29 Nisan 2016

HASAN KARACADAĞ - MAGİ filmi Röportajı

KE- Nazilerden Babil’e kadar uzanan gizemli bir hikayesi olan Magi filmi nasıl ortaya çıktı, nedir Magi?

HK- Magi’yi tasarlarken şöyle düşündüm; Öyle bir şey yapmalıyım ki, hem bizden olmalı, hem de yabancılar anlayabilmeli. Neticede uluslararası piyasaya çıkma hedefinde bir film olacaktı bu. Yüzlerce fikirle boğuşurken,hepsini tek bir potada eritince, diğer filmlerime nazaran daha sakin ama daha tehlikeli bir konu ortaya çıktı.
Geçmişte de yaptığım filmlerin temel esin kaynağıdır; Babil, Sümer, Akkad ve Asur kültürü. İnsanlığa dair tüm hikayelerin ölümsüz yuvasıdır,Mezopotamya.Zaten Magi kelimesi Babil kökenlidir ve önce Mısır ardından Yunan kültürü aracılığıyla batıya Magic olarak geçmiştir. Ama Magi’nin anlamı büyü değildir. İnsanın sahip olduğu şeytani potansiyeli anlatır. Magi kelimesi için; Hitler gibi tarihin gördüğü etli-kemikli-ruhlu büyük bir şeytanın beynine gizlenen tüm kötülüklerin gıdasıdır da diyebiliriz. Nazilerin nasıl olur da şeytana tapar gibi,Hitler’in güdümüne girdiklerini düşündüğüm bir dönemde aniden aklıma gelen bir fikirle ilk kıvılcım oluşmuştu. Sonrasında kafamda şekillenen bu öyküyü günümüze taşıdım.

KE- Magi’de diğer korku filmlerinizin dışında kalan bir film. Filminiz hakkında neler söylemek istersiniz Türk korku sineması seyircisine? İzleyicileri neler bekliyor?
HK- Magi, Amerikan standartlarına göre yüksek bütçeli bir film değil, ama onların devasa bütçelerle yapamadıklarına soyunan taze bir kan. Mezotopamya’nın derinliklerine gizlenmiş , batının bir türlü anlayamadığı bize has karanlık noktalara değinen ve batılı izleyiciye bir doğulunun penceresinden metafizik dünyayı anlatmaya soyunmuş bir film. Seyirci Alaaddin’in lambasına hapsettikleri cinlerin, şeytanların ve gulyabanilerin gerçek öyküsüyle karşılaşacak. Film, benim diğer öykülerimden elbette farklı bir düzlemde ve yeni bir konsepte sahip; o açıdan Türk izleyicileri de sürpriz bir film bekliyor.

KE- Michael Madsen ve Stephen Baldwin gibi yabancı oyuncuları oynatmanızın belli bir nedeni var mı?

HK- Michael Madsen, Tarantino’nun en büyük şaheseri olan Reservoir Dogs filminden beri beni büyüleyen bir oyuncu, inanılmaz bir aurası var. Senaryo’yu kendisine bir şekilde ulaştırdım ve okur okumaz bana dönüş yapıp, çok etkilendiğini söyledi. Aynı şekilde Stephen Baldwin’de kendisine tesadüfen ulaştırılan senaryoyu epey beğendi ve benimle direkt skype üzerinden konuşmak istediğini iletti. Baldwin; kendisine önerdiğim karakter üzerinde çok yoğunlaştı, bu beni şaşırtmıştı, çünkü Türkiye’de çoğu oyuncunun, bir filmde arz-ı endam edecekleri karaktere bakışları genelde son derece pasifize bir düzlemde ilerliyor. İkisiyle de son derece profesyonelce çalıştık. Bir de hep söylerim; korku sineması, oyunculuğun arenasıdır diye. Bu adamlarda bunun farkında ve rollerini son derece ciddiye alarak icra ettiler. Neticede, ikisini de daha önce görmediğimiz bir şekilde izleyeceğiz, istediğim de buydu zaten. Michael Madsen filmden sonra bana şöyle dedi; ’’Sen ve hikayen, benim doğulu toplumlara olan bakışımı değiştirdi !’’

KE- Magi’nin çekimleri sırasında sette başınıza gelen ilginç olaylar var mı?

HK- Keşke olsaydı hemen haber yaptırırdım J

KE- Magi ile ilgili mekan  araştırması yaparken nelere dikkat ettiniz? Özellikle aradığınız ve kafanızda oluşan mekanı bulmak için neler yapıyorsunuz?

HK- Mekan mevzusu,Türkiye’de film yapmaya başladığımdan beri en büyük derdim. Bu konuda Türkiye sanıldığı gibi bir mekan cenneti filan değil.Her yer talan edilmiş,tarihi mekanlarda sahne çekmek imkansız, köy diye bişey kalmamış, her taraf çirkinlik abidesi betonlara esir edilmiş, iğrenç restorasyonlar, bir o kadar itici boyalar, renkler, kablolar direkler vs vs. Ben senaryomu yazarken mekanları birebir hayal ederim. Tarihi bir mekansa eğer, gerçek yerleri kullanmak isterim, bir villa ise hikayemdeki karakterlere ve kamera hareketlerime göre bir yer ararım, köyse tam bir Anadolu köyü ararım. Ama dediğim gibi, tarihi kültürel mimari yapıyı koruyamıyoruz. Dolayısıyla da ben mekan konusunda çok sıkıntı çekiyor ve bazen film yapmaktan vazgeçecek raddeye geliyorum. Magi filminde de benzer sıkıntıları yaşadım ama ekip çok iyi çalıştı ve belki de bu ülkede,  bu film için bulunabilecek en iyi yerler seçildi.

KE- Magi filmini oluştururken esinlendiğiniz korku filmi yönetmeni veya filmi oldu mu ? Korku sinemasında en beğendiğiniz ve örnek aldığınız kimler var?

HK- Magi’deki birinci esin kaynağım Hitler’in bizzat kendisidir. O dönemde karabüyü’ye merak saran Hitler ve çevresine dair epey belgesel izledim. Tarihin tanıdığı en büyük diktatörün, bir büyücü gibi hareket etmesi beni en şok eden detaylardan birisidir. Zaten Magi konu olarak dünyada ilk defa işleniyor. Babil, Anadolu ve Hitler bağlantısı, bir takım gerçeklerle beraber tamamen benim hayal gücümün ürünü. Son dönemde beni etkileyen bir yönetmenden söz edemiyorum ama geçenlerde izlediğim The Witch isimli filmi dahiyane buldum diyebilirim. Söz konusu filmin, korku sahnelerinden ziyade ; ‘’insan-şeytan-din-yalan ve aile’’ kavramına getirdiği yaklaşımı çok başarılıydı.

KE- Son olarak genel bir soru sormak istiyorum. Cin ögesini fazlasıyla yanlış kullanan çok vasat korku filmleri var ortada. Ve bu yapımlar gerçekten Türk korku sinemasını yanlış yöne doğru götürüyor. Türkiye’deki cin konulu korku filmlerini başlatan birisi olarak bu konu hakkında ne söylemek isterseniz?

HK- Evet, bu şu anda ciddi bir sorun gibi görünüyor. Ama bence, ondan önce konuşmamız gereken daha önemli bir sorun var. Beni rahatsız eden tüm korku filmlerinin cin-köy-büyü temalı olması değil, esas sorun; korku sinemasını küçümseyen, basit zanneden zihniyette yatıyor. Bu işe bulaştığımdan beri korku türünün sinemanın en zoru olduğunu, çok ciddi bir altyapı gerektirdiğini ve meselenin bütçe değil özünde sinemaya hakim olunması gerektiğini söyledim. Bir korku sinemacısı türe ve türün gelişimine çok hakim olmalı ama aynı zamanda ‘’iyi sinema filmi’’ kavramına da aşina olmalı.1950-60-70-80-90’ların sinema akımlarını ve bu akımların zirvelerini dahi iyi analiz edebilmeli, senaryo gücü olmalı, korku-gerilim-mistik-bilimkurgu sinemasının ülke ülke, kültür kültür gelişimini bilmeli, bu alanlarda yazılmış roman hikaye makale belgesel gibi literatüre hakim olmalı, kamera ışık kurgu bilgisi oturmuş olmalı. Bir sinemacıdaTüm bunların ortalama bazda olması bile, onun vasat altı bir film yapmasını engeller. İyi bir korku filmi yapmanın temel şartı korku sinemasına hem aşık olmak, hem de hakim olmakta yatıyor. Benim filmlerim gişe yapıyor diye “işte formül bu, çok basit , hadi biz de çekelim” zihniyetinin başarılı olamadığı aşikar iken, hala ona meyilli işlerin çıkmasında sanırım paragöz yapımcıların da parmağı var. Ben genç sinemacı arkadaşlarımı asla suçlamak istemem, neticede hepsi hayallerinin peşinde koşan ve belirli bir iddia ile ortaya çıkan insanlar. Biz de zamanında böyleydik. Belki hala da öyleyiz. Onlardan tek ricam bu işi daha fazla önemsemeleri ve çok kolay olduğu fikrini beyninden söküp atmaları.

