23 Şubat 2017

Hidden Figures


Bill Murray’in huysuz bir adamı canlandırdığı St.Vincent (Benim komşum bir melek, 2014) ile tanığımız yönetmen Theodore Melfi, bu defa gerçek bir olayı kurguladığı Hidden Figures (Gizli Sayılar) ile ortaya çıkıyor. Margot Lee Shetterly’nin “Hidden Figures: The Story of the African-American Women Who Helped Win the Space Race” isimli romanından uyarlanan filmin müziklerine Pharrell Williams da katkıda bulunuyor. Irkçılığın yüksek seviyede olduğu 60’lı yılların başında geçen film, siyah ile beyazın didişmesini fazlasıyla ön plana çıkarırken, seyirciyi de samimiyetten ve duygusallıktan mahrum bırakmıyor.

Hikaye, 1961 yılında ABD’nin Ruslarla uzaya insan yollama yarışı içinde olduğu bir dönemde geçiyor. Aynı zamanda ülkede gözle görülür şekilde siyah beyaz kavgası ve ayrımcılık da almış başını gidiyor. Bu arada matematikçi ve mühendis olan üç dâhi kadın Katherine Johnson (Taraji P. Henson), Mary Jackson (Janelle Monáe) ve Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) da, Nasa’ya görev yapmak üzere işe başlarlar. Baş ağrıtan ve sinir bozan bir ayrımcılığın yapıldığı iş ortamında bu üç kadın parlak zekalarını kullanarak Nasa’nın vazgeçilmezi olmak için ellerinden geleni yaparlar.

Tamamı beyazlardan oluşan Nasa’da, çikolata renkli kadınların başarıya koşmak için ellerinden gelen tüm fedakarlığı yaparak, haksızlıkları da görmezden gelmeleri ve alttan almaları o dönem için oldukça cesurca bir davranış. Siyah kadınlar, tuvaletlerinin hatta kahve makinalarının bile ayrı olduğu Nasa gibi büyük bir kuruluşta devamlı mücadele içindeler. Henüz ortada bilgisayar bile yok, yeni yeni IBM Nasa’ya giriyor ve denemeler yapılıyor. IBM’in yapacağı işi, ne yazık ki, Nasa’da dışlanmış ve kendilerine bilgisayar (computer) lakabı takılmış bu dâhi kadınlar, o rahatsız ortamda yapmaya çalışıyorlar. Hidden Figures, anlattığı başarı öyküsünün yanında ırkçılığı yere vururken, beyazların o kadar çabalamasına rağmen her işi yanlış yaptıklarını ve başarısızlıklarını fazlaca ön plana çıkartarak Nasa’yı da acımasızca eleştiriyor. Film boyunca bizim dâhi siyah kadınlar olmasa, uzaya giden araç geri dönemeyecek yörüngesinden sapacak ve Nasa olduğu yerde sayacak gibi bir durum var.

Aralarında kusursuz bir kimya olduğuna inandığımız üç kadın sayesinde analitik geometriden, uzay mühendisliğine kadar matematiksel her türlü bilgi filme güzelce enjekte edilmiş. A Beautiful Mind (Akıl Oyunları, 2001) filmindeki John Nash’in dâhiliğine yakın duran ve kendine hayranlık bıraktıran zeka gösterisi, Hidden Figures’de de yer alıyor. Filmin dramatik yapısı da çok güçlü. Haysiyet, saygı ve sevgi duruşu üç kadının aile yaşantılarına o kadar güzel yansıtılmış ki, gözleriniz dolmadan geçebileceğiniz sahne çok az. Onların aralarındaki içten ve samimi diyalogları, dostluklarının belki de en önemli yapı taşı. Ayrıca iş hayatına ve topluma karşı verdikleri mücadele, aldıkları cesur kararlar, aştıkları engeller  ister istemez seyirci ile karakterler arasında sıkı ve samimi bir bağ oluşturuyor.

Hidden Figures, oyuncu seçimi açısından da dört dörlük bir yapıya sahip. Üç siyahi kadın oyuncu filmin her karesinde gösterdikleri harika performansları ile kariyerinin en iyi işlerine imza atıyorlar. Özellikle Altın Küre’de adaylık kazanan ve daha önce The Help (Duyguların Rengi, 2011) ile Oscar almış Octavia Spencer, Hidden Figures’de yine samimi ve akıllı tavırları ile rolünün hakkını veriyor. Rol dağılımında yönetici olarak görev olan Kevin Costner & Kirsten Dunst dengeli, inandırıcı ve özellikle hikayeyi besleyici oyunculukları ile filme çok katkıda bulunuyorlar.

Nasa’nın vazgeçilmezi olmak üzere yola çıkan, sıkı çalışan, azimli ve üstün zekasını iyi kullanan üç siyahi kadının kariyerlerindeki en büyük yolculuğuna ışık tutan Hidden Figures, şık anlatımı ve gurur verici öyküsü ile unutulmayacak filmler arasındaki yerini alıyor. Bence gerçek başarı öyküleri her zaman izlenir ve seyircisini bulur.


