29 Haziran 2015

TERMINATOR GENISYS



İlk kez 1984’de video döneminde karşılaşmıştım Terminator ile. Benim için sadece kapağındaki yarı robot resim bile eve koşarak gidip seyretmem için oldukça ikna ediciydi. Terminator, ilginç konusu ve barındırdığı bol aksiyonu ile, 80’lerin bilim-kurgu/macera konulu filmlerin arasında yerini en üst sıralara taşımış bir filmdir. İlk filmle beraber tadı damağımızda kalan Terminator, 1991 yılında çevrilen serinin ikinci filmi Judgment Day (Kıyamet Günü)’in sevenlerini fazlasıyla memnun eden başarısı sayesinde büyük bir fanatik kitlesi edinmiş oldu. Yönetmen James Cameron ilk filmdeki  performansının ardından bu defa kendini aşmış ve tüm dünyada ilk kez kullandığı yeni görsel efektler sayesinde bizlere şenlik yaşatmıştı. Yaratılan teknoloji sayesinde Judgment Day’de tanıştığımız T-1000 denilen sıvı-metal alaşımlı her şekle girebilen Cyborg’un değişim geçirdiği her sahneyi hayretler içinde izlemiştik. Ardından gelen üçüncü film Rise of the Machines, serinin ilk iki filminin yanında pek sönük kalmış ve hayranlarını sadece senaryosu boş ama dolu bir aksiyonla baş başa bırakmıştı. Ve bana göre oldukça lüzumsuz olan Christian Bale’in bile kurtaramadığı 2009 yapımı Terminator:Salvation ise tamamen gereksiz bir yapımdı. Arnold’suz bir Terminator seyirciye pek bir şey veremediği gibi, sözüm ona yeni bir üçlemenin daha ilk filminde yaşadığı fiyaskosu ile  kısa sürede unutuldu.

Yıllarca Arnold’un valilik döneminin bitmesini bekleyen Terminator fanlarının içinde her zaman tekrardan bu serinin canlanacağı yönünde bir umut vardı. Sonunda 2015 yılında Arnold Schwarzenegger ne yaptı ne etti yeni bir üçlemenin ilk filmi olan Terminator:Genisys ile nostaljik bir klasiği tekrardan canlandırmayı başardı. Thor: The Dark World ile tanıdığımız yönetmen Alan Taylor eşliğinde hayat bulan Terminator: Genisys, bu defa biraz daha farklı senaryosuyla bizleri geçmiş günlere götürüyor.

Hikayenin başlangıcında yıl 2017: John Connor ve Kyle Reese eşliğinde yaratılmış direnişçi grup Skynet’i dağıtmak üzere Cyborglara karşı mücadele ediyor. Savaşın sonlanmasına yakın akıllı program Skynet’in geçmişteki Sarah Connor’ı (John Connor’un annesi) yok etmesi için T-800’i (bizim eski ilk Arnold) zamanda geriye yollaması üzerine, bunu fark eden  John Connor’da tıpkı ilk filmde olduğu gibi Kyle Reese’i T-800’ün peşinden annesini kurtarması için aynı yıla yani 1984’e yolluyor. Yalnız bu defa Sarah Connor’un yanında çocukluğunda yanına gelmiş ve hala kendisini korumakta olan yaşlanmış bir Arnold, yani T-800 bulunmakta. Bu da bize Terminator:Genisys’de önümüze çıkacak olay döngüsünün eski filmlere göre daha farklı olduğunu gösteriyor. Filmin giriş kısmında geçmiş ve gelecek arasındaki bağı çok güzel şekilde birleştiren Alan Taylor, hız kesmeden ilerleyen aksiyonla beraber seyirciyi, baş belası sıvı metal T-1000’le olan kapışmalarla baş başa bırakıyor. Kısa süren kedi fare oyunundan sonra, yaşlı Arnold T-800’in önderliğindeki  zaman makinesiyle Sarah Connor ve Kyle Reese, bu defa gelecekteki Skynet bağlantılı, dünyanın sonunu getirecek bir proje olan Genisys’ı yok etmek için  2017’e giderler. Genisys projesi aslında fazlasıyla akıllı ve güçlü bir tür işletim sistemi. Film boyunca insanoğlunun sonunu getirecek olan bu geri sayım projesinin tüm sorumlusu olarak gösterilen, teknolojik aletlere bağımlı olan ve sosyal medya ile iç içe yaşayan bizlere de güzel bir gönderme yapılıyor.

Biraz da filmdeki karakterlerden bahsedecek olursak eğer,ilk olarak gözümüze çarpan oyuncu asla bir Linda Hamilton olamayacak kadar çelimsiz ve kısa boylu olan Emilia Clarke. Kendisinin ne eline silah yakışmış, ne de aksiyon sahneleri, Jai Courtney, benim asla ısınamadığım bir oyuncudur o ayrı, fakat nedendir ki ben Kyle Reese rolüne de kendisini hiç mi hiç  yakıştıramadım. Jai Courtney ve yanında çocuğu gibi görünen Emilia Clarke’la beraber filme duygu anlamında hiçbir şey katmadan sonuna kadar oradan oraya koşuşturuyorlar. Yeni T-1000’i oynayan koreli oyuncu kısa süre gözükmesine rağmen sıvı metalin hakkını verirken, bu sene Whiplash’deki  aksi öğretmen rolüyle Oscar alan J.K. Simmons ise kendisine verilen küçücük rolüne sahip çıkmayı ustalıkla  başarıyor. Filmin casting açısından sınıfı geçen en sağlam oyuncusu ise, kesinlikle John Connor’u oynayan donuk suratlı Jason Clarke. Gelelim sürekli moruk diye hitap edilen Arnold Schwarzenegger’e. Yaşlanması dışında karizmasından ve oyunculuğundan bir şey kaybetmemiş olan Arnold, esprili ve sempatik bir T-800 olarak filmi neredeyse tek başına götürüyor. CGI destekli genç hali ile kapışma sahnesi ise gayet hoş bir sürpriz olarak filme renk katmış.

Terminator:Genisys, bana göre eski hayranlarını geçmişe götürerek harika bir nostalji yaşatıyor. Karakter analizi yapmadan izlerseniz oldukça keyif almak mümkün. Yeni nesil izleyenlerin ise bu konuya çok takılacağını düşünmüyorum. Fakat şunu belirtmekte yarar var, Terminator hayatına ilk defa bu filmle başlayanların  bir an önce en azından ilk iki filmi seyretmeleri şart. Yoksa film boyunca ne, nasıl yani gibi sorularla boğuşup durursunuz. Filmi sonuna kadar taşıyan sarsıcı aksiyon sahneleri ise görsellik bakımından eski filmleri aratmayacak kadar başarılı.

Sonuç olarak,eski veya yeni kuşak fark etmeden tüm Terminator ve Arnold hayranlarının mutlu olacağı Terminator:Genisys, zamanda yolculuk , geçmişi ve geleceği değiştirme üzerine yazılmış ilginç senaryosu ile bana göre oldukça akıcı, şaşırtmacalı ve eğlenceli bir film .

Not : Filmin yazılar bittikten sonra gelecek film için  açık kapı bırakan minik bir sahnesi mevcut. Salonu herkes terk etse de siz terk etmeyin !

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

ARAFTAKİ EV

 Zaman döngüsü affetmiyor

Sanırım son yıllarda izlediğim en güzel açılış sahnesine sahip olan Venezuella yapımı Araftaki Ev (La Casa del fin de Los Tiempos – The House of the End of Time), oldukça ilginç bir senaryo ve kurguya sahip bir film.Yönetmen Alejandro Hidalgo’nun ilk filmi olmasına karşın, seyirciyi memnun edecek düzeyde sıkı bir gerilim filmi olan Araftaki Ev, daha ilk sahnesinden itibaren sizi içine çekerek bir zaman yolculuğu edasında ilerliyor ve sık sık kafa kurcalatıyor. İspanyol filmlerine benzerliğiyle dikkat çeken film aynı zamanda Venezuella’dan çıkan ilk korku-gerilim denemesi.