Ben cin konusuna hakim olduğum ve bunu dünyada yeni bir korku ikonu haline getirmek ideali taşıdığım için ısrarlı ve planlı bir politika üzerinden gittim. Yeni Türk korku filmi çekenler de kendi idealleri ve kendi hakim oldukları, hatta ve hatta kendi korkularını bile bize anlatsalar çok çok daha iyi şeyler yapacaklar aslında. Bu türün Türkiye’de gelişmesini en çok isteyen benim ve tavsiyelerim de tamamen genç sinemacıların doğru bir düzleme girmesine yöneliktir. Bu filmleri yıkalım, asalım keselim, aforoz edelim ile olmaz bu iş. Türkiye’de çok sağlam korku sineması kalemleri-eleştirmenleri-yazarları var. Bu arkadaşların kalemleriyle de bu gençlere yol göstermesi gerekiyor.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

TED GEOGHEGAN ile RÖPORTAJ

Korku filmleri yönetmen/oyuncuları ile yaptığım röportjaların bu defaki konuğu Ted Geoghegan. İlk uzun metrajlı korku filmi olan We Are Still Here’ı çeken yönetmen aynı zamanda birçok korku filmi ve tv filmlerine yazarlık ve yapımcılıkda yapıyor. İlk filmine göre oldukça başarılı bulduğum, 80’ler korku filmleri havasında olan We Are Still Here filmi ve korku sineması hakkında sorduğum soruları beni kırmayarak cevapladı.

Ted Geoghegan ‘a yeni projelerinde başarılar diliyor ve çok teşekkür ediyorum.

KE-  Biyografinize baktığımızda genelde korku gerilim türündeki filmlerde senarist, yapımcı ve şimdi de yönetmen olarak yer aldığınızı görüyoruz. Korku filmlerine olan ilginiz nereden geliyor?

TG- Ben Amerika'nın ortasında Montana kırsalında büyüdüm. Sakin bir yerdi ve yapacak çok da bir şey yoktu. Can sıkıntısından kurtulmak için korku, bilim kurgu ve fantastik filmler izlerdim. Komedi ve aksiyon filmlerini de severdim  ama aslında beni gerçek dünyadan uzaklaştıran filmlere daha düşkündüm. Korku, heyecan dolu ve ürkütücü bir kaçış sunar her zaman.

KE- We are Still Here’ın hikayesi nasıl ortaya çıktı?

TG- Arkadaşım Richard Griffin yıllarca önce benden konusu kısmen Lucio Fulci'nin House by the Cemetery' sine dayanan bir senaryo yazmamı istemişti. Büyürken izlediğim ve sevdiğim bütün İtalyan avrupa-korku filmlerinden etkiler olmalıydı bu senaryoda ve onu yazdıktan sonra ona o kadar aşık oldum ki, filmi de kendim yönetmek istediğimi ve bunun mümkün olup olmadığını sordum.

KE- Filmleri yazarken ilham aldığınız kaynaklar nelerdir?

TG- Ana esin kaynağı İtalyan Avrupa-korku türüydü, özellikle de Fulci ve Bava filmleri. Aynı zamanda Don't Be Afraid of the Dark ve Dark Night of the Scarecrow gibi 1970 lerde televizyon için yapılmış olan Amerikan korku filmlerinden de esinlendim. Bu filmlerdeki melodramı ve sinemacıların çok iyi bir şekilde gerçek insanlarla dolu gerçek dünyalar yaratmasını seviyorum.

KE- “We Are Still Here” çekim tarzı ile 70’s ve 80’s ‘in filmlerine çok benziyor. Neden böyle bir nostalji tercih ettiniz?

TG- Ben 1970’lerde doğdum ve 1980’lerde yetiştim. Bu dönemi çok masum buluyorum ve bu döneme ait bir film izlediğimde hissettiğim huzuru ve rahatlığı seviyorum. We Are Still Here filmini çoğu zaman bir  ' battaniye' olarak izah ederim. İnsanları, tıpkı eski bir arkadaşın ziyaretindeki gibi huzurlu hissettirmeli.

KE- Korku filmlerinde genelde genç bir cast vardır. Sizin filminizde daha çok olgun kişilerden oluşan aileler yer alıyor. Bunu tercih etmenizin belli bir sebebi var mı?

TG- Yine ana esin kaynağı yetmişlerin ve seksenlerin filmleri. The Changeling gibi filmler eski yöntemleri mükemmel bir şekilde kullandılar ve ben de bazılarını tekrardan yakalamaya çalıştım. Gençler filmlerde tipik aptallar gibi oynuyorlar ve ben de bundan kaçınmaya çalıştım. We are Still Here filmi, yerinde kararlar alan yetişkin karakterler hakkında bir film ve bu benim gerçekten de çok sevdiğim bir konsept. 

KE- Final sahnesinde oldukça başarılı kanlı sahneler var. Bence bu başarının sırrı biraz da plastik makyajlarda. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında? Plastik makyajmı CGI mı?

TG- CGI'ın sinema için çok yararlı olduğuna inanıyorum ama, pratik efektler daha iyi. Daha gerçekçi görünüyorlar ve CGI'ın sağlayamayacağı bir duygu yaratıyorlar. Fiziksel efekt ile ilgili aklınızın çok daha kolay kabulleneceği bir şey vardır. Ona inanmak istersiniz. Mümkün olduğunca pratik özel efektler kullanacağım. Onları seviyorum.

KE- Korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

TG- Film yapım süreci gerçekten müthişti. Harika bir oyuncu kadrom ve ekibim vardı ve hepimiz çok iyi anlaştık. Yönetmen olarak ilk filmimdi bu yüzden öğrenmem gereken çok şey vardı ama yanımda bana yardım eden harika bir ekibim vardı. Sonuç olarak inanılmaz bir deneyimdi.

KE- En beğendiğiniz 3 korku filmini ve 3 yönetmeni yazar mısınız?

TG- Favorim olan korku filmleri : Demons, The Fog, Poltergeist / Favorim olan korku filmi yönetmenleri : Lucio Fulci, John Carpenter, William Girdler

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

KELEBEKLER ÖZGÜRDÜR

Orijinal ismi “Butterflies are Free” olan eser, Leonard Gershe tarafından yaratılmış olup,  ilk defa 1969 yılında Broadway’de müzikal olarak sahnelendi. Ardından gördüğü ilgi üzerine 1972’de başrolünde Goldie Hawn’ın yer aldığı bir sinema filmi olarak beyazperde de yerini aldı. Türkiye’de ise ilk kez 80’li yıllarda Hadi Çaman & Füsun Önal’dan izlediğimiz Dan ve Jill karakterine, sonraki yıllarda Sevinç Erbulak ve Tolga Çevik hayat verdi. Ben, 80’li yıllarda Füsun Önal tarafından sergilenen “Kelebekler Özgürdür” oyununu izlemiş ve hayran kalmıştım. Aradan yıllar geçti ve bu defa bambaşka bir kadro ile Murat Sarı’nın yönettiği bu harika oyunu sımsıcak bir ortama sahip olan Kadıköy’deki Tiyatro Ak’la Kara’da yeniden izleme fırsatı yakaladım. Üstelik bu izlediğim oyun, artık tekrarı olmayacak en son oyunları idi.

Oyunun Konusu; Doğuştan görme engelli olan Don Baker, 35 yaşında ilk kez kendi başına yaşamaya başlamıştır. New York'taki küçük dairesinin karşısına Jill adında bir oyuncu taşınmıştır. Don ve Jill kısa bir süre sonra yakınlaşırlar. Jill, dünyada hiç kimsenin, görmek istemeyenler kadar kör olmadığını Don'dan öğrenir. Ve şimdiye kadar hiç görmediği bir dünyayı görür. Fakat bir süre sonra Don'ın annesi gelir ve onu kendi evine götürmek konusunda ısrar eder. Don bu ısrara karşı koyunca, Bayan Baker, Jill'den kendisine yardımcı olmasını ister. Jill, Don'ın eve dönmesi için elinden geleni yapar. Fakat Bayan Baker, oğlunun artık kendi ayaklarının üzerinde durması gerektiğini anlar. Don 35 yıl sonra, karanlık bir dünyada bile olsa yaşamaya başlamıştır.