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

3 Şubat 2017

ALEX ESSOE ile Röportaj


Kevin Kolsch ve Dennis Widmyer ikilisinin elinden çıkan Starry Eyes, hayalleri için herşeyi göze alacak kadar hırslı bir garson kızın başına gelen rahatsız edici bir hikayeyi anlatıyor. Hollywood starları gibi şöhret peşinde koşmak, ünlü olmak kim istemez ki? Ama tüm bunların peşinde koşarken de, attığınız her adımın farkında olmalı ve frenleyemediğiniz o acımasız hırsınızın da başınıza iş açmamasına dikkat etmeniz gerekiyor. Kimler sizi yönlendiriyor, ne için görüşmeye çağrılıyorsunuz ve etrafınızda dikkatinizi çeken yanlış olaylar dönüyor mu? Filmin baş kahramanı olan huzursuz ruh hali ve oldukça hırslı bir yapıya sahip Sarah’ın dikkat etmediği noktalar da işte tam bunlar.

Sarah’ın tehlike arz eden hırsından daha güçlü ve ilginç bir yönü daha var. Kendisine olan güveni yok olmaya başladığında ve korkuları ile yalnız kaldığında, odasındaki Hollywood starlarının posterleri adeta alay edermişcesine üstüne üstüne geliyor. Bu durum karşısında Sarah’ın sinir krizleri geçirmesi, saçlarını yolması ve kendisine engel olmaya çalışması ise farklı zamanlarda ürkütücü bir ruh haline büründüğünün göstergesi. Günün birinde Sarah’a oldukça eski ve güçlü bir şirket olan Astreus’un Gümüş Çığlık adındaki bir gerilim filmi için deneme çekimi teklifi geliyor. Şöhret olmayı dört gözle bekleyen Sarah’ınartık  tek yapması gereken tüm hünerlerini ortaya koymak ve seçici ekibin karşısına çıkmak. Karanlık ve ürkütücü bir ortamda gerçekleşen deneme çekimi sırasında, farklı istekleri olan bu seçici ekibin sergilediği sevimsiz haller aslında Sarah’ın pek de hoşuna gitmiyor. Ama hayalleri için ne istenirse yapmaya hazır. Ortaya koyduğu  değişik ve üstün performansı dikkatleri çekiyor ve başrol için seçiliyor. Sarah bu seçme sonrasında aslında şeytani bir şirkete ruhunu teslim etmiş olduğunun farkında değil.

Filmin bundan sonraki kısımlarında ünlü olmak için sadece ruhunu şeytana teslim etmek değil aynı zamanda oyuncunun yataktan da geçmesi gibi klişeleşmiş bir detaya da rastlıyoruz. Bu da Hollywood filmlerine gönderilen bir eleştiri ya da mesaj niteliğinde sayılabilir. Uzun zaman boyunca beklediği bu zaferin ardından Sarah, kendisinden yapılması istenilen her türlü şeyi istemeden de olsa yerine getiriyor. Filmde çok açık şekilde anlatılmasa da, Astreus’ın şeytani bir şirket ve başındaki patronun da bir şeytan gibi tasvir edildiği çok net. Starry Eyes’ın en can alıcı özelliği ise, sıradan bir hikaye gibi giderken  finale yaklaştıkça yükselen bir ivmeyle sarsıcı ve rahatsız edici bir gerilime dönüşmesi. Sarah’ın Astreus tarafından seçilmesinden sonra başına gelen tüm olaylar ve değişim süreci tamamen kendi içindeki şeytani varlıkla savaştığının da bir kanıtı. Bu savaşı verirken Sarah’ın vücudunun gün geçtikçe deforme olmaya başlaması kısa bir süre sonra kendisini tanınmaz bir hale getiriyor. Ardından anlamsızca cinayetler işlenmeye başlıyor, ortalık kan gölüne dönüyor ve Sarah gizemli bir tarikat eşliğinde şeytanla verdiği savaş sonrası adeta yeniden doğuyor. Buradaki yeniden doğuş sahnesi titizlikle hazırlanmış makyajın ön planda olduğu görsel açıdan çok başarılı bir sahne.

Filmin en önemli ve seyredilmesi gereken kısmı Tahran doğumlu Sarah rolünü oynayan Alex Essoe’nin mükemmel performansının geçtiği sahneler. Body Horror dediğimiz vücudun deforme olarak değişim sürecini ele alan bu korku alt-türünün en önemli özelliği kesinlikle oyuncuların iyi seçilmesi. Makyajların yerinde ve itinalı olmasının dışında, değişim süresinde geçen gerilim dolu anları seyirciye en iyi yaşatacak olan kesinlikle oyuncudur. Alex Essoe, filmdeki başarılı oyunculuğu sayesinde pek çok eleştirmen tarafından tam not aldı ve Horrorant Film Festivali tarafından En İyi Kadın Oyuncu seçildi. Ayrıca film de, bazı festivallerden ödülle döndü.

