28 Ağustos 2015

HITMAN:AGENT 47



Hitman, bilindiği üzere zamanında piyasayı alt üst etmiş çok sıkı bir video oyunudur. Oyunda sessizce ve düşmanlara fark edilmeden yaklaşıp onları arkasından iple boğarak öldüren bu suikastçiyi yönetirken çok dikkatli olmak gerekir. Katilimiz siyah takım elbisesi, kırmızı kravatı, kel kafası ve ensesindeki seri numarası yazılı barkodu (640509-040147) ile cool bir assassin tiplemesidir. Hitman, Romanya’da Dr. Wolfgang tarafından en azılı katillerin DNA’sından yaratılmış bir çeşit klondur. Deneyler sonucu artık neredeyse bir makine kadar soğuk ve duygusuz olan suikastçimiz, aynı zamanda korkusuz, çok hızlı ve fazlasıyla güçlüdür. Yakın dövüş tekniklerini çok iyi bilir ve mükemmel bir sniperdır. Durum böyle olunca tabii ki yapımcılar bu kadar güzel bir hikayeye el atmadan yapamazlardı. 2007’de ilk Hitman filmi ortaya çıktı, fakat içinde her ne kadar tanınmış oyuncuları barındırsa da beklenen ilgiyi görmedi. Oyunu ile film karşılaştırıldığında, çok fazla eksikler vardı senaryoda. Araya 2012’de Interview with a Hitman adında sadece kahramanın adını kullanarak kendine pay çıkartan ve bir katilin hikayesine odaklanan çakma bir film daha piyasaya düştü. Bu filmin basitliğinden bahsetmeye gerek bile yok zaten. Ve şimdi de karşımıza 2015 yapımı tam dazlak olmayan sıfır kesim saçı ile başka bir Hitman ortaya çıkıverdi.

Genelde suikastçiye görev verilip düşmanları öldürmesi beklenirken, bu defa suikastçinin peşine düşmanlar takılıyor. Hikayede, genetik yapılarıyla oynayarak suçlular ordusu kurmak isteyen bir kurumun hedefi haline gelen Ajan 47, film boyunca yanına kendisi gibi özel olarak eğitilmiş ve programlanmış bir bayanı (Katia) da alarak, ordan oraya koşturup kedi fare oyunlarıyla boğuşuyor. Bizimkilerin peşlerine takılan ve Hitman kadar güçlü, yakın dövüşten iyi anlayan, oldukça zeki bir belayı oynayan yeni nesil Star Trek’in Spock’ı, Heroes’ın Sylar’ı Zachary Quinto filmin aksiyonuna yakışır güzel bir iş çıkarmış. Bana göre ne olursa olsun Sylar’dan beri bu adama kötü rol daha çok yakışıyor. Katia’yı oynayan Hannah Ware ise, bu kadar aksiyonu bol bir filmin içinde gösterdiği hızlı ve çevik halleriyle hiç mi hiç sırıtmıyor. Homeland’ın asık suratlı, tepkisiz, mimiği alınmış karakteri Peter Quinn’i canlandıran Rupert Friend ise,yine aynı tavırlarıyla tam bir Hitman olmuş. Bu rol için, sevimsiz olsun, buzdolabı gibi bir oyuncu olsun diye düşünen yapımcılar için biçilmiş bir kaftan olsa gerek Rupert. Her ne kadar başarıyla rolünün altından kalksa da, ben yine de bu adama Homeland’den beridir ısınamadım o ayrı.