Dünyayı hiç görmemiş birinin gözünden görün” sloganıyla kendini tanıtan Kelebekler Özgürdür, dramatik alt yapısının yanı sıra, içindeki  tatlı espriler ile de uzun zaman hafızanızdan çıkmayacak bir oyun. Aynı zamanda yıllar sonra bile şarkısını duyduğunuzda yüzünüzde ufak bir gülümseme yaratacak kadar da güçlü bir içeriğe sahip. Oyun, görme engellilerin hayata nasıl tutunduğunu ve onlara acımayıp normal bir birey gibi davranıldığında çok daha mutlu olduklarını, etkileyici diyaloglar ve müzikler eşliğinde seyirciye çok güzel anlatıyor.

Karanlıktan yavaşça açılarak, tek tek sahnenin en önemli planlarını tanıtan hoş bir ışık tasarımı ile başlıyor oyun. İlk gözüme çarpan ise buzdolabındaki Hair posteri oluyor tabii ki. Oyun da zaten o dönemlerde, yani hippilerin, çiçek çocukların ve Beatles’ın popüler olduğu yıllarda geçiyor. Işıkların yerli yerinde kullanımı  ve karanlıkta yer alan en önemli sahnelerin tek plan şeklinde aydınlatılması sayesinde seyirci oyuna daha iyi adapte oluyor. Dekor tasarımı ve renkler, tek mekanda geçen bir oyuna göre derinlik ve perspektif açısından çok düzgün. Ayrıca posterler, duvardaki yazılar, etraftaki ufak detaylar ve en önemlisi Jill’in rengarenk cıvıl cıvıl kıyafetleri oyunun geçtiği dönemi size birebir yansıtıyor.
Üç Nokta oyunundaki üçüzleri başarıyla canlandıran Kerem Kobanbay, bu kez inanılmaz bir performans ile izleyenleri adeta büyülüyor. Görme engelli “Don Baker” karakterini canlandıran oyuncu, oyunun sonuna kadar gözlerini beyaz şekilde göstererek de zor bir işe imza atıyor. Bu rolü için aylarca görme engellilerin yanında çalışan Kerem Kobanbay’ın aynı zamanda “Yeni Tiyatro Dergisi” ve “Direklerarası Seyircileri” En İyi Erkek Oyuncu ödülünü de aldığını belirtmek gerek. Oyunda Don Baker’ın ağladığı yerde hüzünlenirken, güldüğü yerde siz de gülüyorsunuz. İşte bu duyguyu güzel bir şekilde seyirciye enjekte eden Kerem Kobanbay’ın yanında,  oyunun diğer güçlü karakteri Jill’i canlandıran Buket Dereoğlu da çok çok başarılı bir performans sergiliyor. Oyuna dahil olduğu andan sonuna kadar, yaşadığı duygu karmaşasını harika mimikleri ile izleyiciye kolayca aktarabilmesi, bitmeyen enerjisi ve sevimli dansları ile gerçekten alkışı hak ediyor. Dan ve Jill’in birbirlerine olan sevgisi, coşkusu ve yaşadıkları o kadar güzel anlatılıyor ki oyunda, ne zaman kötü şeyler olacak, yaşanacak bir dram var mı, yok mu diye de merak içinde kalıyoruz. Ve merakımızı bozan, heyecanımızı ve coşkumuzu söndüren Dan’in diktatör annesi ortaya çıkıyor. Usta oyuncu Bedia Ener tarafından canlandırılan Dan’in annesi Florence Baker, neredeyse ikinci perdenin en önemli rolü. Öfkesi, titizliği, bağırması ve oğluna olan düşkünlüğü ile seyirciyi sinir eden anne karakterini canlandıran Bedia Ener, sahnedeki ustalığını her zamanki gibi rahat ve dinamik oyunu ile gösteriyor. Oyunun sonlarına doğru çıkan ve kısa bir role sahip olan Hakan Çeliker’in üstlendiği gıcık yönetmen karakteri ise, aslında hikayenin güzel gidişatını bozduğu gibi, neşemizi de kaçırmayı başarıyor. Oyunun kadrosu çok başarılı ve bir o kadar da çok duygusal. Özellikle finalden sonra, son oyunları olmasının verdiği üzüntülerini dile getiren konuşmaları, onlar gibi tüm seyiriciyi de oldukça duygulandırdı.
Oyunun hikayesi bize, insanları kırmanın, üzmenin ne kadar kolay olduğunu, ama açılan yaraların telafisinin de bir o kadar zor olduğunu, görme engellilerin aslında istedikleri zaman içindeki kelebekleri özgür bırakabilecek kadar yaşama sevinci ile dolu olduklarını, en önemlisi kendi ayakları üzerinde durabildiklerini de güzel ve üsluplu bir şekilde anlatıyor. Görme engelli birisi ile çılgın bir kızın aşkını tatlı bir dille anlatan Kelebekler Özgürdür, izlerken hem güldüren, hem de ağlatan, içerdiği pek çok insancıl mesajlarla hepimize ders veren özel ve unutulması zor bir oyun. Tiyatro seven herkesin özellikle bu oyunu izlemesini kesinlikle tavsiye ederim.


Yazan : Leonard Gershe
Yöneten : Murat Sarı
Çevirmen: NüvitÖzdoğru
Yönetmen Yardımcısı : Şendal Yıldız-Oğulcan Kayahan
Işık Tasarım : Serpil Coşkun Altuncu
Dekor, Kostüm : Akın Tezer Tunalı
Dekor Uygulama : Murathan Yılmaz
Oyuncular : Kerem Kobanbay, Buket Dereoğlu, Bedia Ener, Hakan Çeliker

Kelebekler Özgürdür

Ya mevsiminde bir çiçeğin, ya pembesinde
Bazende bir söğüt dalının serin gölgesinde
Yaşa dostum gönlünce, ömrünün keyfini sür
İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür

Ya sabahında baharın, ya gecesinde
Bazende bir çığ damlasının, yalın gerçeğinde
Yaşa dostum dünyayı, ömrünün keyfini sür
İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür

Ya düşlerinde bir çocuğun, ya sevgisinde
Bazende yaşlı bir ozanın, iki dizesinde
Ara dostum dünyayı, ömrünün keyfini sür
İnsanlar değilse de, kelebekler özgürdür

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

22 Nisan 2016

JOURNEY TO BROADWAY

Rent (Kira): Uyuşturucu bağımlılarının, Aids’li gençlerin, eşcinsellerin, rock yıldızlarının ve dansçıların bohem hayatlarını ele alan müzikal, Mark ve Roger adlı iki arkadaşın etrafında yaşanan olayları anlatır. Mark; kız arkadaşından Aids virüsü kapmış bir gitarist, Roger ise; belgesel çekmeye çalışan, amatör bir yönetmendir. İkili ve etrafındaki New York’lu arkadaş grubu, yaşadıkları evin mal sahibine karşı bir yıldır ödemedikleri kiranın savaşını verirler. Bizler de müzikal boyunca yaşadıkları bohem hayatın tüm sıkıntılarını ve protesto şeklindeki bu savaşı, müzik ve danslar eşliğinde izleriz.

West Side Story (Batı Yakasının Hikayesi): Müzikalin hikayesi, 1950`li yıllarda New York`un batı yakasında göçmen nüfusunun yoğunlaştığı bir dönemde geçer. Bu durumu kendilerine sindiremeyen bir grup Amerikalı genç, The Jets adında bir çete kurarlar. Onların karşısında ise, Puerto Rico`lu gençlerden oluşan diğer bir sokak çetesi olan The Sharks vardır. İki çetenin çatışmalarının ve kavgalarının arasında, Tony ve Maria adlı iki genç birbirlerine aşık olurlar ve bu çeteler arası savaşlar devam ederken, aşklarını sürdürmeye çalışırlar. Hareketli kavga sahnelerinin ve karşılıklı dans atışmalarının yer aldığı müzikal, oldukça eğlenceli ve adeta gençlere bir ders niteliğindedir.