Bu arada Starry Eyes’ı beğenenlerin ve bu tip filmlere ilgi duyanların, yine bir Body Horror türü olan Contracted I ve II’yi seyretmelerini tavsiye ederim. Sıradışı yönetmen David Cronenberg’in filmlerindeki enteresan ve kendine özgü dönüşüm süreçlerini anlattığı hikayelere yakın duran Starry Eyes, korku filminden daha çok gizem/gerilim türüne kayan bir yapım. Hollywood sinema sektörüne güzel eleştirilerde bulunan film, sonlara doğru yaşattığı rahatsız edici gerilim ile de, seyirciyi rahatça ele geçiriyor.

Korku/gerilim filmlerine olan düşkünlüğümü, farklı site ve dergilerde yazdığım inceleme, eleştiri ve dosya türündeki yazılarla pekiştirirken, uzun zamandır da yerli/yabancı yönetmen/oyuncularla yaptığım röportajlara da yer vermekteyim. Bu defa Starry Eyes’ın parlayan yıldızı Alex Essoe ile bir röportaj yaptım. Kendisi beni kırmadı ve GodFather dergisinde yayınlanmak üzere sorduğum soruları içtenlikle cevapladı. Alex Essoe’ye hem dergi, hem de kendi adıma çok teşekkür ediyorum.  


KE- Marcus Dunstan’ın gerilim filmleri gerçekten çok başarılı. The Neigbor’da birlikte çalıştınız. Marcus Dunstan ile beraber aynı sette çalışmak nasıl bir duygu?
                                                          
AE- Marcus’la birbirimize çok çabuk ısındık. İlk görüşmemiz kısa sürede filmler hakkında ayrıntılı bir söyleşiye evrildi. Böylece sete geçtiğimizde oldukça uyumlu bir ikili oluşturduk. Belki de karşılaştığım insanlar arasında en kolay çalışılabilecek olan kişi odur.

KE- Korku/Gerilim filmlerinde oynamak sizi nasıl hissettiriyor?

AE- Harika hissettiriyor, favori filmlerimden bazıları korku-gerilim türünde. Yine de bence The Neighbor korku-gerilimden çok aksiyon-gizem türünde.

KE- Starry Eyes, özenli makyaj isteyen bir film. Vücudun deforme olma sahneleri gerçekten ürkütücü ve makyajlar çok başarılı. Bu sahneleri çekerken hiç zorluk yaşadınız mı?

AE- O kontak lensler takılıyken görmek en büyük ve belki de tek zorluktu. Bazı zamanlar makyaj süresi 5-7 saate kadar çıkabiliyordu ama benim için pek de sorun değildi.

KE- Bugüne kadar rol aldığınız filmlerin içinde en çok beğenilen karakter hangisiydi? Bu karakter ile ilgili İzleyenlerin tepkileri nasıl oldu?

AE- Kesinlikle Starry Eyes’daki Sarah karakteri. Karakter çok köklü değişiklikler geçiriyor, bir oyuncunun engellerle imtihanı gibi. Bence seyirci bu filme oldukça güçlü bir reaksiyon gösterdi.

KE- Rol tekliflerinde karşınıza çıkan senaryolarda en çok neye dikkat edersiniz?

AE- Benim için önemli olan “Hikâye iyi mi, canlandıracağım karakter daha önce içinde bulunmadığım bir yere götürecek mi beni ve yönetmenin yaratıcılığına güvenebilirim gibi hissediyor muyum?”un cevapları.

KE- Starry Eyes filmi ile Horrorant film festivalinde En iyi Kadın Oyuncu Ödülünü kazandınız. Bu başarınızın sırrı nedir?

AE- Teşekkürler. Bence başarının en önemli sırrı işinize bütünüyle bağlı olmak ve canınız çıkana kadar çalışmak, başka türlü başarıya ulaşmanız mümkün değil.

KE- Starry Eyes gibi bir korku filminde oynamak sizi tedirgin etmedi mi? Bu rolün altından kalkamayacağınızı düşündüğünüz oldu mu?

AE- Filme başlamadan hemen önce biraz da olsa tedirgin hissettim tabi ki. Bir tür filminde ilk kez başrolü üstleniyordum. Senaryo ve karaktere resmen âşıktım. Bu yüzden kendi kendime büyük bir stres kaynağıydım. Yine de çekimler başladığı anda deneyimlemenin içinde kaybolmak çok kolaydı. Tabi bu hep birlikte çalıştığımız yönetmenlerin, yapımcının ve ekibin birlikte çalışması harika kişiler olmasından kaynaklanıyordu.