Hikayemizin başrolü olan Dulce, işsiz bir kocaya sahip (Juan Rose), iki oğluyla (Leopoldo ve Rodrigo)beraber yaşayan bir kadındır. Dulce’nin elinde bir cam parçası ile yerde yatarken başlayan açılış sahnesi, kocasının ölü bulunması ve Leopoldo’nun aniden karanlığa çekilmesiyle beraber hızlı bir ivme kazanıyor. Gözünün önünde kaybolan çocuğunun ve öldürülen kocasının ardındaki gerçeği her ne kadar polislere anlatsa da, Dulce kimseyi inandıramaz ve suçlu bulunur. Hapiste geçirdiği 30 yılın ardından tahliye edilen Dulce, kapıda iki polis korumasıyla beraber trajik bir geçmişe sahip olan evine geri dönerekburada tekrardan yaşamaya başlar. Kendisini tüm olanlardan sorumlu tutan Dulce’nin yardımına, hem bu aileye,  hem de evin geçmişindeki tüm sır perdesine fazla meraklı araştırmacı bir rahip gelir. Yavaş yavaş olayların arkasındaki gizemi çözmeye başlayan rahip, Dulce’nin tüm anlattıklarını, başkalarının aksine tüm dikkatini toplayarak ve ona inanarak dinler. Fakat evin ardındaki olaylar tahmin bile edilemeyecek derecede farklı bir boyuttadır.

Yönetmen filmi tamamen 75 yaşındaki Dulce’nin gözünden bize aktarırken, gitgide karmaşık bir hal alan senaryoyu da çaktırmadan önümüze sunarak bizleri pür dikkat ekrana çiviliyor.Filmin ana karakteri olan Dulce’nin eve geldikten sonra geçmişiyle yaşadıklarını hatırlatan tüm sahneler oldukça güzel planlanmış olduğundan, filme çok rahat konsantre olmamızı sağlıyor. Baktığı her odada evdeki kötü olayları gözünde canlandıran Dulce’nin üzerine yoğunlaşmış gibi görünen Araftaki Ev, bir süre sonra seyircinin tüm dikkatini evin küçük çocukları Leopoldo ve Rodrigo’ya çekiyor.Film boyunca evde yaşanan cinayetlerin sebebine odaklanmamızı sağlayan Alejandro Hidalgo, adeta filme “ben bir puzzle yaptım, artık siz birleştirin” havası katıyor. Ortalarından sonra oldukça akıcı bir şekilde ilerleyen Araftaki Ev,  sonlarına doğru ise bizi geçmiş ve gelecekdöngüsü arasında gelip giden sarsıcı hikayesi ile yoğun bir gerilime sürüklüyor. İzleyicinin aklında soru işareti barındırmayacak kadar kaliteli şekilde yazılmış senaryosu sayesinde,olaylarınyavaştan çözülmeye başlamasıyla biraz olsun kafamız rahatlatıyor. Ailedeki tüm karakterleri oynayan oyuncuların senaryoya uygun doğru bir seçim olmasının yanı sıra, filmin en önemli kilit karakterini canlandıran Leopoldo’yu canlandıran Rosmel Bustamente’nin ufak yaşına rağmen üstün performansı göz dolduruyor. Ayrıca evin bodrum katı olmak üzere tüm odaların ürpertici dekoru ve karanlık atmosferinin oldukça başarıyla tasarlanması filmin seyirci üzerindeki gerilimini fazlasıyla tetikliyor.

Amerika’dan çıkan pek çok gerilim filminden daha güzel bir kurguya ve altyapıya sahip olan Araftaki Ev, mistik ve gizemli hikayesinin yanında , Mama ve The Orphanage (Yetimhane) filmlerine benzer, duygu yüklü dramatik bir yapım olma özelliğini de taşıyor. Dulce’nin 30 yıl daha yaşlandırılmış halindeki makyajın fazla sırıtması ve inandırıcı olmaması dışında pek bir kusuru bulunmayan  2013 yapımı bu filmin,neden iki sene sonra vizyona girdiği de ayrı bir konu. Sonuç olarak Araftaki Ev, çok fazla korkutmayan ama sonuna kadar içindeki gizemi koruyan ve merak uyandıran gerilim dozu yerinde ve özellikle son final sahnesi çok başarılı bir yapım.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

22 Haziran 2015

LA FAMILLE BELIER

Duymasan bile hissedersin

La Famille Belier (Hayatımın Şarkısı), sessiz ve hayat dolu bir ailenin içindeki tek sesli bireyine odaklanan sımsıcak bir film. Çok fazla Fransız filmleriyle ilgilenen birisi olmadığımdan izlemeden önce açıkçası büyük bir beklentim yoktu. Ama tür olarak gerek başarı öyküsü, gerek komedi ve dram yüklü aile filmleri ilgimi çektiğinden izledim ve sonunda iyi ki izlemişim dedim. Filmin yönetmeni Eric Lartigau’nun işitme engelli bir ailenin hayatını anlatan La Famille Belier’i, seyirciye derin bir drama yaşatmadan tam tersine komediyle birlikte sunmayı çok iyi başardığı ortada. Zaten sıradan bir konusu olmasına rağmen, gişedeki başarısını aldığı Cesar ve Lumiere ödüllerini kapmasından anlıyoruz.

Mandıralık yaparak hayatlarını devam ettiren Belier ailesinin tek kızları Paula (Louane Emera) hariç tüm aile bireyleri işitme engellidir. Paula16 yaşında olmasına rağmen aile içinde büyük sorumlulukları olan bir kızdır. Ailesinin dış dünyayla olan iletişim kısmını işaret diliyle kendilerine anlatan Paula, aynı zamanda koronun en güçlü soprano sesine sahiptir. Kısa sürede sesinin güzelliği, müzik hocası tarafından fark edilince, Paris’teki Radio France’ın düzenlediği ses yarışmasına katılması için kendisine bir teklif sunulur. Fakat Paula ailece geçimlerini sağladıkları peynir ve süt satışlarının başında durması ve ayrıca babasının belediye seçimlerine adaylığını koyduğu bir dönemde ona destek olması gibi sorumlulukları yüzünden oldukça kararsız kalır. İlk başlarda hocasıyla beraber gizlice ses çalışmalarına devam eden Paula, bir süre sonra ailesine Paris’teki yarışma olayını açıklayınca ortalık biraz tatsızlaşır. Biricik kızlarının evden uçup gitmesini istemeyen ailenin bu duruma karşı çıkması yüzünden Paula’yı zor bir seçim bekler. Ya Paris’e gidip kendini kanıtlayacak ya da ailesiyle beraber eski yaşantısına geri dönecektir? Filmin bundan sonrasını anlatmak pek iç açıcı olmayacağından kalan en güzel kısımları seyredip değerlendirmek bu sıcacık aileye eşlik etmek sizlerin görevi.

Gerçekten film o kadar samimi ve sade oyunculuklarla dolu ki, klişe olan konusu bile sizi filmden asla soğutmuyor. Sağır ve dilsiz rolünün hakkını veren anne ve babayı oynayan oyuncuların mizahi davranışları, tatlı mimikleri filmi renklendirmeye yetiyor. Konunun engelli bir aile teması üzerine kurulmuş  olmasına rağmen Belier ailesi, arabesk bir yaşam tarzının tersine, yaşama sevinciyle dolu birbirlerine sımsıkı bağlanmış mutlu bir aile portresi çizerek seyircinin içine huzur veriyor. Ailenin doktor karşısında cinsellik üzerine olan diyaloglarındaki mizahi yaklaşım, Paula’nın kadınlığa attığı ilk adımın komediyle sunulması, işitme engeli üzerine yapılan espriler, yönetmenin böylesine  fark yaratan uslubu sayesinde film neşeli bir hale bürünüyor. Belier ailesinin sopranosu Paula’nın evdekilere  karşı olan bağlılığı ve davranışlarındaki saygınlığı hikayede seyirciye adeta bir ders niteliği taşıyor. Fransanın ses yarışması The Voice (bizdeki O Ses Türkiye gibi) sayesinde keşfedilmiş olan Paula’yı oynayan Louane Emera’nın hiçbir oyunculuk deneyimi olmamasına rağmen, bu kadar önemli bir rolün altından başarıyla kalkması kendisinin yeni yeteneğini keşfettiğinin bir göstergesi. Özellikle Paula’nın seçmeler sırasında söylediği  şarkıdaki performansı, filmin en akılda kalan ve en çarpıcı sahnesi olarak unutulmazlar arasında yerini alıyor.