Journey to Broadway, işte bu iki müzikalin en güzel sahnelerinden, şarkılarından ve danslarından oluşan bir karışıma sahip. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğrencilerinin ve mezunlarının oluşturduğu, neredeyse 30 kişilik bir kadroyla sahnelenen müzikali, gösterinin koreografisini ve tüm yükünü üstlenen Malik Derin Küçümen’in daveti üzerine izleme fırsatı buldum. Kozyy Avm’de yer alan Gazanfer-Ülkü tiyatro sahnesinde gösterilen müzikal, yere iğne atsanız düşmeyecek kadar kalabalıktı. Genç yeteneklerden oluşan, yarı profesyonel bu ekibin öğretmenleri, arkadaşları ve ailelerinin heyecanına daha gösteri başlamadan birebir şahit oldum. Kimbilir perde arkasındaki ekip neler yaşıyor o sırada, onları da birazdan göreceğim diye düşünürken ışıklar söndü ve yanyana sıralı tüm kadro ortaya çıktı.

İlk perde; Rent müzikali üzerine kurulu ve Mark, Roger, Mimi, Maureen, Joanne, Collins, Angel ve Benny gibi ana karakterlerin ön planda olduğu bol şarkılı ve danslı bir bölüm. Başlarda çok heyecanlı olduklarını hissettiğim ekibin, gördüğüm kadarı ile ilk perdenin yarısında heyecanları çözüldü ve hafif detone olan seslerden, koreografideki aksaklıklardan kısa bir süre sonra eser kalmadı. Gösteri ilerledikçe de harika vokaller ve danslar eşliğinde tüm ekip, müzikaldeki hikayenin hakkını vermeye başladı. Özellikle Rent‘de, bayan vokallerin erkeklerden çok daha güçlü olduğunu söylemek gerek. Mimi rolündeki Simge Beşiz ve Joanne’yi oynayan Tuğçe Ceylan’ın seslerinin müzikale çok uyması, aynı zamanda oyuncu seçiminin de başarılı olduğunu gösteriyor. Gösterinin koreografisinden sorumlu olan Mark rolündeki Malik Derin Küçümen ve arkadaşı Roger’ı canlandıran Mark Raymund ise, ilk perdenin tüm kontrolünü ele almış vaziyette, ciddi ve başarılı şekilde sonuna kadar kendilerini izlettiler. Rent müzikalinin en güzel ve akılda kalıcı kısmı ise masaların üstünde dans ettikleri kısımdı. Şarkıların seçimleri çok iyi, fakat kolonlardaki ses düzeyinin biraz fazla olması ve mikrofonların kısık olması arasındaki teknik uyuşmazlık oyuncuların solo performanslarının anlaşılabilirliğini azalttı. İlk perdenin diğer dikkat çekenleri ise; Noel Baba kılıklı bir gay olan Angel’ı canlandıran Köksal Ünal ile lezbiyen çift Maureen & Joanne’ ı oynayan Elif Mimaroğlu & Tuğçe Ceylan’ın harika performansları idi. Seasons of Love (Aylardan Aşk) şarkısı ile açılan ilk perde, yine tüm kadronun birlikte aynı parçayı tekrar seslendirmesi ile kapandı.

West Side Story ise müzikalin ikinci perdesi idi. Bu defa, ilk perdedeki ufak aksaklıklar, heyecanlar, detone sesler yerini, harika koreografilerle süslenmiş danslara ve şarkılara bırakıyordu. Sadece biz, arada bir mikrofondan gelen nefes seslerinden ne kadar yorulduklarını anlayabiliyorduk, o kadar da olsun artık. 20 küsür kişi atlayıp zıplıyorlar, dans ediyorlar ve bir yandan da şarkı söylüyorlar, bunlar uzaktan görüldüğü kadar kolay işler değil maalesef. İkinci perdedeki eğlence, danslardaki ustalık ve tüm ekibin gösterdiği performans, ilk perdeye göre çok daha başarılıydı. Maria ve Tony isimli iki aşık gencin olduğu kısımlarda yer alan şarkılar çok güzeldi ve yine bayan vokalin gücü kendini gösterdi. Maria’yı canlandıran Cansu Ortaç’ın etkileyici ve güçlü sesi, salonu yıkmayı başardı. Müzikalin şarkılarını çevirenlerin arasında yer alan ve Tony rolünü başarıyla canlandıran Ahmet Saruhan Şimşek ise, ikinci perdenin neredeyse başrolünü üstleniyordu. Gösterinin arasında ve sonlarında çıkan dansları ve şarkılardaki solo başarısı ile gözüme çarpan iki isim daha vardı; Tuğçe Ayar ve Didem Atasoy. Ayrıca Oya Küçümen’in abisi, gitar profesörü Cem Küçümen de kısa ama dikkat çeken eğlenceli rolüyle müzikale ayrı bir renk kattı.
Journey to Broadway’de adını yazmadığım yan rollerde ve danslarda yer alan tüm oyuncuların da, ayrı ayrı müzikalin her kısmında çok fazla emeği olduğunu düşünüyorum. Bu arada danslarda en çok dikkatimi çeken ve mükemmel  performansı ile ön planda olduğunu düşündüğüm, fıldır fıldır dolanan, yerinde durmayan aynı zamanda müzikalin reji asistanı ve çevirmeni olan, İlayda Türbedar’ı da ayrıca tebrik etmek gerekiyor; ki çıkışta kuliste ettim J. Müzikalin her ikisinde de yer alan kostümler çok başarılı, renk uyumları gayet iyi ki, en azından bu durum sahnenin dekor eksikliğini biraz olsun kapatıyor. Ama eminim ki, bu kadarı bile kısıtlı imkanlarla yaratıldı ve çok emek verildi. Fakat yine de oyundaki eksik veya zayıf detayları bilmenin, ilerleyen zamanlardaki yeni projelere çok katkısı olacaktır.

Her zaman usta oyuncuların yer aldığı oyunları izlemek değil de, arada bir böyle yarı profesyonel diyebileceğimiz yetenekli gençlerin oyunlarını, gösterilerini izlemek ve onlara da bir şans vermek gerektiğini düşünüyorum. Ben şahsen beklediğimden çok daha güzel bir müzikal izledim. Umarım kendilerini daha fazla geliştirerek, daha sıkı çalışarak çok daha iyi oyunlar ve müzikaller ortaya çıkarırlar. Türkiye’nin eksiği olan müzikal türüne de katkıda bulunurlar.

MÜZİK DİREKTÖRÜ: ÇELİK KASAPOĞLU
PROJE SORUMLUSU: BERGÜZAR ÇELEBİ
KOREOGRAF: MALİK DERİN KÜÇÜMEN
YARDIMCI KOREOGRAF: DİDEM ATASOY
REJİ: BARIŞ ARMAN
REJİ ASİSTANI: İLAYDA TÜRBEDAR
IŞIK: ÖNDER ARIK
SES: LOOP PRODUCTION
KOSTÜM: CANSIN ÖNALAN
ÇEVİRİ: ÇELİK KASAPOĞLU, MALİK DERİN KÜÇÜMEN,MARK RAYMUND, İLAYDA TÜRBEDAR,ELİF DOĞAN,AHMET SARUHAN ŞİMŞEK
OYUNCULAR: AHMET SARUHAN ŞİMŞEK, ATAKAN BÜYÜKBAŞ, AYMİLA TAŞÇI
BERK ALARCİN, CANSIN ÖNALAN, CANSU ORTAÇ, CEREN CAN, DİDEM ATASOY, DOĞANCAN TURHAN, ELİF DOĞAN, ELİF MİMAROĞLU, İLAYDA TÜRBEDAR, KAAN BÜYÜKBAŞ, KÖKSAL ÜNAL, LARA NARİN, MALİK DERİN KÜÇÜMEN, MARK RAYMUND, MÜGE OSKAY, OBEN ÖZKAL, ORKUN ÖZCAN
OZAN FAKIOĞLU, PINAR ÖZBEK, SİMGE BEŞİZ, ŞEBNEM ŞEVİKTÜRK, TANER GÜNGÖR, TUĞÇE AYAR, TUĞÇE CEYLAN, UMUT DURMUŞ
KONUK SANATÇI: CEM KÜÇÜMEN

MALİK DERİN KÜÇÜMEN

S1- Journey to Broadway müzikali ile ilgili ne gibi çalışmalar yaptınız? Nereden çıktı bu fikir? Müzikalin tüm organizasyon işini yüklenen birisi olarak, bize biraz bahseder misiniz?