KE- Bundan sonraki projelerinizde sizi yeniden korku filmlerinde görecek miyiz? Yeni projelerinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

AE- Daha yeni Fashionista adında harika bir festivalde Simon Rumley(favori yönetmenlerimden biri)’in yönetmenliğini yaptığı diğer filmimin premieri gerçekleşti.  Gelecek sene vizyona girecek olan Revelers ve Red Island isminde iki filmim daha var ve ikisi için de çok heyecanlıyım. 
KE- Bugüne kadar izlediğiniz filmlerin arasında sizi en çok etkileyen 2 filmi, nedenleriyle birlikte yazabilir misiniz?
AE- Bu fazlasıyla zor bir soru, haha! Bir çok isim geliyor aklıma ama sanırım herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm iki filmin birincisi Toshiya Fujita’dan Lady Snowblood ve Rainer Werner Fassbinder’den The Marriage of Maria Braun. Dünya sinemasında devasa etkisi olan harika iki film ve benim için de tüm zamanların favorileri.

Bu Yazım GodFather dergisi Aralık '16-Ocak 2017 sayısında yayınlanmıştır. 


2 Şubat 2017

Lion


A Long Way Home adlı kitaptan uyarlanan Lion'ın yönetmenliğini Garth Davis üstlenmiş. Daha önce iki adet televizyon dizisinde emeği geçen yönetmenin ilk uzun metrajlı filminin  En İyi Film dahil olmak üzere 6 dalda Oscar adaylığı bulunması gerçekten büyük bir başarı. Olayları anlatım tarzı ve öykünün işleyiş biçimi olarak bakıldığında Lion,  tam Oscar koleksiyonuna eklenecek bir film gibi duruyor.

Film, tatlı bir çocuğun evini arayışını anlatan samimi ve sıcak bir hikaye. Saroo (Sunny Pawar), Hindistan'ın Khandwr şehrindeki Ganesh Talai köyünde yaşayan 5 yaşında yoksul bir çocuktur. Ağabeyi Guddu (Abhishek Bharate) ile çalışmaya devam etmek için gece tren istasyonunda uyuyor. Uyandığında ise Guddu'dan ayrılarak kayboluyor. Küçük Saroo uzun bir tren yolculuğu sonrası indiği yerde artık tek başına. Kafası karışık, korkuyor, yabancılardan yardım istiyor, uykuya açık yerler arıyor ve tehditkar her durumdan kaçıyor. Annesinin adını ya da köyünün adını hatırlayamaması ve Bengalce konuşamaması da, onun için çok büyük bir eksi. Ama hayat onun için fazla acımasız davranmıyor ve çok iyi bir aile tarafından evlatlık alınıyor. Ardından evine dönüş için 25 yıllık bir macera başlıyor.

Gücünü hikayesinden çok muazzam oyunculuklardan alan Lion’da gözle görülür derecede kaliteli bir kast seçimi bulunuyor. Filmin tüm sorumluluğunu sırtına alıp koşturan küçük, sevimli ve yetenekli oyuncu Sunny Pawar (Saroo)'ın bu film ilk sinema deneyimi. Kendisi Bombay’da yoksul çocukların bulunduğu bir okulda keşfedilmiş. İlk deneyimi olduğu halde filmde olağanüstü bir performans sergiliyor. Adeta film için seyircinin hafızasında uzun süre yer edecek bir Saroo karakteri yaratılmış. Küçük çocuklara Oscar verilseydi, sanırım Sunny ödülü kimseye kaptırmazdı. Küçük Saroo’nın üstlendiği karakterin filme kattığı duygusallık çok önemli ve filmin geri kalan bölümünde de diğer karakterlerin bu hissiyatı izleyici üstünde devam ettirmesi gerekiyor. İşte burada Dev Patel’e büyük iş düşüyor ve başarılı oyunculuğu, taşıdığı karakterin öyküdeki inandırıcılığına olumlu etki ediyor. Çünkü bu hikaye çok iyi başlıyor, gelişiyor ve sonlanıyor. Aradaki en ufak bir kopukluk seyirciyi filmden tamamen kopartabilir. Nicole Kidman da kısa ve çok önemli bir rolü üstlenirken asla zorlanmıyor. Hatta Saroo ile yaptığı duygu yüklü konuşma filmin en dokunaklı sahnelerinden birisi. Evlat edinmenin inceliklerini ve nedenlerini ele alan bu konuşmalar günümüzdeki tüm aile bireyleri için gerekli olan potansiyel mesajları tek tek sıralıyor. Çünkü insanların farkında olması gereken çok önemli durumlar var. Rooney Mara (Lucy) ise, verilen rolü gereği filmde kenarda kalmış bir oyuncu gibi duruyor. Çünkü Saroo’nın kafasındaki eve dönüş umudu ve aile aşkı Lucy’e olan sevgisinden daha baskın. Bu yüzden Lucy’e gereken ilgiyi gösteremiyor.