Eric Lartigau, Belier ailesini filminde, hayata karşı verdiği mücadelede, bir engelli olarak değil engelleri aşan yaşama sevinciyle dolu bir aile olarak göstermeyi tercih etmiş. Belki de ailenin üstündeki engel sayılabilecek bu sessizlik, onları birbirlerine sımsıkı bağlayan bir gücü temsil ediyor. Filmde Belier ailesinin kızlarının sesini duymasa bile herkesden daha fazla hissettiklerini ortaya koyduğu sahneler,  gözlerimizi yaşartmaya yetecek kadar duygu yüklü.

Müziğe hayat veren konusuyla dikkati çeken La Famille Belier, seyrettikten sonra içinizde hoş duygular bırakacak kadar samimi, içten ve güldürürken duygulandırmayı başarabilen nadir filmlerden birisi. Bu tarz “ seyret ve kendini mutlu hisset ”  temalı filmler, her zaman karşımıza çıkmadığından aile filmi meraklıları için seyredilmesi tavsiye edilir.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

CAREFUL WHAT YOU WISH FOR

Her kuşun eti yenmez

Ne Dileğine Dikkat Et !
Adıyla oldukça alakalı olan filmdeki ana tema olan seksi kadınımız tam bir femme fatale. Bu kelimenin anlamı nedir ? Beraber olduğu erkekleri baştan çıkaran, sonrasında ise zarar veren ve cinsel ilişkiye doymayan tehlikeli kadın anlamına gelir. Örneğin, Poison Ivy filmindeki Drew Barrymore ve Temel İçgüdü filmindeki Sharon Stone gibi karakterler femme fatale tanımına oldukça uyarlar. Bu tip filmler, başlarda klişe olaylarla ilerlerken, aniden ortaya çıkan entrikalar, erkeğin arkasından çevrilen dolaplar, para kopartma olayları gibi artan gizem ve heyecanı sayesinde seyirciyi sonuna kadar ekrana bağlamayı başarır.

Careful what you wish for, aynen bu şekilde ilerleyen, filmin baş kahramanı şaşkın ergen Doug Martin’in başına gelenleri anlatıyor. Tekne tamirinden çok iyi anlayan Doug, günün birinde yandaki evi satın alan süper zengin bir iş adamının teknesinde işe başlar. Günler geçtikçe adamın cazibeli ve seksi karısına fena halde tutulur. Kadının kısa sürede Doug’a olan bakışları ve elde etme çabaları yüzünden bizim ergen ne yapacağını şaşırır. Tek istediği, her zaman arkadaşlarıyla bol bol yaptıkları muhabbetin  kaynağı olan güzel bir kız bulma ve ilişkiye girme olayıdır. Lena’nın, kendisinden hem yaşça büyük ve hem de kolay yutulur bir lokma olmadığının henüz  farkına varamayacak kadar  gözü dünmüş olan Doug, kadının kocasının evde olmadığı her vakit bu ilişkiyi sürdürmeye devam eder ve bu sırrı arkadaşları dahil kimseye söylemeden saklar. Tabii ki böyle diken üstünde gerçekleşen kaçak bir ilişkinin arkasından her an farklı şeyler bekliyor olmamızı bilen yönetmen, yavaş yavaş entrikalar zincirini filme yayarak bizleri de hoş bir gizemle baş başa bırakıyor.

Filmin ana teması aslında gençlik kitlesi. Doug karakterinin gerçekleştirdiği eylemler ergenlik çağındaki her gencin başına gelebilecek durumlar. O dönemlerde akılları sadece güzel kızlara odaklı çalışan gençlerin böyle durumlara balıklama atlaması da gayet doğal. Seksi ve cazibeli kızların sadece bir bakışı ile erkekleri peşinden koşturmasını, hatta cinsellik işin içine girdiğinde ergenleri avuçlarının içine almalarını  düzgün bir dilde anlatan Careful what you wish for , aslında tüm gençlere attıkları adımı bir daha kontrol etmeleri gerçeği hakkında ders veriyor.

Filmin en iyi performans gösteren oyuncusu kuşkusuz femme fatale rolünün hakkını sonuna kadar veren Lena rolünde izlediğimiz İsabel Lucas ( The Water Diviner, Transformers: Revenge of the falen, The Loft). Lena’nın kocası rolünde ise, yakın zamanda Ruhlar Bölgesi 3’de izlediğimiz bir zamanların gençlik filmleri idolü Dermot Mulroney, çok ön planda olmayan rolüyle filme eşlik ediyor.

Evli  bir kadınla kaçamak bir ilişki yaşıyorsan o zaman sonuçlarına katlanacaksın gibi ibretlik bir ana fikirle karşımıza çıkan Careful what you wish for, bu tip yapımlarla hemen hemen aynı klişe olayları içermesine rağmen, gelişme bölümünden sonra  oldukça heyecanlı ve yer yer gerilimli bir şekilde ilerliyor. Filmin kadın yönetmeni Elizabeth Allen, daha önceleri komedi ve dram  ağırlıklı gençlik filmlerine yer verirken, bu defa tarzına gizem ve gerilimi de eklemiş Careful what you wish for, gençlik filmi şeklinde başlayıp, bol merak uyandıran ve gizem kısmı ağır basan, sonlarına doğru ise heyecan arttıran temposu ile iyi vakit geçirmelik bir film olmuş. Çok fazla beklenti içine girmeden güzel vakit geçirmek isteyenler için tavsiye edeceğim bu filmin kesinlikle en farklı tarafı ise sürpriz finali.

Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.

16 Haziran 2015

JURASSIC WORLD

Yine, Yeni, Yeniden

1993’de Nublar adasında başlayan dinazor dünyasını yeniden gündeme getiren Jurassic Park’ın elde ettiği başarının ardından yapımcılar boş durmayıp iki devam filmi daha çekmişlerdi. İlk iki film birbirlerini hemen hemen takip eden yapımlar olmasına karşın, yıllar sonra çekilen 3.film ise bambaşka bir konu ve vasat oyunculuklarla dolu  bir yapım olarak fazla akılda kalmayıp gişede çakılmıştı. Efsane yazar Michael Crichton’ın yarattığı Jurassic Park, ada üzerine kurulmuş olan ve  bir dolar milyoneri tarafından dinazorların her türüne yeniden hayat verilmesi ile oluşturulmuş gezi parkıydı. Fakat güvenlik sonucu dinazorlar kaçıpta etrafa dehşet saçmaya başlayınca gezi parkı bir korku parkına dönüşmüştü. Sinema sektöründe Jurassic Park, birbirine benzeyen taklit B tip filmlerin ve sayısız dinazor belgesellerinin ortaya çıkmasına ön ayak oldu. Jurassic Park'ın yarattığı bu yeni oluşum, tüm dünyaya dinazorları yeniden tanıtarak herkesi bir anda dinazor bilir hale getirdi. Nihayetinde  hepimiz Trex nedir ? Ne yer,ne içer ? Raptorlar iyi midir, kötü müdür, kızdırılmaya gelir mi? Uzun boyunlular gerçekten masum birer otobur mu? Gergedan tiplilere yanaşmaya gerek var mı ? gibi her bilgiyi depolar hale geldik.

Aradan 23 sene geçtikten sonra , nedendir bilinmez, niye bir film ya da serinin efsane olarak kalmasına izin verilmeyip, tekrardan gündeme getirilir ve aynı şeyler ortaya konur , anlamak mümkün değil. Ticari kaygıların dışında başka bir şey pek aklıma gelmiyor. Sanırım filmin yönetmeni Colin Trevorrow, hazır yıllar geçmişken CGI’da almış başını gidiyorken, tekrardan milyon dolarları yatıralım dinazorlara ve parkı yeniden sunalım yeni bir şeymiş gibi nasılsa tutar mantığı ile yola çıkmış. Bu yüzdendir ki, Jurassic World’de elle tutulur yenilikçi bir senaryo ya da bir macera yok . Aynı tas aynı hamam şeklinde ilerliyor.