“Journey to Broadway”, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı(İÜDK) Müzikal bölümü mezunlarından Selmin Artemiz’in kendisinin ve benim de şan hocam olan “Bergüzar Çelebi’nin şan sınıfı konserleri için 2008 yılında bulduğu bir isim. Her sene AKM ve CKM dahil bir çok farklı sahnede yapılan gösterilerin hepsi, müzikal tiyatro bölümümüzden sadece 10-15 kişilik bir kadro olarak farklı müzikallerden 15-20 şarkı içeren danslı, birkaç büyük ensemble parçasına sahip bir kolaj konser formatında sahneleniyordu.
Geçen seneki “Journey to Broadway” ile ilk müzikal tasarım ve yönetim deneyimimi 2015 Şubat ayında 13 kişilik bir ekiple CKM büyük sahnede yaşadım. Başarılı bir gösteriydi ama bir şeyler eksikti. Yaz dönemine geldiğimizde aklımda sorular ve bu sorulara cevaplar oluşmaya başladı.
Bu cevapların birincisi, bir müzikal tiyatro öğrencisi öncelikle oyuncudur. Güzel şarkı söyleyen ve güzel dans edebilen bir “oyuncu”. Kolaj konserlerde biz sadece şarkı içinde mizansenler kuran şarkıcılar, bazen de dansçılardık. Önceliğimiz buna bir çözüm bulmaktı. Fakat baştan sona bir oyun yapmak bambaşka maddi zorluklara sahip olduğundan; kolaj ile tam oyun formatlarını füzyonlayıp yeni bir formata imza attık: “Özet müzikaller”. En unutulmaz şarkıları ve dansları, orijinal sahneleriyle, kostümler ve dekorlarla birleştiren bir format. Aslında 3 müzikal olarak planlanan projemiz daha sonrasında çeşitli dramaturjik zorluklardan, şarkılar ve danslar hazır olmasına rağmen iki perde iki müzikal ve “sürpriz bis” haline dönüştü.(1.Perde Rent, 2. Perde West Side Story ve Bis: Hairspray”)
İkincisi çeşitli maddi ve organizasyonel imkansızlıklardan son beş senedir yapılamayan müzikal tiyatro bölüm projesi (İÜDK tarafından tüm müzikal bölümü olarak yapılan baştan sona bir Broadway müzikali) yine yapılmayacağı için biz Bergüzar Çelebi’nin şan öğrencileri hariç koca bir bölüm sahneye çıkamıyordu. İsteğim bu sefer ayrıcalık olmadan tüm arkadaşlarımla bir şey yapmaktı. Bergüzar hocam’ dan bununla ilgili izini aldım ve aynı zamanda gösterinin müzik direktörü olan ensemble (koro) hocamız Çelik Kasapoğlu’yla birlikte projeyi “audition” sistemi ile kaliteyi arttıracak bir şekilde tüm okula açtık.
Sonuncu ve belki de en önemli soru ise bu proje hangi dilde olmalıydı. Cevap aşikardı fakat tercümeler büyük bir emek ve zaman gerektirecekti. Sahneleri, diyalogları tercüme etmek çok zor değildi fakat şarkı sözlerini prozodiye uygun bir şekilde çevirmek… İşte bu noktada yapılan iş belki de tüm sahne üstü işinden daha büyük. Başta Çelik Kasapoğlu ve sevgili İlayda Türbedar olmak üzere kurduğumuz yaratıcı ekip ile günler, geceler harcadık. Kim bilir belki de zamanında üzerine aylarca yıllarca düşünülmüş, hepimizin ezbere bildiği, kemikleşmiş unutulmaz İngilizce sözleri Türkçeye çevirdik. Fakat sonuç istediğimiz gibi oldu. Gerçekten şarkıları söylerken hem büyük keyif aldık hem de seyirci ilk defa, şarkıları dinlerken sadece güzel sesler çıktığı için değil, bir şeyler anlattığı için beğendi. Zaten bir müzikal tiyatro oyunu için aksi kabul edilemez.
Provalarımız Aralık ayında başladı. Haftada 2-3 ile başlayan provalar Mart ayında haftada 5-6’yı buldu. Belli roller için mezunlarımızdan misafir oyuncular, başka konservatuarlardan misafir dansçı arkadaşlarımızı çağırdık. Hatta West Side Story’ deki bir rolü İÜDK Gitar bölümünde öğretim görevlisi olan babam Cem Küçümen oynadı. Ekibimiz yarı zamanlı bir bölümden kurulduğundan herkesin başka işleri okulları var. Ben İTÜ’de Kimya bölümü son sınıf öğrencisiyim. Ekipte doktor mühendis avukat ne ararsanız var.
Sonunda 27 kişilik ekibimiz ile gösteriyi hazırladık. Bu noktada bazı önemli kişileri unutmamak lazım. Bize çeşitli prova mekanları, dekorlar ve birçok başka yardımda bulunan, “Rent’teki rolü ile “Benny’miz sevgili Oben Özkal’a; Işık tasarımında harikalar yaratan ve aslında kendisini müthiş bir gitarist olarak tanıdığım sevgili Önder Arık’a, Konservatuardan eski sınıf arkadaşım aynı zamanda “Kazan Dairesi” tiyatro ekibinin kurucusu rejisörümüz Barış Arman’a çok teşekkür ederim. Sevgili şan hocam Bergüzar Çelebi ve müzik direktörümüz Çelik Kasapoğlu zaten annem ve abim gibi, onlar ile beraber yaptık bu projeyi. Son olarak da İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na da teşekkürlerimizi unutmamamız lazım. Orası olmasa biz belki de hiç tanışmayacaktık.

S2- Neden müzikalde Rent ve West Side Story’ı seçtiniz? Özel bir nedeni var mı?

İşin bu kısmı tamamen, başta ben olmak üzere biz müzikalcilerin hayalleri. Maalesef Türkiye de sergilenen ve içinde oynadığımız oyunları biz seçmiyoruz, başkaları seçiyor ve sahneye koyuyor. Bizim oynamayı hayal ettiğimiz ve bir müzikalcinin “Lifetime checklist”inde “Evet bu rol oynandı” diye işaretleyeceği oyunlar ve roller.
Rent,  gerçekten müthiş besteleri olan bir oyun ama çok uğraştıran bir dramaturjiye sahip, West Side Story ise müzikal tiyatro tarihinin en zor danslarına, şan partilerine sahip bir klasik. Amaç kendimizi çeşitli açılardan zorlayarak geliştirmek ve dürüst olmak gerekirse manevi açıdan tatmin etmek. Çünkü böyle bir projede maddi bir tatmin söz konusu değil. Dolayısıyla seyirci değil kendimiz odaklı bir seçim yaptık.

S3- Bu kadar kalabalık bir ekibi toplamak ve müzikal konusunda ikna etmek sizi yordu mu?

Yormak ne kelime perişan etti diyelim. İkna kısmı kolaydı. Huzurlu ve keyifli çalışan bir grubumuz var, bu işlerle uğraşan ve müsait zamanı olan herkes böyle bir şeyin parçası olmak ister herhalde. Önemli olan sonuna kadar dayanmak, zorlu provaları ve hazırlıkları atlatmak. Bu noktada işin organizasyon kısmı, kriz yönetimi üzerine doktora yapmak gibiydi benim için. Hele ki işiniz sadece organizasyon değilken, her iki perdede de hatırı sayılır rolünüz varken. Bir süre kendimi rollerimi ikinci plana atıyor, geri kalan her şeyin yolunda gitmesini sağlamaya çalışıyordum. Ne aksaklıklar oldu; önemli rollere sahip arkadaşlarımız bizi yarı yolda bıraktılar, projeyi terk ettiler. Ama daha iyisini yapacak arkadaşlarımız varmış aramızda onlara fırsat doğdu. Terör saldırılarından dolayı evlerden çıkamadık haftalarca prova yapamadık. Koreografileri çalıştırırken sesimi “yüksek” kullandığımdan tabi ki sonsuz defa sesim kısıldı. Neyse ki gösteriye kadar iyileştim. Geç biten provalardan dolayı beraber yaşadığım ailemle uzun bir süre akşam yemeği yiyemedim. Başka arkadaşlarımı, hobilerimi, İTÜ’deki kimya laboratuvarımı ihmal ettim. Bana göre aldığım konservatuar eğitimimin bir bitirme projesi olmalıydı, bunun için çeşitli şeylerden feragat etmem gerekti, sonunda da böyle bir gösteri çıktı. Ama rahatlıkla hepsine değdi diyebilirim.