Lion, kaybolan bir çocuğun aile üzerinde yarattığı etkiyi, yıllar boyu bekleyişi ve belirsizliği aile bireyleri gözünden değil, küçük çocuk tarafından anlatıyor. Aslında anlatılan hikayeye alıcı gözüyle baktığınızda, bizim Türk filmlerinde sıkça işlenen acıtasyon yüklü yoksulluk üzerine bir olay örgüsü bulunuyor. Yaşanan olaylar gerçek bir öyküye dayansa da, filmin dramatize edilmesi için zorlama olabilecek  çok şey eklendiği ortada. Oscar arayışındaki bir film için Lion’da keşfedilmemiş bir yenilik bulunmuyor. Tüm detaylar dinamik duygu yoğunluğu yaratacak kadar itinayla süslenmiş. Fakat bu durum, akıcı ve güzel işlenip bir de üzerine iyi bir görüntü yönetmenliği eklenince hiç göze batmıyor. Görüntü yönetmeni Grek Fraser, hem Hindistan'ın muazzamlığını hem de ülkenin büyüklüğünü hissettirmek için çarpıcı sahneleri ortaya çıkaran mükemmel bir sinematografiye imza atıyor. Google Earth gibi yeni internet teknolojisi ise, filmin en can alıcı noktasına ışık tutarak kendi reklamını da araya sıkıştırıyor.

İki yarıya bölünmüş olan Lion, iyi insanların ve insani duyguların üzerine işlenmiş çarpıcı bir film. Yaşanmış bir öyküden uyarlandığı için final kısmında yer alan gerçek hayat görüntülerinin gösterildiği sahneler fazlasıyla duygu yüklü. Hindistan’da yıllardır yaşanan dramı ve şaşırtıcı gerçekleri burada öğreniyoruz. O yüzden siz, yanınızdan mendilinizi eksik etmeyin.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

1 Şubat 2017

Oscara Doğru


Bu yıl 89. Akademi Ödülleri 26 Şubat 2017'de, Hollywood Kaliforniya'daki Dolby Theatre'da komedyen Jimmy Kimmel'in sunumu ile gerçekleşecek. Adayların açıklandığı günden bu yana “Oscar ödüllerini kim alacak” tartışması forumlarda ve sosyal medyada sürmeye devam ediyor. Kimileri 14 dalda aday gösterilen La La Land gibi oldukça görkemli bir romantik/müzikali yerden yere vururken, kimileri de yere göğe sığdıramıyor.

En İyi Film kategorisi dahil olmak üzere ana dallardaki  tüm Oscar adaylarını izledikten sonra, kendi adıma yaptığım kısa değerlendirmeleri ve filmler hakkındaki kritikleri burada paylaşmak istedim. Ayrıca Akademi Ödüllerinde en önemli olduğunu düşündüğüm 7 adaylığa ait tahminlerime de aşağıda yer vereceğim.

En İyi Film adayları için kısa kritikler

La La Land:  Açılış sahnesinden uzun süre unutulmayacak final sahnesine kadar büyüleyici bir film. Ryan Gosling&Emma Stone arasındaki uyum muhteşem, adeta etrafa pozitif enerji saçıyorlar. Film ayrı, şarkıları ayrı bir güzel. Sinematografisi yıkılıyor. Danslar nefis. Romantik/Müzikal sevenler için hazine gibi bir film. 9/10

Arrival: Denis Villeneuve “Incendies"(İçimdeki Yangın)’dan sonra ikinci tokadını tekrar izleyiciye yapıştırıyor. Olay örgüsünü bu defa bilim-kurgu üzerinde deneyen Villeneuve, finale yaklaştıkça gizemi, gerginliği ve şaşkınlığı tetikleyen pek çok ögeleri ardı ardına başarıyla sıralıyor. Sessizliği ve duygusallığı ön plana taşıyarak iyi bir giriş yapan film, adım adım ilerledikçe dilbilimi/iletişim meselesinin yanına zaman, geçmiş, gelecek kavramlarını da katarak tempoyu arttırırken, bir yandan da puzzle’ın parçalarını yavaştan birleştiriyor. Arrival, aslında bilim-kurguyu şiirsel ve yalın bir dille anlatan en nadir filmlerden birisi. 8,5/10

Hidden Figures, Nasa’nın vazgeçilmezi olmak üzere yola çıkan, sıkı çalışan, azimli ve üstün zekasını iyi kullanan üç siyahi kadının kariyerlerindeki en büyük yolculuğuna ışık tutarken şık anlatımı ve gurur verici öyküsü ile unutulmayacak filmler arasındaki yerini alıyor. Gerçek hikayeden kurgulanan film, siyahi oyuncuların etkileyici performansları ve içinizi ısıtan duygusallığı ile de göz dolduruyor. "Nasa'da hepimizin çişi aynı renktir".  8,5/10