Bu defa bu park gerçekten devasa bir şekilde Disneyworld misali bir eğlence parkı haline getirilmiş. Hem deniz dünyası bölümünde dev su altı dinazorunu tanıtan, hem de diğer tüm dinazor türlerini yakından inceleyebileceğiniz ve binlerce insanı misafir eden muhteşem bir ormanlık alana sahip olan Jurassic World, havadan yapılmış çekimlerde gördüğümüz kadarıyla gerçekten görülmeye değer ihtişamlı bir görüntüye sahip. Filmdeki yeni olan tek şey ve filmin baş kahramanı sayılan Indominus Rex . dnalarıyla oynanarak yaratılmış olan Trex-Raptor karışımı çok vahşi bir dinazor türü. Park harika dizayn edilmiş olduğundan, filmin sonuna kadar bizlere eşlik eden bir küçük bir orta boy çocuktan oluşan iki kardeşin buraya gelip de heyecandan yerinde durmamaları, büyülenmeleri , ordan oraya koşturmaları gayet doğal. Birde bu çocukların aslında başında bulunması gereken umursamaz, işkolik ve aynı zamanda parkın sorumlusu olan teyzeleri (Bryce Dallas Howard) bulunuyor. Parktaki Raptorların başında ise onların hareketlerini izlemek ve değerlendirmek üzere bulunan deneyimli eğitmen rolünde Chris Pratt’i görüyoruz . Guardians of the Galaxy’deki sevimli rolünün tam tersine burada akıllı, çok bilmiş biraz da kasıntı bir hale bürünmüş. Parkta herşey güllük gülistanlık giderken bir yanlışlık sonucu kafesinden kaçan Indominus Rex yüzünden, hem ziyaretçiler hem de parkın tüm sorumluları için gerilim dolu ve heyecanlı anlar başlar.

Jurassic Park’tan alıştığımız ve artık klişe haline gelmiş olan fazlasıyla sahne mevcut tabii ki filmde. Say say bitmez ama seyircinin fazla gözüne sokulmuş olan bazılarını yazmakta fayda var. Ordan oraya koşturmalar, gerekli talimatlar, dinazorun insanları yeme yutma sahneleri, araba altına, yanına ya da içine saklanmış baş kahramanların yanında beliren dinazorun koca gözünün yer aldığı kısımlar, yine sadece filmin kahramanlarının gizlendiği yerlere kafasını sokarak ve kurcalayarak asla onlara değemeyen koca bir Indominus Rex , 22 senedir duran eski Jurassic Park’tan tanıdığımız Jeep’i 10 dk da tamir edip tam gaz kökleyerek kaçan iki küçük çocuk,  tepede yüzlerce yırtıcı eski çağ kuşları uçup panik olan halka saldırırken ortada durup hiç birşey yokmuş gibi öpüşen çiftimiz  gibi gibi bölümler sizleri bekliyor Jurassic World’de.

Tamam her şey aynı, yeni bir şey yok dedik, klişeler bol dedik de ne yapalım şimdi izlemeyelim mi heyecanlanmayalım mı ? 22 sene sonra dinazorlar yeniden gelmiş, Jurassic Park yeniden açılmış bu gösteriye hepimiz davetliyiz, her ne kadar sıradan bir hikayeye sahip bile olsa. Görsel efektlerin kalitesi, dinazorların tasarımları, aksiyon sahnelerindeki çekimlerin başarısı bile sadece bu filme gitmeniz için bir neden. Heyecanın ve gerilim dozunun yerli yerinde olduğu Jurassic World’ün finalinde bir kapışma sahnesi var ki nefissss, fazla ayrıntıya girmeyelim bu sahne için kim neyle kapışıyor izleyin görün. Ayrıca filmde çok sevdiğim bir oyuncu olan Vincent D’Onofrio’da güzel bir rolle karşımıza çıkıyor.
Jurassic World, eski serinin takipçilerinin yanı sıra, yeni nesil seyirci kitlesinin de çok zevk alacağını tahmin ettiğim, görsel olarak çok başarılı ve eğlenceli orta halli bir dinazor aksiyonu.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

İNTERNET ve SOSYAL MEDYA KONULU GERİLİM FİLMLERİ


Gün geçtikçe teknolojinin boyutları artmaya devam ederken, bir anlamda internet hayatımıza girdiğinden beri, insanların birbirleriyle iletişime geçmesi oldukça kolaylaştı. İlk başlarda sadece yazılı mesajlaşma üzerine kurulan chat siteleri varken, artık kameraların yaygınlaşmasıyla birlikte görüntülü mesajlaşma programları ve siteleri daha popüler hale geldi. Şimdi artık arkadaşlık sitelerinden, pornografik sitelere kadar her türlü platforma internet üzerinden evinizden, cebinizden, iş yerinizden hızlı bir şekilde ulaşmanız mümkün. Bu program ve sitelerin iletişim için yararı olduğu kadar size ait her türlü özel konuşma, video ve fotoğrafları kaydederek sosyal medya üzerinden herkese açık hele getirip paylaşmak gibi riskleri de mevcut.
Sinema sektörü ise ışığı gördü ve “Böyle sitelere girerseniz, başınıza kötü olaylar gelebilir!” mesajı içeren filmleri ortaya çıkarmaya, bu tür filmleri değişik versiyonlarla çekmeye başladı.
İşte size ilginizi çekebilecek  sosyal medya ve internet siteleri üzerine yapılmış en sevdiğim 10 gerilim/drama filmi ! Aşağıdaki filmler, gerilim ve korku üzerine yoğunlaşmış olsa bile aslında aile bireylerini ilgilendiren trajik olaylara değinmesiyle dikkat çeken yapımlar olma özelliğini taşıyor.
Disconnect (2012)  İnternetin günlük hayatımızdaki etkilerini anlatan, iç içe geçmiş farklı öyküler ile farklı karakterleri ele alan ve bu tür filmlerin içinde ayrı bir yere sahip mutlaka izlenmesi gereken çok önemli bir film.

The Den (2013) Tez hazırlamak üzere Den adındaki bir video chat sitesini ziyaret eden Elizabeth, burada bir kızın öldürüşüne tanık olunca işin gerçeğini araştırmaya başlar. Fakat bu araştırma kendisini bir seri katilin avı haline getirir.

Girlhouse (2014) Büyük bir malikanede bulunan genç kızların , web sitesi üzerinden yayın yapan bir sitede soyunmalarını izleyen bir sapığın,  buraya gelerek dehşet saçmasını konu alan sıkı  bir gerilim filmi.

Untraceable (2008) Suç işlemek üzerine yapılmış öldür.com adındaki canlı cinayetleri yayınlayan bir sitenin sahiplerini araştıran bir FBI ajanının bu katillere karşı verdiği kedi-fare oyununu ele alan çok iyi bir polisiye/gerilim filmi.

Cam2Cam (2015) Kardeşinin ölümünü araştırmak üzere Bangkok’a gelen bir kızın işin altında Cam2Cam adında pornografik bir sitenin olduğunu öğrenmesi üzerine bu siteyi kuran sapık ruhlu bir çeteye karşı verdiği mücadeleyi anlatan bir gerilim filmi.

Trust (2010) İnternette chat yaparak tanıştığı bir gençle arkadaşlık kuran 14 yaşındaki bir kızın başına ne gibi belalar açılacağını anlatan,  hem gerilim, hem de dram üzerine kurulu oldukça gerçekçi bir film.

Open Windows (2014) Nick, internet üzerinde oynanan online bir oyunda meşhur bir bayan oyuncu olan Jill Goddard ile tanışma fırsatı yakalar. Kendisiyle bir otelde buluşma ayarlanması üzerine , aslında farklı bir oyuna dahil edilen Nick’in kendi  bilgisayarını hackleyen bir katille yüzleşmesini anlatan,  internet chat odaları üzerine yapılmış en hayret verici filmlerden birisi.

