin etmiyor. 5/10

Viggo Mortensen’in En İyi Erkek Oyuncu dalında aday olduğu “Captain Fantastic” kendi yarattıkları sistemde yaşamayı seçen ve organik düşünen bir ailenin filmi. Kapitalizme ve eğitim sistemine olan eleştirileri fazlaca ama, haksız da değil film. İçinde bulunduğumuz sistemin bizi nasıl çöpe çevirdiğini şık ve eğlenceli bir dille anlatıyor. Düşündüren, üzen ve eğlendiren bir yapısı var. Sweet Child O'Mine sahnesi efsane. 7,5/10


En İyi Yabancı Dalda Film adayı olan "The Salesman"en büyük gücünü gerçekçilikten alıyor. Sağlam hikayesi ve karakterleri ile ön planda olan film, kısa sürede içine çekiyor ve sonuna kadar da kilitliyor. Asghar Farhadi, seyirciye vicdan, merhamet, adalet, ceza ve intikam gibi ağır duyguları yükleyerek sıkı bir empati yaşattırıyor. Yalnız bazı gereksiz tiyatro sahneleri hikayeyi fazla uzatmış. Film her ne kadar kendini merakla izlettirip duygu yoğunluğu yaşatsa da, Farhadi'nin A Separation'ı kadar etkileyici gelmedi bana. Şahsen diğer adaylar arasından sıyrılıp En İyi Yabancı Film oscarını almasını istemem. Şu ana kadar favorim-oscarda şansı olmadığını bildiğim halde- A Man Called Ove. 5,5/10


En İyi Yabancı Dalda Film adayı olan "A Man Called Ove" (EnmansomheterOve), geçmişi ve bugünü iyi/kötü tüm duygusuyla birlikte yaşayan huysuz ve tatlı kahraman Ove'nin buruk hikayesini anlatıyor. Senaryosundaki klişelerle beslenerek güçlenen ve güldürürken hüzünlendiren şeker mi şeker bir film. Ölmeden önce görülmesi gereken filmlere rahatlıkla eklenecek kadar dokunaklı. Böyle filmler ender çıkıyor, değerini bilin, izleyin! 8,5/10





Tahminlerim

En İyi Film

La La Land (Kazanacak Olan / Kazanmasını İstediğim )
Fence
Hacksaw Ridge
Hell or High Water
Hidden Figures
Lion
Manchester by the Sea
Moonlight

En İyi Kadın Oyuncu

Natalie Portman, Jackie
Amy Adams, Arrival
Emma Stone, La La Land (
Kazanacak Olan / Kazanmasını İstediğim)
Meryl Streep, Florence Foster Jenkins
Isabelle Huppert, Elle

En İyi Erkek Oyuncu

Casey Affleck, Manchester by the Sea (Kazanacak Olan)
Ryan Gosling, La La Land
Denzel Washington, Fences (Kazanmasını İstediğim)
Viggo Mortensen, Captain Fantastic
Andrew Garfield, Hacksaw Ridge

En İyi Yönetmen

Denis Villeneuve, Arrival
Mel Gibson, Hacksaw Ridge
Damien Chazelle, La La Land (Kazanacak Olan / Kazanmasını İstediğim )
Kenneth Lonergan,  Manchester by the Sea
Barry Jenkins, Moonlight

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Mahershala Ali, Moonlight (Kazanacak Olan)
Jeff Bridges, Hell or High Water
Lucas Hedges, Manchester by the Sea
Dev Patel, Lion
Michael Shannon, Nocturnal Animals (Kazanmasını İstediğim)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

Viola Davis, Fences (Kazanacak Olan)
Naomie Harris, Moonlight
Nicole Kidman, Lion
Octavia Spencer, Hidden Figures (Kazanmasını İstediğim)
Michelle Williams, 20th Century Women

En İyi Yabancı Dalda Film

Land of Mine (Danimarka)
A Man Called Ove (İsveç)
The Salesman (İran) (Kazanacak Olan)
Tanna (Avustralya)

Toni Erdmann (Almanya) (Kazanmasını İstediğim)

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.