S4- Dans provalarınızda başınıza gelen komik veya enteresan olaylar oldu mu?

Dans provaları benim için işin hep en eğlenceli kısmı zaten. Yeni insanlarla çalışıyorsam çok daha güzel. Dışarda başka türlü tanıdığınız insanlara kafanızda yarattığınız bir şeyi anlatmaya ve yaptırmaya çalışıyorsunuz. Tabi genelde hemen anlayamayabiliyorlar, belki de siz düzgün anlatamıyorsunuz ama sonunda her şey yoluna giriyor. Koreografi yapmak benim için hep dans etmekten çok daha keyifli olmuştur. Çok çok iddialı değilim, bir bale ya da dans diplomam yok ama özellikle müzikal tiyatroya has koreografiler üzerine Türkiye şartlarında bir şeyler üretmeye çalışıyorum.
Özel bir anekdot isterseniz, dans provalarından değil ama ensemble provalarımızdan birinde çok gülmüştük. Rent müzikalinden Bohem Hayat(La vie Boheme) isimli parçayı tercüme ederken bir pasajda tıkanmıştık. Kafiye yapmak için kelimeler uyduruyorduk. Biri Karadeniz(laz) ağzıyla bir şey söyledi. Kelime kafiye olarak tam oturunca bir anda bütün şarkı karadeniz parodisine dönüştü. Biri ağzıyla kemençe taklidi yapar, diğerleri horon teper. Az kalsın tüm müzikali trabzonda geçen bir adaptasyona çeviriyorduk, Çelik hocamız bizi durdurdu.
Aklımızda şu sözler kaldı: “Hamsi Tava, Hamsi Tava, o çoktan kizardu, Haberuniz yok mi? Hamsi sezonu bittu”
Orijinali: “Bohem Hayat, Bohem Hayat o çoktan gömüldü, Haberiniz yok mu? ‘La Boheme’ öldü”

S5- Özellikle eksik olduğumuz Türkiye’deki müzikal kavramı hakkında ne söyleyeceksin? Journey to Broadway’i daha geliştirmek ve devamını getirmek gibi bir projeniz var mı?

Müzikal tiyatro, sayın Hıncal Uluç’un da dediği gibi İngiltere ve Birleşik Devletler’de medyanın üzerinden gündem belirlediği, sanat camiasının en yakından takip ettiği sektör iken Türkiye’de insanların çoğuna sıkıcı gelen bir sanat formu olarak tanınıyor. Neredeyse herkes müzik dinler, tiyatro ya da film izler ama nedense ikisini bir arada sevmiyor. Öbür yandan yerli prodüksiyonlar bomboş seyircilere oynarken, Zorlu Center’ın getirdiği Broadway ya da West End prodüksiyonları 250TL’lik biletlerle full çekiyor. Buradan bir ders çıkarılması lazım.

Mevcut sorunların kısa listesi şu şekilde. Müzikal tiyatroya göre sahne yok, ses sistemi yok, ışık yok, dekor yok, makyaj yok. Daha doğrusu çok sınırlı yerlerde var.
İmkanlara sahip olanlar ise benim şahsi fikrime göre yanlış seçilmiş prodüksyonlarda halkı dikkatini çekebilmek uğruna yanlış oyuncuları oynatıyorlar. Eğitim şart dersem komik olacak ama gerçekten eğitim şart. Bir müzikal tiyatro yıldızının opera, bale ve oyunculuk eğitimi olması şart. Yoksa seviye vasatı geçemez. Biz sadece yarı zamanlı bir bölümüz ama şu an İstanbul’daki tüm müzikal tiyatro işlerinin ensemble’ larında ağırlıklı olarak bizim okulun mezunlarını görmeniz mümkün. Diğer taraftan yapılan işlerin kalitesi ve prodüksyon seviyeleri Broadway, West End ve Zorlu’ya gelen yabancı ekiplerden çok farklı bir boyutta. Sebep ülkedeki müzikal oyuncu kadrosu ve teknik yetersizlikler.

Birinci öncelik tam zamanlı bir bölüm. Zamanında varmış, mesela Halit Ergenç tam zamanlı bir müzikal mezunu. Özellikle doğru akademisyen kadroları ile bütçesi olan okullar, her sene sonunda staj niteliği taşıyan projeler, prodüksiyonlar yaparlarsa profesyonel seviyede oyunların da kalitesi artacaktır. Buna bağlı olarak profesyonel ses firmaları ekipmanlarını müzikal tiyatro ihtiyaçlarına göre genişletecektir. Sahneler farkı teknolojilere yönelecektir. Her şey pozitif geribildirim ile kartopu gibi büyüyüp gelişir.
Müzikal tiyatro bence çağımızın sanat formu. Müzik dans ve tiyatroyu, teknoloji ile birleştirip çılgın prodüksiyonları ortaya çıkartan bir sanat. Müzikal tiyatronun “Oscar”ı olan “Tony” ödüllerini izleyip bir fikir alabilirsiniz. İşler böyle olursa seyircinin sıkılmaya lüksü olmaz. Sahneler dolar taşar.

Bana sorarsanız işler umut verici şekilde ilerlemekte. Ben bu alanda profesyonel bir kariyer yapar mıyım bilmiyorum ama yaparsam alacağım kıstas belli. Konservatuardan eski sınıf arkadaşlarımın Devlet Tiyatrosu bünyesinde yaptıkları “Sidikli Kasabası” isimli Broadway müzikali Türkiye de bu işe bir çıta koydu ve iki sene kapalı gişe oynayarak sorunun seyircide olmadığını kanıtladı. Burada mesuliyet oyuncular ve prodüksiyonlarda. Doğru yer ve zamanda doğru işi bulursanız seyirci gelir. Müzikallerin sayısı bu günlerde oldukça arttı. Biz de buna Journey to Broadway ile katkıda bulunduk ve konulan çıtaya yaklaşmaya çalıştık. Mayıs ayında iki gösteri daha yapmayı planlıyoruz. Önümüzdeki sezon ise bu ekipten baştan sona bir Broadway müzikali bekleyebilirsiniz. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

17 Nisan 2016

MIKE FLANAGAN ile RÖPORTAJ


Türk ve Yabancı korku filmi yönetmenleri / oyuncuları ile yaptığım röportaj serileri devam ediyor. Bu defa kendisini şansıma balayında iken yakaladığım ve cevapların süresinin uzayacağını tahmin ettiğim Mike Flanagan, beni şaşırtarak kısa bir süre içinde cevapları yolladı. Absentia ve Oculus ile tanıdığımız yönetmenin, halen Amerika’da vizyon tarihinin sürekli ertelendiği Kate Bosworth ve Thomas Jane’ın kadrosunda yer aldığı Before I Wake adlı bir korku filmi de bulunuyor. Bu belirsizlikler sırasında boş durmayan Mike Flanagan’ın, haklarını Netflix’in aldığı Hush adındaki ev istilası türündeki korku/gerilim  filmi kısa bir süre önce gösterilmeye başladı.

Hem Popüler Sinemada hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevaplayan Mike Flanagan’a bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

KE- Genelde korku gerilim türünde filmler çektiniz. Korku filmlerine olan ilginiz nereden geliyor?

MF- Korku filmleri türünü çocukluğumdan beri her zaman çok sevmişimdir. Stephen King 'in IT’ini  izlediğimde ilgim daha da perçinlendi. Aslında çocukken korku filmlerinden çok korkardım ve bazen koltuğun arkasına saklanırdım, hatta daha normal olanlarında bile . THRILLER filminden çok çok korktuğumu hatırlıyorum. Sanırım bu filmleri izlemek büyürken bir tür cesur olma şekliydi benim için.

KE- Yeni filminiz Before I Wake, yine Oculus ve Absentia gibi aile draması içeriyor. Filmlerinizde özellikle aile içi olaylarını seçmenizin bir sebebi var mı?

MF- Sanırım korku temelde sadece sesi çok yükseğe ayarlı bir dramdır. Sadece ürkütücü olmaya çalışan bir hikayeyle hiçbir bir bağ kurmam. Benim için onun gerçek bir şeyle ilintili olması gerekir ve bence iyi korku filmleri başka bir şeydir. Hepimizin kendi şeytanları vardır özelliklede  karmaşık aile dinamikleri içinde. Korku, hayatlarımızın bu korkunç köşelerini güvenli bir şekilde keşfedebileceğimiz bir büyük prizmadır ayrıca ve bu tür, metafor için de oldukça müsaittir. İnsan doğasıyla ilgili bir metafora ya da söyleme tutunamazsam, çok çabuk sıkılırım.