Chatroom (2010) İnternet Chat odalarında tanışan kişisel sorunları olan 5 gencin aralarındaki ilişkileri anlatan dramatik bir gerilim filmi. Film aynı zamanda bu gibi sitelerde kurulan arkadaşlıkların yararlı mı, yoksa zararlı mı olduğuna detaylı bir şekilde değinerek seyirciye adeta bir ders veriyor.

Cry_Wolf (2005) E-Katil adındaki bu film, birkaç okul öğrencisinin yakın zamanda işlenmiş bir cinayeti ele alarak arkadaşlarına oynadıkları bir oyunu anlatıyor. Bu öğrenciler  “Kurt” lakaplı bir katilin okulda dolaşıp bazı kişileri öldüreceği yalanını internet üzerinden tüm okula yayarlar. Fakat işler istenildiği gibi gitmez ve o adları verilen şahıslar gerçekten birer birer öldürülmeye başlar.

Megan is Missing (2011) Chat yaparak tanıştığı bir adamla buluşmaya gittikten sonra bir daha geri dönmeyen Megan’ı araştırmaya başlayan en yakın arkadaşı Amy’de bir süre sonra ortadan kaybolur. Polisin ele geçirdiği , kızların bilgisayarındaki webcam görüntüleri sayesinde olayların perde arkasını incelenmeye başlar. Gerçek görüntülerden alınan örneklerin de yer aldığı, özellikle gençlere ders niteliğinde sarsıcı bir gerilim/drama filmi.

Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.

15 Haziran 2015

BACKCOUNTRY

Neymiş, şehir en güzeliymiş

Gerçek yaşam öyküsü olsun da nasıl olursa olsun, hele ki hayatta kalma mücadelesi varsa süper olur diyenlerin boğazında kalacağı bir film Backcountry . Daha baştan hevesinizi kırmak istemezdim ama neye bulaştığınızı bilin diye uyarıyorum. Kimilerine göre yere göğe sığmayan, hatta Toronto film festivalinde iyi övgüler alan bu filmin, kendi türünün örnekleri arasında oldukça yavan kaldığı aşikâr.

Buradan sonra yazacaklarım az biraz spoiler verir söylemedi demeyin!
Kanada’nın ıssız ve devasa bir ormanı olan Backfoot, Alex’in en favori yeridir. Öncesinde birçok kez burada bulunduğundan, her yerini çok iyi bildiğini düşündüğü bu ormana karşı aşırı bir sevdası olan Alex, bu sevdasını kız arkadaşı Jenn ile paylaşmak ister. Lay lay lom şeklinde hoş bir araba yolculuğu sonrası ormana varırlar. Orman bekçisinin, girişte yanlarına harita almaları konusundaki ısrarına karşı gelip, “Ben buraları avucumun içi gibi bilirim” tavırlarıyla reddeden Alex, filmde az çok neler olacağının ipucunu o an zaten seyirciye veriyor. Bir de üstüne kız arkadaşı orman yolculuğu boyunca ilgilenmesin diye telefonunu arabada bırakan Alex’in yüzünden ikili daha baştan doğaya karşı 2-0 yenik başlıyorlar serüvenlerine. Yollarına devam eden çiftimizin başına önce nereden çıktığı belli olmayan zararsız ama uyuz bir tip musallat olurken, daha sonra ise (afişine zaten koymuşlar fotoğrafı, çok da spoiler olmaz) koca bir ayı peşlerine takılır. Baştaki hatalardan dolayı yollarını da kaybeden Alex ve Jenn, iletişimin sıfır olduğu bu balta girmemiş ormanda artık baş kahramanımız olan aç ve inatçı siyah ayıya karşı bir yaşam mücadelesi içine girerler.
Backcountry, harika doğa manzaraları eşliğinde izleyiciyi sıkmadan normal tempoda ilerliyor. Hatta aralara serpiştirilmiş güzel ağır çekim kamera hareketleri, orman çıtırtıları, belirsiz sesler, güzel bir gerilim başlayacağının müjdesini seyirciye veriyor demek isterdim, ama nafile. Çiftin kamp yaptıkları sırada çekimleri gayet düzgün ve sağlam bir gerilim yaratan 1-2 olayın dışında elle tutulur bir yanı yok maalesef Backcountry’nin. Sonlarına doğru yönetmenin yaşam mücadelesi odaklı ve heyecan yaratan kurgusu, ne yazık ki basit ve sıradan bir finalle son buluyor. Aslında doğada hayatta kalma konulu filmlerin çoğu yavan başlar sonradan açılır, bunda da aynı şeyi bekledik ama olmadı. İlla ayılı, kurtlu, ormanlı ve heyecanlı filmler istiyorsanız; The Edge (1997) ve The Grey’i (2011) tavsiye edebilirim.

Aynı zamanda oyuncu ve bu filmin senaristi olan Adam MacDonald’ın ilk yönetmenlik denemesi Backcountry, sevilen bir konuyu yetersiz şekilde işlemesinden dolayı bana göre sınıfta kalıyor. Ama filmin bize bir takım dersler verdiği de gerçek! Eğer ki ıssız bir ormana gidersek (ki hiç gerek yok şehirden fazla uzaklaşmaya) yanımıza harita, bol su, en az iki adet cep telefonu, birkaç kesici alet, ecza dolabı, sedye, sniper tüfeği, el bombası gibi bizi hayatta tutabilecek tüm objeleri bulundurmamız gerekiyor…
Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.

12 Haziran 2015

SAN ANDREAS

Hem binalar , hem çekimler Yıkılıyor !

Deprem faciasını gözler önüne seren CGI harikası San Andreas Fayı’na geçmeden önce , bu tarz filmlerin başlangıcı olan 1974 yapımı Earthquake (Zelzele) filmini hatırlatmakta yarar var. Birçok ünlü oyuncuyu içinde barındıran Zelzele’yi,  günümüz felaket filmleri ile kıyasladığımızda görselliğin daha geri planda olduğunu, karakterlerin yaşam biçimlerine ve hayatta kalma çabalarına daha fazla ağırlık verildiğini görmekteyiz. O zamanlarda görsel efektlerin bu denli ileri seviyede olmamasından dolayı filmlerin, en göz alıcı sahnelerinin  dublörlerle ve gerçek ekipmanlarla çekildiğini biliyoruz. Ancak şimdiki felaket filmlerine baktığımızda ise elle tutulur sağlam bir senaryosunun olmadığını, tamamen yeni çekim teknikleri ve bilgisayar destekli sahnelerle doldurulduğunu söylemek mümkün. San Andreas’da işte bu anlattıklarımızın hepsine şahit oluyoruz. Bu tarz filmlerin zaten fragmanından da karşımıza ne tür bir yapım çıkacağını az çok kestirmek mümkün. Şundan eminim ki izleyicinin birçoğu bunun bilincinde ve ona göre bu tür filmleri seyrediyor, yani görselliğe doyayım, nasılsa konu yoktur, bu da beni tatmin eder mantığı.

Yıllar önce ülkemizde de meydana gelen deprem faciasından sonra böyle filmler karşımıza çıktığında ekran karşısında ister istemez o korku dolu acılı günleri hatırlamadan yapamıyoruz maalesef. San Andreas fayı California’da bulunan Pasifik okyanusuna kadar ilerlemiş olan deprem üretmeye her an hazır oldukça büyük bir fay . Bu fayın kırılması halinde Amerika’nın başına neler gelebileceğinin az çok yaşayanlarda farkında sanırım, ki zaten filmin yönetmeni de bakın böyle olursa başınıza bunlar gelecek diye belli mesajları izleyenlerin gözüne tek tek sokuyor.