Hitman:Agent 47, bir aksiyon filmi olarak dövüş sahnelerinden tutun da, CGI tekniğinin başarısına kadar kesinlikle birçok filmle yarışacak bir yapım olmuş. Mantıksızlığın hat safhada olduğu aksiyon sahnelerini zaten filmin fragmanından biliyor olsak bile, beyazperdede izlemek ayrı bir keyif. Filmin başlarında yer alan sorgulama sahnesindeki aşırı uçuk kaçış sahnesinin ardından, zaten az sonraki 1,5 saat boyunca nelerle karşılaşacağınızı kestirmeniz mümkün. Kırmızı kravatı asla bozulmayan son 5 dakikaya kadar sıyrığı bile olmayan kel kahramanımız, film boyunca neler yapmıyor ki. Yakın dövüş sahnelerindeki ihtişam, John Wick tarzı ani ve hızlı çekimler, mideye, bacağa, kafaya nereye gelirse silah sıkma sekansları gayet mükemmel. Aksiyon olsun da nasıl olursa olsun diyenleri mest edecek düzeydeki araba kovalamaca ve helikopter sahnesi, CGI teknoljisinin her türlü nimetlerinden oldukça yararlanmış. Özellikle sonlara doğru harika bir müzik eşliğinde Katia ile beraber Mr. And Mrs. Smith tarzı ağır çekimde düşmanları teker teker indirme sahnesi tam bir görsel şölen. Yönetmen Aleksander Bach’ın ilk filmi olan Hitman:Agent 47, her ne kadar kendini tekrar eden ve yenilikçi bir tarzı olmayan aksiyon filmi olsa da, bir ilk deneme olarak gayet güzel görünüyor.

Film, aslında Hitman’in asıl çıkış hikayesine karşı geliyor vekahramanı, sessiz, görünmez olmasının dışına taşıyarak tamamen ortalarda gezinen, elini kolunu sallayarak her yere girip çıkan bir katile dönüştürüyor. Oyunla karşılaştırma içine girmeden, aksiyon sahnelerindeki mantıksızlıklara fazla takılmadan kısa bir gülücükle bu sahneleri aşarak izlerseniz, size çok keyif verecek bir film Hitman:Agent 47. Ayrıca final sahnesinden de anlaşılacağı üzere devam filmi yolda olsa gerek.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

19 Ağustos 2015

THE GIFT



Joel Edgerton, Animal Kingdom, The Great Gatsby, The Thing (2011) gibi filmlerdeki performanslarından tanıdığımız bir oyuncu. Edgerton, ilk kez yönetmenliğe soyunduğu filmi The Gift’in aynı zamanda hem senaristi, hem de filmin esrarengiz ve kafayı sıyırmış Gordo’su. Bu tuhaf piskopatı izlerken Pasifik Tepelerindeki Michael Keaton’ı, Korku Burnu’ndaki Robert De Niro’yu aklımıza getirmeden de yapamıyoruz. Hatta buna benzer son zamanlarda The Guest (2014) diye hiç de fena olmayan bir filmin ortaya çıktığını da belirtirim. Eve musallat olan, genelde nerden geldiğini belli etmeyen etse de yalan dolan bir hikayeye sahip gizemli bir yabancı üzerine işlenmiş filmlerin geneli izleyiciyi memnun eder. Sadece son sahnesinde her şeyin açığa kavuştuğu enteresan bir senaryo ile seyirciyi pür dikkat ekrana yapıştırır. The Gift yine aynı çizgide yol alan eski psikolojik gerilim filmlerinin tadında başarılı bir yapım.

Hikaye, Gordo adındaki sinsi bakışlı piskopat tipli bir karakterin üzerine yazılmış. California’ya yeni taşınan Robyn ve Simon çiftinin başına musallat olan Gordo ilk başta Simon tarafından kaleyi fetheder. Kendisinin liseden arkadaşı olduğunu söyler ve olaylar bu sevimli tanışmanın ardından ufak ufak rahatsız bir hal alır. Gordo gündüzleri Simon işteyken Robyn’i hedef alarak her gün kapısına farklı hediyeler bırakır ve evlerinin etrafından ayrılmaz. Nezaketen kendisine iyi davranışlarda bulunan aileye, gün geçtikçe hediyeler yollaması, aniden ortaya çıkması ve anlattığı tuhaf hikayeler yüzünden rahatsızlık vermeye başlar. Bu yabancının amacı nedir? Neden Simon’ı 20 yıl sonra buldu ? Neden sadece Robyn’e takıntı vaziyetinde gündüzleri ziyaret ediyor ? Bu hediyelerin anlamı nedir ? Rahatsız davranışlarının ardında geçmişi ile ilgili ne gibi bağlantılar yatıyor ? İşte bu sorular seyirciyi filmin son sahnesine kadar rahatsız ediyor, kafa kurcalıyor ama asla sıkmıyor.