Lion, hüzünlü olduğu kadar mutluluk da aşılayan kişisel bir hikaye. Gerçek bir öyküden uyarlanmış umut dolu, duygusal ve büyüleyici bir macera. Küçük Soora (Sunny Pawar) ufacık boyuyla filmi sırtına almış taşıyor. Bir çocuk bu kadar mı yetenekli ve sevimli olur. Ayrıca Nicole Kidman ve Dev Patel harika iş çıkarmışlar. Lion, asla izleyenleri hayal kırıklığına uğratmayacak kadar dokunaklı ve etkileyici bir film. 8/10

Hacksaw Ridge, onur, sevgi,inanç , kahramanlık ve vicdan üzerine kurulu yeri geldiğinde gözleri dolduracak kadar etkili, görkemli savaş sahneleri ile yüklü son zamanların en sarsıcı savaş dramalarından birisi. Umarız Mel Gibson’ın yönetmenlik adına geri dönüşü sayılan Hacksaw Ridge, gerektiği ilgiyi görür ve Gibson sinema dünyasından yitirdiği kredisine tekrar kavuşur. “Barışta oğullar babalarını gömer, savaşta babalar oğullarını” . 8/10

Fences,1950’lerdeki  işçi sınıfının ırkçılığın gelişimine göre nasıl şekillendiğini ele alan film, güçlü ve çarpıcı oyunculukların yer aldığı tiyatro görünümüne bürünmüş etkileyici bir yapım. Orijinal hikayesi bir tiyatro oyunu olduğundan içinde bolca diyalog yer alıyor ve olaylar da neredeyse tek mekanda geçiyor. Denzel Washington önyargılı, tutkulu ve yeri geldiğinde nefret edilecek kadar huysuz olabilen bir karaktere Troy'a hayat verirken mükemmel oyunculuğu ile de adeta büyülüyor. Troy'un sadık eşi Rose'ı canlandıran Viola Davis ise, aldığı Altın Küre ödülünü sonuna kadar hak ettiğini başarılı performansı ile gösteriyor. Tiyatrodan zevk alan herkesin, uzun süresine rağmen sıkılmadan izleyeceği Fences, son yıllarda izlediğim en gerçekçi anlatılan aile/drama filmlerinden birisi. 7/10

Manchester By The Sea, hüzün dolu, sakin geçen hayatın içinden bir film. Kimi yerde çok sarsıcı sahnelere denk gelebiliyor, kimi yerde durup sorguluyor, düşünüyorsunuz. Casey Affleck’in her zamanki gibi sakin ve buz gibi duruşu filmin hikayesiyle o kadar güzel örtüşmüş ki, oyunculuğu nasıl başladıysa aynı ivmede gidiyor. Güzel mi oynamış kesinlikle evet, rolünün adamı olmuş. Hikaye çok ağır bir trajedinin sonrasını anlatmasına rağmen seyircide uzun süre etkisini sürdürecek kadar kalıcı bir melodram yok ortada. Müzikler (özellikle uzunca çalan “Adagio” sahnesi) ile sinematografinin uyumu mükemmel. Michelle Williams’ın az ve öz oyunculuğu yan bir rol için oldukça yeterli. Film çok doğal ve çok soğuk. 7/10

Hell or High Water, "aile çok önemlidir" mesajı taşıyan, kötü işler çevirmek zorunda kalan iyi kardeşlerin öyküsünü anlatıyor. Hikaye fazla sürükleyici değil, sakin ilerleyen bir kedi-fare olayı var ortada, yalnız oyuncuların performanslarını izlemek çok keyifli. Film aslında western havasında bir suç/draması. Müzikler ve görüntü yönetmenliği üst düzeyde. Yoksulluk ve ekonomik krizin vatandaş üzerindeki etkisini alt metnine yerleştiren film, aynı zamanda ipoteklerle zenginleşen bankaların sistemine karşı da eleştirilerde bulunuyor. Hell or High Water, vahşi-batıyı modern bir şekilde abartmadan anlatırken, finale doğru da hızlanan bir yapıya sahip. Çok fazla beklenti içine girilmeden izlenirse keyifli olabilir, aksi takdirde abartılacak ve hele ki, oscar adaylığı alacak kadar önemli bir film değil bana göre. (aday oldu o ayrı, neler olmadı ki bugüne kadar). 6/10

Moonlight, cinsel kimlik arayışı ve uyuşturucu bağımlılığı arasında büyümeye çalışırken, diğer yandan ilgisiz bir anne tarafından suistimal edilen Chiron'ın kendini bulma hikayesini anlatıyor. Yaşamındaki zorluklar ve güzellikler çocukluk-gençlik-yetişkinlik gibi üç aşamada ortaya sunulmuş. Chiron'ı canlandıran farklı oyuncuların filmin drama tarafını iyi yönlendirdiği bir gerçek, fakat filmin sizi kendine fazla bağlayan bir yapısı yok, seyrederken heyecanlanmıyor ya da üzülemiyorsunuz bir şeyler eksik kalmış. Görüntüler ya da müzikler iyi olabilir ama filmden etkilenmediyseniz ve bittikten sonra sizde bir tat bırakmadıysa bana göre o diğer besleyici unsurların pek bir havası yok. Kesinlikle overrated bir film "Moonlight". 5/10