KE- Before I Wake’in hikayesinden kısaca bahseder misiniz? Hikaye nasıl ortaya çıktı? Filminizde nelerle karşılaşacağız?

MF- Bu çok şahsi bir proje ve korku merkezinde değil. Bu iş diğer işlerime göre her zaman daha metaforikti. Fikir aklıma yıllar önce gelmişti; OCULUS 'un yapım aşamasından ve de bütün senaryolarım arasında favorim olmasından çok çok önce. Bu film ailesel bir kayıpla ilgili ve benim içinde onu çok güzel şey kılan şey bu. Korku öğeleri içerse de, aslında bir ailenin çocuğunu kaybedişiyle ilgili korkusu. Dünyada bundan daha gerçek bir korku yoktur.

KE- Oyuncu seçimlerinde en çok nelere dikkat edersiniz? Kate Bosworth ve Thomas Jane gibi güçlü iki oyuncuyu nasıl buluşturdunuz?

MF- Oyuncu seçimi bir film yapmanın en sevdiğim tarafıdır. Hem Kate hem de Tom senaryoya büyük bir şevkle uyum gösterdiler. Her ikisinin işlerine de hayrandım ve onlarla bu eşsiz projede birlikte çalışmak benim için büyük bir zevkti. Sanırım her ikisi de bu filmde en iyi işlerinin bir kısmını yaptılar.

KE- Oculus ve Absentia sizin için nasıl bir deneyim oldu? Bu filmler hakkında izleyicilerden nasıl tepkiler geldi?

MF- ABSENTIA eşsiz bir tecrübeydi. Hiç paramız yoktu ve arkadaşlarımız oluşan oldukça küçük bir ekibimiz vardı. Onu benim dairemde var olan ışığı kullanarak çektik. OCULUS ta ve sonraki filmlerde sahip olduğum hiçbir kaynağa sahip değildik. Tam bir gönül işiydi ve mümkün olmayacak kadar zor bir yapımdı. Geriye bakınca altından kalmak için çok çabaladık diyebilirim. Bunu yaptığımız için çok minnettarım. Müthiş oyuncu kadromuza ve ekibimize teşekkürler ayrıca bu filme verdiği tepkiler açısından izleyiciye her zaman müteşekkirim. 
OCULUS  her açıdan farklı bir tecrübeydi. Arkamda önemli bir yapım şirketinin, çok deneyimli oyuncuların ve de daha önce hiç sahip olmadığım bir bütçenin tam desteği vardı. Her filmin kendine has zorlukları vardır ve kesinlikle OCULUS da kendisine düşen payı almıştır bu zorluklardan ama aynı zamanda hayatımda ilk defa kafamdaki şekliyle bir filmi yapabilecek donanıma sahip olduğumu hissettim. Bu filmi çekmek isteyecek yapımcıları bulmak çok zaman aldı.( 7 sene) Film çıktığında bir şekilde kutuplaştırıcıydı, ama sorun değil. Ben bu konuda çok rahatım. İzlemek istediğim türde filmler yapıyorum ve onlar asla herkesi mutlu etmeyecekler.

KE- Korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

MF- En zor olan set HUSH' ınkiydi. Filmi 18 günde çektik ve sadece geceleri çekim yaptık. Çok yorucuydu. Küçük bir ekiptik ve 3 hafta boyunca geceleri ormanın içindeydik hep. Tam anlamıyla feleğimizi şaşırmıştık.

KE- Yeni korku filmlerinizden Quija 2 ve Hush’dan biraz bahseder misiniz?

MF- HUSH, peşinde bir katilin olduğu sağır bir kadını konu alan gerçekten eşsiz bir filmdir. İçinde sadece 15 dakikalık bir diyalogun olduğu neredeyse tamamıyla görsel bir filmdir. Bu da hikayeyi görsel olarak anlatmak adına inanılmaz heyecan verici bir şanstı. Bu filmin ortaya çıkış şekliyle çok gurur duyuyorum. OUIJA da eşsiz bir film. İnsanların olmasını beklediği gibi bir film değil kesinlikle. Farklı bir şey yapmak için gerçekten bir şansımız vardı demekten öte başka bir şey söyleyemem. Sanırım insanlar olumlu anlamda çok şaşıracaklar.

KE- Korku sinemasında farklılık yaratmak için neler yapmayı düşünüyorsunuz? İlerde "Evet bu bir Mike Flanagan filmi" diyebileceğimiz türden yapımlarla karşılaşacak mıyız?

MF- Umarım öyle olur. Bu türü değiştirmeyi düşünmüyorum. Film yapma şansına her zaman sahip olmayı ve bu türün sağlamış olduğu yaratıcılık açısından sınırsız  bir sürü fırsatı  keşfetmeye devem etmek istiyorum. Sanırım korku alanında yeni yeni ortaya çıkan bir sürü heyecan verici yönetmen var. Çok fazla film çekebilmek bir ayrıcalıktır.

KE- En beğendiğiniz 3 korku filmini ve 3 yönetmeni yazar mısınız?

MF- Bu çok zor bir soru, neredeyse imkansız bir soru. Ama favorilerimden bazıları. THE THING, THE SHINING, SESSION 9, LAKE MUNGO ve THE FLY. Çok fazla iyi film var asla üçe indiremem.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

ÜÇ NOKTA


Bahariye Caddesi (Tramvay yolu) Akyıldız pasajında bulunan Tiyatro Ak’la Kara, Keren Kobanbay ve Savaş Özdural’ın birlikte kurdukları küçük ama inanılmaz samimi ve hoş bir tiyatro salonu. İkilinin eski talk show projelerinin adı olan Ak’la Kara’nın değerli oyuncuları, her sezon birbirinden farklı oyunlarla seyircinin karşısına çıkıyor.
Tiyatronun yönetmen yardımcısı ve sahne amiri olan Can Esendal’ın daveti üzerine Üç Nokta adındaki komedi oyununu ben de izleme fırsatı yakaladım. Pasajın altında yer alan tiyatro salonuna doğru indiğinizde, eski oyuncuların ve değerli sanatçıların resimleri ile süslenmiş güzel bir fuaye sizi karşılıyor. Salona girip ön sıradaki yerimi aldığımda ise, direk sahne ile içiçeydim. Evet, yakın değil içiçe; sahne ile aranızda mesafe yok, adım atsam oyundayım. İnanın bir oyunu bu kadar yakından, burnunuzun dibinden izlemek çok keyifli bir durum. Moulin Rogue müzikalinden “El Tango De Roxanne” parçası eşliğinde beklemeye başladığımız iki perdelik Üç Nokta oyunu, başlama sesinden son ana kadar izleyiciye gülme garantisi vaad ediyor.

Oyunun hikayesi : Bitirim bir taksi şoförü olan Faruk, hayalperest bir oyun yazarı olan Tarık ve telaşlı bir yapıya sahip olan Sadık adındaki üçüzler aynı evde yaşamaktadır. Faruk, eve Hale adında bir masöz çağırmıştır. Tarık, yayınevinden gelecek olan Jale’yi beklemektedir. Sadık ise, bir cinayete tanık olmuştur ve ölen adamın karısı Lale ifade vermesi için onun peşine düşmüştür. O gün temizlik günüdür ve temizlikçi Fatma, kişileri ve olayları iyice birbirine karıştırır. Ona aşık olan apartman görevlisi Siyami de kafasını daha çok karıştırır. Cinayeti işleyen Tayyar ve onun peşinde olan Komiser Bülent de eve gelince, akıllara zarar bir koşturmaca başlar.