Joel Edgerton, oynadığı Gordo karakterinde çok başarılı. Hatta o kadar başarılı ki yolda görseniz boğazına yapışırsınız bela tipin. Senaryosunu da yazan Edgerton, ilk denemesi olan bu uzun metrajlı filminde kendisini gayet güzel kanıtlamayı başarıyor. Böyle eli ayağı düzgün bir filmle çıkış yapması tabii ki sinema severleri memnun ettiği gibi yeni bir beklenti içine de sokuyor. Simon’ı canlandıran Jason Bateman genelde komedi ağırlıklı filmlerde rastladığımız bir oyuncu olmasına rağmen filmdeki gergin koca rolünün altından kolayca çıkmayı başarmış. Gordo’nun oyunculuğu kadar filmde  Robyn karakterine hayat veren Rebecca Hall ‘ın mükemmel performansı da gözden kaçmıyor. Özellikle evde sessizliğin hakim olduğu bir ortamda Robyn (Rebecca Hall)’ın gergin halleri izleyicinin de an ve an gerilmesine neden oluyor. Çıt çıksa hoplayacağınızı bilseniz bile o an beklemekten başka çare kalmıyor.

Hikayenin düzgün oluşunun yanında birde evli çiftin oyunculukları göz doldurunca tabii ki seyirciyi içine hapseden oldukça inandırıcı bir film ortaya çıkmış. Edgerton filmde geçmişle olan hesaplaşmalara ağırlık verirken,aslında izleyenlere mesaj niteliğinde birçok şeyi anlatmaya çalışmış.Şöyle ki;zamanında yapılan hatalar, saklanan sırlar gün gelir karşınıza çıkar, hem de en mutlu anınızda tüm huzurunuzu kaçırarak. Edgerton, hikayesinde kişisel bozukluğu olan erkek tiplemesini öne çıkarırken, aynı zamanda kendine güveni olmayan ve yalan üzerine kurulu bir hayatı felsefe edinmiş karakterlerede bayağı bir dokunduruyor. Kötülüklerin mutlaka bir şekilde karşılığı olabileceğini açık ve net bir şekilde anlatan The Gift, tuhaf ve merak uyandıran hediyeleri de hikayenin alt metnine güzelce yerleştiriyor.
Evliliğin temel taşı olan dürüstük ilkesini sonuna kadar savunan film,başladığı ilk dakikadan son ana kadar seyirciyi merak içinde bırakıyor ve bolca düşündürüyor. İzlerken kafanızda türlü türlü  senaryolar üretebileceğiniz The Gift, her ne kadar klişe bir konuya sahip olsa da, hikaye örgüsünün düzgün gidişi sayesinde dipten ve derinden gelen gerilim ve gizem, sonlara doğru iyice artarak ürpertici detaylarla sonlanıyor. Psikolojik gerilim türündeki yapımların arasında şimdiden kendine iyi bir yer edinmeyi başaran The Gift, asla izleyiciyi üzmediği gibi tam tersine gizemli bir ziyafet veriyor.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