San Andreas filmine gelecek olursak, hikayedeki felaketler zincirinin Los Angeles,San Francisco ve California üçlüsünde yaşandığına tanık oluyoruz. Filmin baş kahramanı Ray ,iri kıyım, tamamı kastan oluşan akrep kralımız Dwayne Johnson, bir arama kurtarma ekibinin başı. Nerede başı sıkışmış, yardıma ihtiyacı olan birisi varsa ekibi ile beraber anında orda. Karısından ayrılmış ve tek başına hayatına devam eden Ray’in en çok sevilen yönü ailesine olan bağlılığı. Arada eski karısı Emma ( Carla Gugino) ve kızı Blake ( Alexandra Daddario )’i ziyarete giderek hasret gideren Ray’in aileye bir katkısı da olmuş tabii ki. Blake de aynı babası gibi pratik zekaya sahip ve kendi başına her işini halledebilecek kadar özgüveni olan korkusuz bir kız haline gelmiş. Karaktersiz zengin iş adamı olan üvey babası ile beraber San Francisco’ya gelen Blake, buraya hem tatil hem de iş görüşmesi için gelen iki kardeşle tanışır.Bu arada bilim adamı Profesör Lawrence ( Paul Giamatti ) artçı bir sarsıntıya tanık olur ve  devamlı ölçümler yaparak yakın zamanda başlayacak büyük bir deprem uyarısı için halkı bilinçlendirmeye çalışır. Kısa bir sürede hızla ilerleyen fay hattı kırılmaya başlayınca felaketler zinciri ardı ardına kendini gösterir. Helikopterle yaptığı uçuş sırasında San Francisco’nun yerle bir olduğuna bizzat tanık olan Ray’in yapması gereken tek şey eski karısı ve kızı Blake’i bu felaketten sağ çıkartmaktır. Filmin geri kalan kısımlarında bir yandan Ray’in aileyi birleştirmesine bir yandan da Blake ve depremin kendisine yakınlaşma fırsatı yarattığı Ben ve çok bilmiş kardeşi Ollie’nin yaşam mücadelesine tanık oluyoruz.

San Andreas “2012” filminden sonra bu tarz felaket içeren yapımlara yapışmış olan klişe birçok sahneye sahip bir film. Ray’in ailesini kurtarma çabaları sırasında havada ve karada kullanmadığı araç kalmadığı gibi, yerin yarıldığı gökdelenlerin koptuğu, binaların patladığı ve tsunaminin yer aldığı dev felaketler çeşidinin hiç birisinden kafasına bir taş bile düşmeden sıyrıksız kurtuluyor. Şehrin devamlı yıkıldığı, havada sürekli toz fırtınasının olduğu , etrafta ölü ve yaralıların kol gezdiği bir ortamda ne yapmak gerekir ? Elbetteki türlü şakalar, uzun uzun geçmişle olan sohbetler, sabit bakışmalar ve öpüşmeler. Dünya yıkılır aşk yıkılmaz, aile bölünmez mantığında ilerleyen San Andreas’ta elle tutulur hiç mi bir şey yok. Bu tarz klişeleri göz ardı ederseniz ( ki böyle bir filme geliyorsanız etmek zorundasınız ) görsel olarak çok şey var. CGI tekniğinin tek kelimeyle yıkıldığı, muazzam bir çekim tekniği sizleri bekliyor. Tsunaminin yer aldığı bölümlerdeki efektler, gökdelenlerin yıkıldığını gösteren sahnelerdeki gerçeğe çok yakın planlanmış çekimler , binaların içindeki patlamaların ve yıkılmaların olduğu detaylardaki kamera tekniğinin titizliği, gerçekten akıllara durgunluk verecek kadar mükemmel  tasarlanmış.

Daha önce Journey 2: The Mysterious Island’da Dwayne Johnson’la yine birlikte çalışmış olan yönetmen  Brad Peyton’un böylesine çekim tekniği zor bir aksiyon filminin altından başarıyla sıyrıldığını görüyoruz. Felaket filmleri sevenlerin bayılarak izleyeceği San Andreas, vizyondaki en hareketli, görselliği en doyurucu filmlerden birisi.

Bu Yazım Süper Karga'da yayınlanmıştır.

EX MACHINA

Bizden akıllı bir yapay zeka

Bugüne kadar yapay zeka üzerine yapılan filmler,diziler bilim-kurgu seven herkesin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Bilim-kurgu öyle bir oluşumdur ki sayesinde güzel bir hayal gücü yaratırız seyrederken ve hep deriz ki “ben biliyorum ilerde bu şekilde olacak”. Küçükken hatırlıyorum Uzay Yolu ( Star Trek) dizisi vardı, ışınlanmayı gördük, hep istedik bir yerden bir yere hoopp saniyede varalım taşıma aracı falan olmadan mis gibi ama olmadı . Uzay 1999 ( Space 1999 ) vardı yine ,gelecekte geçen dizide neler vardı neler, öyle bir evrendi ki ona da özendik 1999 yılı gelince kesin uzaydayız dedik yıl 2015 yine bir şey yok . Yani teknoloji var birşeyler yapılıyor ama filmlerdeki ve dizilerdeki gibi değil, bunu öğrendik ( mi hayır öğrenmedik). Çünkü yine yapay zekalı, robotlu uzaylı her film izlediğimizde kafadaki çarklar yine başlıyor uçuk kaçık çalışmaya, yine bir hayal, yine bir umut. İşte Ex Machina konusu ve kurgusu bakımından bizleri oturup yine düşündürecek kadar güzel işlenmiş bir film.

Şunu da belirteyim hemen, Ex Machina’yı anime sevenler sakın Applessed Ex Machina ile falan karıştırıp üzülmesinler, alakası bile olmayan bir film bu. Yönetmen Alex Garland’ın önceki yaptığı işlere baktığımızda hiç de fena filmlere el atmadığını görüyoruz. 28 Days Later , Sunshine, Dredd gibi değişik filmlere senaryo yazması ve bunların üstüne böyle enteresan bir bilim kurguya yönelmesi fena olmamış . 70’lerin harika bilim-kurgu dizisi Logan’s Run’ın yeni çekilecek versiyonunun senaryosunun  yine  Alex Garland’a ait olduğunu görmek memnun etmedi desek yalan olur.

Filmin konusuna gelelim hemen; Ünlü bir şirkette programcı olarak çalışan Caleb , ormanların içinde iyiden iyiye gizlenmiş bir deney üssüne çağrılır. Seve seve büyük bir hevesle mekana gelen Caleb , çok zengin bir adamın yarattığı Ava adındaki kadın bedenine sahip yapay zekayı harikasını görünce şaşkına döner.(Dönmesi de normaldir bizde izlerken Ava’yı görünce döndük zaten). Çok iyi tasarlanmış neredeyse her şeyi ile dört dörtlük bir kadın vücuduna sahip, fazlasıyla zeki,  bildiğimiz insan olmuş bir robot var karşımızda. Senle oturuyor, sohbet ediyor, dinliyor üzülüyor, seviniyor hatta aşık olma duyusu bile var daha ne olsun, sadece yarı çıplak bir yapay zeka o kadar. Ava’nın yaratıcısı Nathan denen kendini beğenmiş uçuk şahıs Caleb’i yarattığı bu yapay zeka tasarımı ile içten fetheder. Film boyunca anlatılmak istenilen “yapay zekanın insan doğası ve temelleri üzerine nasıl oturtulur” gerçeğini , ikili diyaloglarla bol bol anlıyoruz ve öğreniyoruz. Yapılan deneyin amacına yönelik olan makine ile insan arasındaki etkileyici soru cevaplar, aralarındaki etkileşim, hisler tamamen sizi içine alıyor. İşte buralarda yine dağılıp bilim-kurguya yenik düşüyoruz ve ister istemez bundan her eve lazım mantığını yürütüyoruz. Bildiğimiz bir robot değilki bu gel git falan yok Ava’da, o zaten işini biliyor senin ne düşündüğünü anlayıp ona göre davranacak kadar iyi tasarlanmış bir yapay zeka ürünü. Doğanın içinde izole edilmiş deney üssündeki 4 kişilik tiyatro (4 dedim 3 kişiyi anlattım 4.’yü izleyince görün) şeklinde ağır ağır ilerleyen Ex Machina, sonlarına doğru içinizi kıpırdatan ve evet birşeyler olacak galiba müziği ile beraber hafif gerilime dönüşüyor.