En İyi Film adayları hakkında

La La Land, son yıllarda izlediğim en eğlenceli ve en romantik müzikallerden birisi. Kesinlikle tüm adaylıklarını hak eden bir yapım ve En İyi Film dahil çok sayıda ödülü silip süpüreceğini düşünüyorum. La La Land’in En İyi Yönetmen ödülünü aldığı takdirde arkasından En İyi Film Oscarını da alacağını düşünüyorum.
Bunun dışında akademinin çok sevdiği Fences, Moonlight ve Hidden Figures gibi siyahi filmler de adaylar arasında gezinmekte. 3 dalda adaylığı bulunan Hidden Figures, bu üç siyahi filmin arasında bana göre her yönüyle en başarılı olanı. Fences, her ne kadar ağır giden bir dram olsa da, oyunculuklar sayesinde ayakta durabilen bir film ama En İyi Film dalında ödül alacağını sanmıyorum. Gereğinden fazla şişirilen Moonlight filmini çok fazla etkileyici bulmadım açıkçası. En İyi Film ödülünü olur da, La La Land’in elinden alırsa gerçekten üzülürüm.

Mel Gibson’ın yönetmen olarak yeniden dönüşünü simgeleyen ve 6 dalda adaylığı olan Hacksaw Ridge de görselliği ve duygusal yönüyle ağır basan bir savaş draması. Ben filmi çok sevdim, fakat o kadar güçlü adaylar var ki bu sene Gibson’ın bu filmi onların arasında maalesef kaybolup gidecek. 8 dalda adaylığa sahip sıradışı bir bilim-kurgu filmi olan Arrival ise,  adaylar arasında en sağlam duruşa sahip yapımlardan birisi. Seyredildikten sonra çok tartışılan Arrival’ın En İyi Film kategorisinde yer almaması zaten düşünülemezdi. Yine 6 dalda aday olan Lion’a bayıldım, çok da etkilendim . Ortada güzel bir hikaye ve sağlam oyunculuklar var.

Fazla acıklı bir hikayeye sahip Manchester By The Sea ise, 6 adaylık almış durumda ve bu 9 adayın içinde yine Moonlight ile birlikte en çok konuşulan filmlerden birisi. Son olarak 4 dalda aday olan Hell or High Water’ın En İyi Film kategorisinde ne aradığını çok merak ediyorum doğrusu. Diğer dallardaki adaylıklarını belki hak etmiş olabilir ama, karşısında bu kadar sağlam 8 rakip film varken ödül alması çok ama çok zor. Bu filmin yerine sağlam kurgusu ve hikayesi ile dikkat çeken Nocturnal Animals’ın yer alması daha doğru olurdu sanki.

Natalie Portman’ın En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olduğu Jackie John F. Kennedy'nin ölümüne neden olan suikastin sonrasında, eşi Jackie Kennedy'nin yaşadığı bunalımlı döneme ışık tutan belgesel havasında bir film. Ruhsal bakımdan çöküntüye uğrayan, eşinin cenaze merasimi için uğraşan ve geçmişteki anılarıyla yeniden yüzleşen First Lady Jackie'ye hayat veren Natalie Portman, kariyerindeki en iyi performanslarından birini sergiliyor. Filmin alışılmışın dışında farklı bir belgesel havasına dönüştüren kurgusu ve sinematografisi çok başarılı. Jackie, her ne kadar kısa bir kesiti anlatsa da, barındırdığı derin diyalogları ve Portman'ın güçlü oyunculuğu için seyredilmeyi hak ediyor. 7/10

Isabelle Huppert’ın En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olduğu Elle oyuncunun  eşsiz performansı ile işlenmiş akıcı ve travmatik bir film. Tecavüz-intikam-şiddet-erotizm derken aralardaki çarpık/psikopat ilişkileri de batırmadan gözümüze sokan Paul Verhoeven, enteresan bir filme imza atmış. Normal bir film bekleyenlerin uzak durması gerek zira seyretmesi ve kabullenmesi zor bir yapım Elle. Beğenmeyeni çok olacaktır. 7,5/10

Michael Shannon’ın En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında aday olduğu “Nocturnal Animals izledikçe içine alan kurgusu ve seyirciye tattırdığı enteresan intikam şekliyle övgüye değer bir film. Geçmişte yaşanan gerçekleri ve kırılan kalpleri zekice planlanmış bir suç hikayesi ile birleştiren film, son sahnesi ile de işte "revenge" diyor. Yine de herkese hitap eden bir film değil ve fazla abartılacak bir yanı da yok, fakat senaryosu kesinlikle sıradışı. 6,5/10