13 Ağustos 2015

FİNALİYLE BEYİN YAKAN FİLMLER



Bazı filmler vardır pek ortalıkta dolanmaz sanki görünmez gibidirler, vizyona girer ama pek fark edilmez veya hiç vizyona uğramazlar. Bu filmleri ya bir yerden duyarsınız ya da internette aniden bir şeye bakarken karşınıza çıkar. Hatta bazılarının yönetmenini bile duymamışızdır ama bir film yapmıştır ve yıllarca kulaktan kulağa yayılır kendisinden söz ettirir. Sadece son 5 dakikası için bile çok iyi eleştiriler alan ve finaliyle izleyiciye ters köşe yaptıran yapımlardır bunlar. Aşağıda göreceğiniz listede; son ana kadar gizemini koruyan gerilim ya da fantastik bilim-kurgu diyebileceğimiz ilginç finalleriyle beyin yakan cinsten izlenmeye değer filmler yer alıyor. Bu listedekilerin çoğu yazının başında yazdığım gibi benimde şans eseri karşıma çıkan filmler. Aralarında izlemediğiniz filmlerin de olacağını düşündüğüm bu 10 filmlik listede, özellikle son ana kadar sizi ekrana bağlayan Neler oluyor? Nasıl yani? Gibi sorularla sizi boğuşturup sürpriz finaliyle de gerçekten şok etmeyi başaran yapımları sıraladım. Bu tür filmlere merakı olanların bu filmleri bir şekilde bulup izlemeleri tavsiye olunur.

INCENDIES (2010)
Kanada yapımı, Oscar adayı film vasiyetinde çocuklarına memleketi Lübnan'a dönüp, abileriyle babalarını bulmalarını isteyen bir kadının gençliğinde yaşadığı sancılı yılları ve çocuklarının bu geçmişle yüzleşmelerini konu alıyor. Başından sonuna kadar seyirciyi ekran başına kitleyen, iliklerinize kadar işleyen ve psikolojinizi bozacak bir finale sahip muhteşem bir filmdir.

PREDESTINATION (2014)
Robert A. Heinlein’in 1958 de zaman paradoksu üzerine yazdığı " All You Zombies" adlı kısa hikayesinden kurgulanarak yapılmış olan film, beyin devrelerinizi yakacak kadar enteresan bir kurguya sahip. Zaman makinası döngüsü üzerine kurulmuş olan filmin başrolünde Ethan Hawke yer alıyor.
THE CALLER (2011)
Mary, sıkıntılı bir boşanma süreci yaşayan genç bir kadındır. Yalnız başına yeni bir eve taşınır. Kocasının yerli yersiz tacizleri, az gelişmiş bir mahalle, yalnızlık derken Rose adlı bir kadından esrarengiz telefonlar almaya başlar. Filmin bundan sonrasıki kısımları sizi tamamen içine alıyor, bırakmıyor ve finali ile de oldukça şaşırtıyor.

COHERENCE (2013)
100 sene aradan sonra Dünya'nın çok yakınından geçen bir kuyruklu yıldız insanlara enteresan bir şekilde zarar verir. Bir yemek ve muhabbet için bir araya gelmiş karakterlerimiz de bu değişikliğe maruz kalarak farkında olmadan bir süre sonra kendi yansımalarıyla karşılaşacak ve olaylar gelişecektir. Paralel evren ve Quantum fiziği gibi temaların yer aldığı ve bir süre sonra gerçekten çok dikkatli seyretmenizi gerektirecek değişik bir film.

COME BACK TO ME (2014)
Sarah ve Josh evli bir çifttir. Bir trafik kazasının ardından Sarah arasıra baygınlık geçirmeye başlar. Bu arada Josh kısır olmasına rağmen Sarah hamile kalır. Bu bayılmalarının sırrını çözmek isteyen Sarah eve gizli kamera yerleştirir ve olaylar gelişir. Yine sonuna kadar hayretler içinde izleyeceğiniz bir film. Özellikle finali sizi ters köşe yaptıracak cinsten.