Konusu ilgi çekici olmasına rağmen o kadar ağırdan gidiyor ki film sıkılmıyorsunuz belki ama sırf meraktan sonuna kadar izliyorsunuz. Zaten yönetmeninde amacı bu değil mi ? Ava ile Caleb arasındaki diyaloglar çok güzel, ilgi çekici, merak uyandırıcı fakat , yönetmen filmin süresini biraz daha uzatıp konunun daha derinlerine inseydi sanırım Ex Machina bir başyapıt olabilirdi. Sanki filmin kendi kendini kapana kıstırmış bir havası var .Gizem unsurları sizi filme bağlıyor ama asla doyurmuyor.

Filmin mekan tasarımı gayet düzgün, renkler , kasvetli dar alanlar filmin yapısına çok uyumlu. Ava’nın bedeni için yapılmış 3D grafiklerin başarısı çok çok iyi. Ne zaman ne olacağının sinyalini veren müzikler yerli yerinde ve filme çok uymuş. Oyuncuların performansları asla kötü değil farklı karakterlere göre iyi bir cast seçimi yapıldığı ortada. İçinde aksiyon barındırmayan, yalın ve sığ bir senaryonun üzerinde dönen Solaris tarzında bir bilim-kurgu filmi arıyorsanız Ex Machina sizi memnun eder. Şimdilik malum ortamlar dediğimiz yerlerde bulup seyredebilirsiniz. Başınıza gelebilecek her şeyi fazla içine girmeden ( mesela niye gerilim var anlatmadım ) yazmaya çalıştım. Beğenip beğenmemek size kalmış, izleyin görün. 
 
Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.

10 Haziran 2015

KUNG FURY

80’lere absürd bir bakış

Geçenlerde malum ortamlarda gezindiğim sıralarda şans eseri karşıma çıkan Kung Furyhakkında ne övgüler ne beğenmeler yazılmış çizilmiş anlatamam. İsveç yapımı olan 30 dakikalık bu film David Sanberg tarafından yazılmış ve yönetilmiş bir kısa metraj harikası. Sin City tarzında, yani animasyonla gerçek oyuncuların karışımından oluşan bir çekim tekniğiyle hazırlanmış olan Kung Fury, seyredenleri 30 yıl öncesine taşıyor. Absürtlüğün tavan yaptığı ‘B tipi Trash’ tarzı olan bu film, 80’lerin Synthesizer ağırlıklı müzikleri eşliğinde o dönemlerde yaşadığımız her türlü detaylarla dalga geçiyor.
Yönetmenin kendisinin canlandırdığı Kung Fury karakteri, başında bant ile gezen, adeta Street Fighter oyunundan fırlamış bir Miami polisi. Filmin açılış sahnesi, 1985 yılında ortağı ile devriye gezinen Fury’nin, üzerine yıldırım düşmesi sonucu doğa üstü güçlere sahip olması ile başlıyor. Artık bizim polis Fury’likten Kung Fury’liğe adım atarak ortalığı kasıp kavuran yenilmesi zor bir kahraman haline dönüşür. Kung Fury’nin bundan sonraki görevi, başına gelen olayların sorumlusu olan ve geçmişten gelen Hitleri yakalamaktır. Bunu başarmak için acilen bir zaman makinası icat edilir ve bizimki geçmişe gitmeye çalışır. Fakat işler hesaplandığı gibi gitmez ufak bir hatadan dolayı Fury kendini başka dönemlerde bulur.
Buraya kadar yazılanlardan da anladığınız üzere normal bir konu yok her şey maksimum derecede abartılmış vaziyette. Filmde 80’lerde günlük hayatta kullandığımız aletlerden tutun o zamanların dizi ve filmlerinde yer alan birçok sahneyi size hatırlatacak çok şeyle karşılaşmanız mümkün. Omuzlarda taşınan kasetçalarlardan Atari’ye , Kara Şimşek’ten kütük gibi olan bilgisayarlara kadar bir dolu materyal var. Fury’nin Thor’la karşılaşması, Trex’in üstünde gezmesi, Atari oyunlarındaki dövüş teknikleriyle savaşması gibi inanılmaz absürt sahnelerin yer aldığı Kung Fury, son zamanlarda seyredebileceğiniz en eğlenceli film, Çok fazla şeyden bahsetmiş olsam bile ne yazık ki seyretmeden bunların tadına varamayacağınızdan dolayı fazlaspoiler olduğunu sanmıyorum. Çünkü yarım saatin neredeyse her saniyesi ince espriler ve sürpriz sahnelerle dolu.
80’lerin retro tarzıyla, müzikleriyle ve hatta son derece başarılı çekim teknikleriyle harmanlanmış bu yarım saatlik filmi, B Tipi filmlere ilgisi olanların mutlaka izlemesi gerek. Bir de filmin ‘Kung Fury : Street Rage’ adında mobil telefonlar için oyunu da çıkmış ki, meraklıları oyunu da film kadar sevecektir eminim. Son olarak Kung Fury için söylenecek tek şey var aslında: Bu filmi ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz!
Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.


INSIDIOUS : CHAPTER 3

Korku ve ÖTE’si

Insidious ( Ruhlar Bölgesi), son yıllarda çekilmiş korkutmayı hakkıyla başaran, senaryosu, kurgusu yerli yerinde olan dehşet veren bir korku serisi olarak ilerlemeye devam ediyor. James Wan ve Leigh Whannell adında iki korku ustası zamanında Saw ( Testere) gibi unutulmayacak bir gerilim hikayesini ortaya çıkararak mükemmel bir seriye ön ayak oldular. Yıllar sonra yine bir araya gelen ikili bu defa Insidious’u yarattılar. İlk iki filmin yönetmen koltuğunda oturan James Wan, bu seri ile korku sinemasında iyiden iyiye bir marka haline gelirken , kendisinden çok şey öğrendiğini de saklamayan Leigh Whannell ise Insidious Chapter 3’ de senaristlikten ilk yönetmenlik deneyimine geçiş yapıyor.

Serinin ilk iki filmini kısaca özetleyecek olursak; üç cocuklu bir ailenin babası olan Josh’un  küçüklüğünden beri kendisiyle beraber yaşayan yaşlı bir kadının hayaletini istemeden oğlunun hatta ailesinin başına musallat etmesine tanık olmuştuk. Diğer taraf dediğimiz Öte’deki bu kötü varlıkların amacı yaşayan bir insanın bedenini ele geçirip kendi tarafına alabilmekti. Kısa bir süre sonra oğulları kaybolan Lambert ailesinin evinden gece,gündüz tuhaf sesler gelmeye, objeler yer değiştirmeye başlayınca Öte’deki ruhlarla iletişime geçip bu varlıktan kurtulmak için tek çareleri bir medyuma başvurmak olmuştu. Filmin en önemli karakteri sayılan, paranormal hisleri kuvvetli , korkusuz bir kadın olan medyum Elise , hem komik, hem de sakar iki yardımcısı Tucker ve Specks ile birlikte ailenin başını bu beladan kurtarmaya çalışmışlardı. ( Bu arada üç filmde de Specks karakterini oynayan oyuncunun İnsidious serisinin senaristi ve 3. filmin yönetmenliğini de üstlenmiş olan Leigh Whannell olduğunu da hatırlatmak isterim. ) . Bu iki filmin de korku filmi seyircisi tarafından tam not aldığını, korkutmakla ilgili görevlerini kesintisiz yerini getirdiğini görmüştük.