Merly Streep’in En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olduğu “Florence Foster Jenkins dünyanın en kötü sesine ve kulağı tırmalayan dayanılmaz bir desibele sahip opera sanatçısı. Florence'ın enteresan traji-komik yaşantısını anlatan film gerçek bir hikaye olmasa, böyle bir kadının yaşadığına ve bu kadar insanın kendisini seyrettiğine inanmak zor. Stephen Frears, ikiyüzlülük/sahtecilik ile azim/yetenek konusunu yer yer komik yer yer de dramatik ögelerle anlatmaya çalışırken oyuncu seçimini de çok doğru yapmış. Merly Streep&Hugh Grant ikilisinin uyumu çok iyi, piyanist mükemmel. Yalnız her ne kadar sevimli giden bir hikaye işlense de, komedinin dozu sahne perfomansları sırasında kendini tekrarlarken sıkmaya başlıyor. Ne tam bir komedi, ne tam bir dram var ortada. Kostümler ve makyaj şahane, onun dışında hikaye akıyor ama fazla tatmin etmiyor. 5/10

Viggo Mortensen’in En İyi Erkek Oyuncu dalında aday olduğu “Captain Fantastic” kendi yarattıkları sistemde yaşamayı seçen ve organik düşünen bir ailenin filmi. Kapitalizme ve eğitim sistemine olan eleştirileri fazlaca ama, haksız da değil film. İçinde bulunduğumuz sistemin bizi nasıl çöpe çevirdiğini şık ve eğlenceli bir dille anlatıyor. Düşündüren, üzen ve eğlendiren bir yapısı var. Sweet Child O'Mine sahnesi efsane. 7,5/10


En İyi Yabancı Dalda Film adayı olan "The Salesman"en büyük gücünü gerçekçilikten alıyor. Sağlam hikayesi ve karakterleri ile ön planda olan film, kısa sürede içine çekiyor ve sonuna kadar da kilitliyor. Asghar Farhadi, seyirciye vicdan, merhamet, adalet, ceza ve intikam gibi ağır duyguları yükleyerek sıkı bir empati yaşattırıyor. Yalnız bazı gereksiz tiyatro sahneleri hikayeyi fazla uzatmış. Film her ne kadar kendini merakla izlettirip duygu yoğunluğu yaşatsa da, Farhadi'nin A Separation'ı kadar etkileyici gelmedi bana. Şahsen diğer adaylar arasından sıyrılıp En İyi Yabancı Film oscarını almasını istemem. Şu ana kadar favorim-oscarda şansı olmadığını bildiğim halde- A Man Called Ove. 5,5/10


En İyi Yabancı Dalda Film adayı olan "A Man Called Ove" (EnmansomheterOve), geçmişi ve bugünü iyi/kötü tüm duygusuyla birlikte yaşayan huysuz ve tatlı kahraman Ove'nin buruk hikayesini anlatıyor. Senaryosundaki klişelerle beslenerek güçlenen ve güldürürken hüzünlendiren şeker mi şeker bir film. Ölmeden önce görülmesi gereken filmlere rahatlıkla eklenecek kadar dokunaklı. Böyle filmler ender çıkıyor, değerini bilin, izleyin! 8,5/10





Tahminlerim

En İyi Film

La La Land (Kazanacak Olan / Kazanmasını İstediğim )
Fence
Hacksaw Ridge
Hell or High Water
Hidden Figures
Lion
Manchester by the Sea
Moonlight

En İyi Kadın Oyuncu

Natalie Portman, Jackie
Amy Adams, Arrival
Emma Stone, La La Land (
Kazanacak Olan / Kazanmasını İstediğim)
Meryl Streep, Florence Foster Jenkins
Isabelle Huppert, Elle

En İyi Erkek Oyuncu

Casey Affleck, Manchester by the Sea (Kazanacak Olan)
Ryan Gosling, La La Land
Denzel Washington, Fences (Kazanmasını İstediğim)
Viggo Mortensen, Captain Fantastic
Andrew Garfield, Hacksaw Ridge

En İyi Yönetmen

Denis Villeneuve, Arrival
Mel Gibson, Hacksaw Ridge
Damien Chazelle, La La Land (Kazanacak Olan / Kazanmasını İstediğim )
Kenneth Lonergan,  Manchester by the Sea
Barry Jenkins, Moonlight

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Mahershala Ali, Moonlight (Kazanacak Olan)
Jeff Bridges, Hell or High Water
Lucas Hedges, Manchester by the Sea
Dev Patel, Lion
Michael Shannon, Nocturnal Animals (Kazanmasını İstediğim)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

Viola Davis, Fences (Kazanacak Olan)
Naomie Harris, Moonlight
Nicole Kidman, Lion
Octavia Spencer, Hidden Figures (Kazanmasını İstediğim)
Michelle Williams, 20th Century Women

En İyi Yabancı Dalda Film

Land of Mine (Danimarka)
A Man Called Ove (İsveç)
The Salesman (İran) (Kazanacak Olan)
Tanna (Avustralya)

Toni Erdmann (Almanya) (Kazanmasını İstediğim)

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.