LOS CRONOCRIMENES – (TIME CRIMES, 2007)
Zamanda yolculuk ve paradokslar üzerine kurulu  olan filmi aslında bir seri cinayet filmi olarak da görebiliriz. Hikaye Hector un ormanda çıplak bir kızın başında elinde makaslı maskeli bir adamı görmesiyle başlıyor. Ardından olayın içine giren Hector kendisini bir zaman döngüsünde buluyor. Senaryo ve kurgunun mükemmelliği ile seyirciye adeta beyin jimnastiği yaptıran film diğer gerilim filmlerinden çok daha farklı bir yapıya sahip.

THE HOUSE OF THE END OF TIME (2013)
Yer yer karmaşık zamanla gelecek arasında gidip gelen ve  aklınızı kurcalamak üzere zekice yapılmış bir film. Büyük bir evde yaşayan gizem dolu bir hayat süren Dulce nin yaşlandıktan sonra geçmişteki sırları araştırmak üzere geri dönüşünü anlatan film, korku-gerilim türlerindeki görünen tüm detayları seyirciyle paylaşıyor. Mistik bir öyküye sahip olan yapım tatmin edici finaliyle yine benzer örneklerine taş çıkartıyor.

OPEN GRAVE (2013)
Ormanlık bir alanda uyanan 6 kişi kendilerine ya da geçmişlerine dair hiç bir şey hatırlamamaktadır. İçlerinde sağır dilsiz olan ama Japonca yazabilen bir kız ise sürekli ayın 18'ini işaret etmektedir. Kısa kısa yaşadıkları geri yüklemelerle nerede olduklarını hatırlamaya çalışan 6 kişi kendilerine ne olduğunu anlamaya çalışır. Sonuna kadar hatta son 1 dakikaya kadar hiçbir şeyin tam anlamıyla belli olmadığı gayet başarılı bir gerilim filmi. Film boyunca puzzle gibi parçalar yavaş yavaş yerine yerleşiyor ve en sonunda ana resim ortaya çıkıyor

EVIDENCE (2013)
Bir grup detektif korkunç bir katliamı suç mahallinde bulunan kayıt cihazlarıyla anlamaya çalışır. Görüntülerde bir çölün ortasına düşen otobüs yolcularının hayatları pahasına mücadele ettiklerini, gizemli bir katilin bu insanları birer birer öldürdüğünü görürler. Filmi başından sonuna kadar dikkatle izleyip her türlü detayı not alıp tahminler yapsanız da maalesef yine ters köşeye yatırıyor.

STATIC (2012)
Çocuklarını trajik bir şekilde yitiren evli çiftimiz zor günler geçirmekte ve evlilikleri de sallantı içine girmektedir. Günün birinde yaşamlarına dahil olan gizemli bir yabancı onların zor günlerini daha da karmaşık duruma sokar. Static, seyirciye sonuna kadar yaşattığı gizem ve sürpriz finali ile enteresan filmler arasına giriyor.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

2 Ağustos 2015

MISSION: IMPOSSIBLE - ROGUE NATION



Çocukluğumuzun dizisi Görevimiz Tehlike, zamanında Mr. Spock’ı bile uzaydan alıp ajan yapmış dönemin en kült casusluk dizilerindendir. Maskeler sayesinde kılık değiştirme, kusursuz planlar, harika bir ekip dizinin ana temasıdır ve yaklaşık 50 yıl süren bir macerası vardır Görevimiz Tehlike’nin. 1996’da Brian De Palma sayesinde dizi beyazperde de Tom Cruise eşliğinde hayat bulmuş ve devam filmleri de yaklaşık her 4 yılda bir yenilenerek seyirciyle buluşmuştur. Ethan Hunt karakteri neredeyse artık Tom Cruise’un üzerine yapışmış durumda. Onsuz bir Görevimiz Tehlike düşünmek artık ne yazık ki mümkün değil. Belli bir yaştan sonra içini korkusuzluk saran ve asla yaşlanmayan oyuncunun adrenalin tutkusu da gün geçtikçe artmakta. Hem oyuncu hem de yapımcı olarak karşımıza çıkan Tom Cruise, her geçen filmde bir öncekinin üstüne çıkabilmek, çıtayı yükseltmek ve izleyicinin beklentilerini karşılamak için farklı yollara başvuruyor. Daha önceleri gökdelen tepelerinde gezinen ünlü yıldız şimdi de dublörsüz olarak uçak tepesinde yer alıyor. Her defasında farklı yönetmenlerin el attığı başarılı serinin son ayağı olan Rogue Nation, Edge of Tomorrow, Jack Reacher, The Usual Suspects gibi başarılı filmlerin senaryo yazarı Christopher McQuarrie  tarafından seyirciyle buluşuyor.