Insidious Chapter 3’de yaşananlar ise ilk filmden birkaç sene öncesinde geçen bir hikayeyi anlatıyor. Bu defa karşımızda anneleri ölmüş olan ve  babalarıyla beraber hayatlarını sürdüren iki çocuklu Brenner ailesi var. Evin tek kızı olan Quinn’in  ölen annesiyle iletişime geçmek için, kocası öldükten sonra inzivaya çekilmiş yalnız bir medyum olan Elise’nin kapısını çalması ve onu ikna etme çabalarıyla başlıyor film. İlk başta ufak bir seans deneyen Elise, Öte’de gördüğü ürpertici şeyler sonrasında yardımdan vazgeçmesinin ardından umutsuz bir halde evine geri dönen Quinn’in başına gelmedik kalmıyor. Geçirdiği bir kazanın ardından evden çıkamaz bir hale gelen Quinn’in odasından sesler geliyor ,duvarlar çatlıyor, korkunç, nefes alma zorluğu çeken yaşlı bir adam hayaleti ortada dolaşıyor ve bu varlık Quinn’e her saldırdığında aşırı derecede zarar veriyor . Başlarda anlatılanlara inanmayan ve sonunda kızının başına gelenlere kendi gözleriyle şahit olan evin babası Sean , meşhur medyumumuz  Elise’den yardım istiyor. Buraya kadar ( neredeyse filmin ilk bölümü diyebileceğimiz kısım) anlattıklarımızın arasında bu varlıkla mücadele esnasında yaşanan tüm  korkutucu olaylar zinciri , seyirciyi gerçekten  oldukça korkutmayı başaran bir yapıya sahip. Çıt çıkmayan sessizliğin ve karanlığın hakim olduğu her sahnede adeta yerinize çivilenip kalıyorsunuz. Işıkların, objelerin yerinde kullanımı ( özellikle artık bu serinin vazgeçilmezi olan karanlıkta elinde lamba ile hayalet arama kısımları), kameranın açısı, arka planda çalan ürkütücü müzik ve çekimlerin başarısı sayesinde hop oturup hop kalkıyoruz .

Filmin aslında ikinci kısmı sayılabilecek olan bölümde , Elise ve yardıma gelen hayalet avcısı iki kafadarın gelip tesisatları kurmasıyla başlayan ve ailenin de eşlik ettiği Öte’ye geçiş seansları, kesinlikle filmin en güzel ve en heyecanlı sahnelerini oluşturuyor. Elise’nin diğer tarafa geçisindeki kararlı ve kendinden emin davranışlarını yansıtan bölümler, hem sarsıcı, hem de filmin ana temasıyla ilişkili sürpriz sahnelere hakim. Insidious Chapter 3’in iki kahramanı diyebileceğimiz Elise ve Quinn’in yaşadığı dramatik olayların ortaklığı, filmin gerilim yönünde ilerleyen akışını az da olsa farklı bir  yöne çeviriyor.

Aileyi oynayan tüm bireylerin oyunculuklarının vasat olmadığı Insidious Chapter 3’de Lin Shaye’nin canlandırdığı Elise karakterinin neredeyse ikinci yarıda filmi tek başına götürdüğüne ve çok başarılı bir performans gösterdiğine şahit oluyoruz. Kim bilir ileride belki  Elise ve bu iki komik partnerinden oluşan ekibin paranormal olaylara el atmalarını anlatan bir film bile yapılabilir. Sonuç olarak serinin diğer filmlerine bağlayıcı bir özelliği olan ve hikayenin ana kısmını ele alan Insidious Chapter 3, bana göre ilk iki filmden çok daha fazla heyecanlı ve korkutucu. Serinin diğer filmlerini izlemiş olan korku filmi sevenlerin tereddüt bile etmeden Insidious Chapter 3’i izlemelerini tavsiye ederim.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

6 Haziran 2015

THE AGE OF ADALINE

Yaşlanmayan Mucize

Zaman döngüsü içinde yer alan fantastik bir olay kurgusuna bağlanmış romantik filmler izleyiciler tarafından her zaman çok beğeni toplamıştır. Geçmişe ya da geleceğe gitmeler, ölümsüz olma hali , yeniden doğma ve beden kazanma gibi olgular drama ve romantizmle karıştırılıp güzel bir senaryo ile karşımıza çıktığında bu tarz filmler tadından yenmez bir hale geliyor. The Time Traveler’s Wife , The  Curious Case of Benjamin Button , About Time  gibi masalsı anlatımla işlenmiş romantik yapımlar hem kafamızı karıştırır, hem de bizi başka diyarlara götürür. İşte tür olarak hemen hemen bu filmlerin izinden giden bir film “The Age of Adaline” ( Ölümsüz Aşk) 
.
Filmimiz, 1937 yılında yaşadığı bir kaza sonunda büyük bir mucizeyle artık hiç yaşlanmayacak olan Adaline Bowman’ın romantik ama aslında oldukça dramatik olan öyküsünü anlatıyor. Kaza sonrası kendisinin yaşlanmadığını fark eden Adaline, bu sırrını günümüze kadar kızı hariç hiç kimseye söylemez. Başlarda güzel gibi görünen bu mucizevi yaşam tarzı Adaline’ın yıllar geçtikçe kendisini daha da mutsuz hissetmesine sebep olur. İnsanların kendisinin bu durumunu fark etmesini önlemek için her on yılda bir devamlı yeni kimlikler edinerek ve farklı şehirlere taşınarak yaşamını sürekli değiştirir. Asla kimseyle bir ilişki yaşamayan, aşık olmaktan korkan ve bu gibi durumlar karşısına çıktığında uzaklaşarak kaçmayı tercih eden  Adaline’nın karşısına günümüzde Ellis Jones adında karizmatik hayırsever bir kitap kurdu çıkınca olaylar değişir.

 The Age of Adaline, seyirciyi izlerken Adaline yapan bir film. Düşünsenize, 1908 de doğuyorsunuz yıl olmuş 2015 hala yüzünüzde bir kırışıklık bile yok. Tüm arkadaşlarınızdan, ailenizden neredeyse kimse kalmamış. Çocuğunuz yanınızda anneanneniz şeklinde geziyor, dışarıdan anlaşılması imkansız görünen olaylar zinciri içindesiniz. Yaşadığınız her ortamı, her insanı bir süre sonra terk etmek zorundasınız. Belki de sonsuza kadar yaşayacaksınız ama yalnız ve mutsuz bir şekilde. İşte izlerken hafızanızı zorlayan The Age of Adaline’nın duygusal olduğu kadar ürpertici ve trajik tarafları da mevcut maalesef.

Yönetmen koltuğunda genç bir isim Lee Tolan Krieger var. Daha önce Vazgeçmem Senden ( Celeste & Jesse Forever) adlı hoş bir gençlik filmi yapmış olan Krieger için The Age of Adaline sanırım bir dönüm noktası olacak. Filmin birçok yerinde renklerin ve tasarımların mükemmelliği sayesinde gerçekten tablo gibi sahneler mevcut.  Mekanlar, kostümler, oyunculuk seçimleri her şey yerli yerinde. Ellen Burstyn gibi yaşlı ve usta bir oyuncunun Adaline’nın kızını oynaması hem ilginç hem de çok hoş. Filmin ortasında aniden karşımıza çıkan Harrison Ford, seyirciye adeta oyunculuk dersi verircesine döktürüyor. Özellikle filmin  akışını değiştiren Harrison Ford’un olduğu sahnelerin ve diyalogların dokunaklığı bizi kalbimizden vuruyor.  Adaline rolü için seçilen Gossip Girl dizisiyle parlayan ve kendisi gibi oyuncu olan Ryan Reynolds’un eşi Blake Lively’in oyunculuğu  bana göre beklentilerimin çok üstündeydi.  Bugüne kadar pek fazla filmde yer almayan Blake Lively’i bu filmdeki başarısının ardından sinema dünyasında daha fazla görmemiz mümkün. Başından sonunu tahmin etmenin pek zor olmadığı The Age of Adaline, son zamanlarda izlediğim en keyif veren filmlerden birisi oldu. Senaryonun düzgünlüğünün yanı sıra, oyuncuların da performansı iyi olunca ister istemez filmin büyüsüne kapılıp gidiyorsunuz. Romantik ve dramatik ögelerin yanında hikayenin fantastik bir olay kurgusuna oturtulmuş olması sizi rahatsız etmediği gibi aksine filme bağlıyor. İki saatlik süresi boyunca hiç sıkmayan The Age of Adaline , böyle filmlere bayılırım diyenler için güzel bir kuyruklu yıldız hikayesi.


Bu Yazım Ranini.tv'de yayınlanmıştır.