Okuduğunuz gibi oyunun hikayesi, tiyatro komedilerinde çok sık rastladığımız karışık olaylar örgüsü üzerinden ilerliyor. Oyun, evin temizlikçisi Fatma ile açılıyor. Söylene söylene eve gelen ve işini yapan Fatma, adeta oyunun başından sonuna kadar evdeki farklı karakterlere sahip olan üçüzlere karşı savaş veriyor. Fatma rolünü canlandıran dizi/filmlerden tanıdığımız ve aynı zamanda seslendirme sanatçısı olan usta oyuncu Bedia Ener, oyunun tüm yükünü kesinlikle üstünde taşıyor. Bedia Ener’in başarılı performansının yanında, üçüzleri canlandıran Kerem Kobanbay’ın da rolü bir hayli zor ve çok önemli. Oyun boyunca sürekli karşımıza çıkan farklı karakterleri tek başına oynamak o kadar kolay olmasa gerek. Gerçekten Faruk, Tarık ve Sadık ile kafamızı karıştıran, ama bir o kadar da gülmemizi sağlayan Kerem Kobanbay’ın başarısı takdire değer. Bu arada oyun sırasında aniden ortaya çıkan ve absürd esprileri ile oyun dışı bir karakter olarak gözüken Can Esendal da, Üç Nokta’ya renk katan bir oyuncu. Oyunun en sevimli rollerine sahip olan iki isim daha var. Masöz ve sarhoş Hale ile metalci kılıklı katil Tayyar. Buket Dereoğlu, sarhoş masöz rolüyle adeta döktürürken, heavy metalci katili canlandıran Levent Ünsal ise, mükemmel performansı ile göz dolduruyor. Özellikle bu ikilinin yer aldığı esprisi bol olan sahneler, oyunun çıtasını biraz daha yükseltiyor. Tayyar’ın tam yerinde yaptığı Guns’N’Roses espisini de pek unutacağımı sanmıyorum. J

Oyunda tam yan karakter olarak sayılmasa da, diğer saydığımız 4 oyuncuya göre daha az role sahip olan isimler de bulunuyor. Temizlik hastası polis Bülent (Vural Buldu), Fatma’ya aşık olan ve başının belası Siyami (Ahmet Taşdemir), yayınevinden gelen Jale (Nazlı Kar) ve sürekli çığlık atarak ayılıp bayılan, oyunun en hasta ruhlu karakteri, ölen adamın karısı Lale (Devrim Atmaca) gibi karakterler de, yine çok önemli rolleri üstlenerek oyunun bel kemiğini oluşturuyor.

Oyunun ilk perdesi normal düzeyde ilerlerken ikinci perde, cinayetin asıl önemli kısmına, yani perde arkasına ağırlık verdiğinden tam bir cümbüş şeklinde daha eğlenceli geçiyor. Komedi yüklü hareketlerin ve esprilerin oldukça havada uçuştuğu ikinci perde, adeta oyuncuların show yaptığı bölüm. Kerem Kobanbay’ın üçüzler rolüyle, her kapıdan farklı şekilde hızlı hızlı çıkışı, Tayyar’ın harika solo performansı, ikili danslar ve güzel bir final. Bu arada sahnenin dekoru asla göz yormuyor ve karışıklık içinde olan bir durum yok. Müzikler iyi seçilmiş, özellikle Jaws J. Ayrıca yan yana olan kapılar oyunun hikayesine ve olaylarına göre çok güzel tasarlanmış. Özellikle Fatma’nın ve Tayyar’ın oyunun aralarında dış sesle olan konuşmaları  ve yapılan espriler oldukça komik ve yerli yerinde.
Şu sıralar hepimizin en çok ihtiyacı olan gülme eylemine çok uygun bir oyun Üç Nokta. Eğer her hafta vizyona giren, birbirinin tekrarı ucuz komedi filmlerinden sıkıldıysanız, devamlı yükselen temposu ile sizi neşelendirecek hoş bir komedi oyunu izlemek istiyorsanız, tiyatroya da bir şans verin, bu oyunu görün.

Sadece “Üç Nokta” değil, Türkiye’nin her yerinde tiyatro salonu olan “Çok Nokta” var.

Yazan : Kerem Kobanbay
Yöneten : Murat Sarı
Yönetmen Yardımcısı : Can Esendal
Işık Tasarım : Serpil Coşkun Altuncu
Kareografi : Tanju Yıldırım
Dekor : Murathan Yılmaz
Müzik : Orhan Enes Kuzu
Oyuncular : Kerem Kobanbay, Bedia Ener, Levent Ünsal, Buket Dereoğlu, Vural Buldu, Devrim Atmaca, Nazlı Kar, Ahmet Taşdemir, Can Esendal 


KEREM KOBANBAY

KE-Genelde tiyatroda, özellikle komedi oyunlarında yabancı eserler sahneye konuyor. Siz ise, Üç Nokta oyununu kendiniz yazdınız. Daha zoru denemeyi tercih etmenizin sebepleri nelerdir?

KK- Türkiye’de neredeyse vodvil yazarı yok diyebiliriz. Bu yüzden genelde yabancı oyunlar tercih ediliyor. Vodvil çok edebi bir tiyatro eseri kabul edilmiyor. Bu görüşümün haklı kabul edilebilecek yönleri de var bence. Böyle bir boşluk vardı Türk vodvil yazarları konusunda ki, bende zaten bu konuda uzmanlaşmayı yaklaşık 10-15 yıldır hedef haline getirmiştim. Matematiğini çözdüm sanırım, bu benim 4.vodvilim ve seyirciden de çok iyi reaksiyon alıyoruz. Böyle bir çalışma içindeyim, keyifli gidiyor. Benim için zor olan değil, keyifli olan bir iş diyebilirim.

KE-Komedi oyunlarında kafa karıştıran ve iç içe giren hikayeler çok fazla güldürüyor. Siz de buna bağlı kalarak arapsaçına dönen bir komedi oyunu yazdınız. Oyunu yazarken özellikle böyle bir hikaye olmasına dikkat ediyor musunuz? Ayrıca ilham aldığınız tiyatro eseri ya da yazarı var mı?

KK- Evet bu tür, durum komedisine dayanan bir tür. Bu türde önce durumu kurgulamanız gerekiyor.Sahneleri yazmadan önce repliksiz bir şekilde ard arda sıralıyorum, başını, gelişmesini ve sonunu kafamda oturtuyorum. Ardından repliksiz bir şekilde her sahneyi paragraf paragraf yazıyorum ve sonra repliklere dönüyorum. Oyunda yanlış anlamalar, yalanlar, küçük oyunlar, bir tehdit unsuru ve o tehditden kaçma gibi ögeler var, bu da tam bir matematik meselesi. Örnek aldığım yazarlar ise, Ray Cooney ve Michale Frayn.

KE- Üç Nokta oyununun hem yazarı, hem de oyuncususunuz ve oyunda farklı karakterlere sahip üçüz kardeşleri tek başınıza canlandırıyorsunuz. Bu rollerin altından tek başınıza kalkmak sizi zorladı mı?

KK- Öncelikle bu üç rolün altından tek başıma kalkmadım, yönetmenim Murat Sarı ve oyun arkadaşlarım hepimiz birbirimize her konuda destek verdik.Üçüzlerin birbirinden çok farklı karakterleri olması aslında bir oyuncunun avantajı. Çünkü yakın çizgilerde bu üç farklı tipi verebilmek daha ince bir oyunculuk gerektiriyor.Bu kadar farklı karakterleri de içiçe sokmak keyifli bir iş, becerebiliyorsam ne mutlu bana. Geri dönüşlerden de olumlu sonuçlar aldığımız için güzel bir sezon geçirdik ve bu iyi bir tecrübe oldu. Ayrıca o üç karakter de hepimizin içinde var, dolayısı ile onları içimizden çıkarıp yaşadığımız anda herşey çok kolaylaşıyor.

BUKET DEREOĞLU

KE- Bizimkiler’den Tatlı Kaçıklar’a, Cennet Mahallesin’den Arka Sokaklar’a kadar birçok televizyon dizisinde sizi izledik. Bunun yanı sıra farklı pek çok tiyatro oyununda da yer alıyorsunuz. Dizi mi, tiyatro mu size daha fazla keyif veriyor?

BD- Tabi ki Tiyatro da çok daha farklı bir keyif alıyorum. Ciddi bir efor sarfedip o gün bizi izlemeye gelen yüzlerce seyircinin anında tepkisini almak muhteşem.

KE- Üç Nokta oyununda canlandırdığınız sarhoş kadın Hale rolünü başarıyla canlandırıyorsunuz. Bu role nasıl hazırlandınız?

BD- Evet cidden benim için zordu, çünkü daha önce hiç sarhoş rolünü oynamamıştım ve genel olarak alkol almadığımdan nasıl yapmalıyım, bilemedim. İçsem ne olurdum dedim ve arkadaşımın gece kulübüne bir süre gittim, orada gözlem yaptım ve Hale karakterini kendimce kendime adapte etmeye çalıştım.

KE- Tiyatro yapmaya nasıl karar verdiniz?

BD- Çocukluğumda hiç düşünmediğim bir meslekti nasıl gelişti hatırlamıyorum, ama ailem konservatuvarı şart koşmasa sanırım burada olamazdım.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.