Serinin 4.filmi olan Ghost Protocol’un kaldığı yerden başlayan Rogue Nation , muhteşem bir uçak sahnesi ile açılıyor. Ethan Hunt’ın karşılaşacağı en zor görevlerden birinin ilk adımlarını attığı bu sahneden sonra, kendini aksiyonun kucağına atan film durmaksızın tam gaz ilerliyor. Başından beri çalıştığı örgüt olan IMF ( Impossible Missions Force)’In kapanması ve CIA ‘in eline geçmesi ile yüz yüze kalan Ethan Hunt başını bu defa iki farklı belaya bulaştırıyor. Öğrendiği bu gerçeğin ardından yalnız başına kalan Hunt, IMF’in kendisini didik didik aramasından kurtulup onlara gerçeği kanıtlamak zorunda kalıyor. Ordan oraya koşturan Hunt, kendisine esas hedef olarak da, daha büyük tehdit unsuru oluşturacak olan ikinci baş belası Sendika denen bir Anti-IMF örgütünü seçiyor. Bir yandan kedi fare oyununa dönüşen kovalamacayla ugraşan ve hayalet şeklinde takılan Hunt, bir taraftan da dördüncü filmle beraber oluşan harika ekibini toplamaya çalışıyor.

Rogue Nation, bir yandan James Bond filmlerini aratmayacak kadar teknolojik bir aksiyonla seyirciyi doyururken, diğer yandan da filmin başarılı senaryosunun altında ilerleyen akıl almaz  bir soygun ve suikast oyunlarıyla dolu nefis bir hikayeye el atıyor. Filmin bana göre en unutulmayacak sahnesi olan Viyana operasındaki gerilim yaratan bir müzik eşliğinde gerçekleşen ikili suikast girişimini ve Hunt’ın son anda verdiği kritik kararı mutlaka görmeniz gerekiyor. Bunun dışında BMW’nin araba ve motorsiklet reklamını bol bol gözümüze soktuğu enfes takip sahneleri de filme renk katıyor. Casablanca’nın daracık yollarında başlayan müthiş araba takip sahnesinin yarattığı aksiyon hiç ara vermeden, yerini nefes kesen motorsiklet sekansına bırakıyor. Ethan Hunt, MI:2’deki akrobatik motorsiklet sahneleriyle bizi buluşturan ünlü aksiyon yönetmeni John Woo’dan çok şey öğrenmiş olsa gerek ki bu defa daha farklı ve daha hızlı motorlarla son sürat gaza basıyor. Yönetmenin ve Tom Cruise’ın özellikle CGI tekniğinden mümkün oldukça az yararlanıp, maksimum derecede gerçek sahnelerle filmi doldurmak istemesi, izleyiciye  daha kusursuz ve heyecan dozu yüksek bir aksiyon gerilimi yaşatıyor.

Oyuncu seçimlerine göz atacak olursak, öncelikle son iki filmde diğerlerine göre çok daha başarılı bir cast seçimine rastlamak mümkün. Ghost Protocol ile ekibe katılan Simon Pegg tarafından yaratılan mizah ile daha eğlenceli bir hale gelen Görevimiz Tehlike, Ving Rhames ve Jeremy Renner’ın da yan rollerdeki katkılarıyla izleyiciye tam bir seyir zevki yaşatıyor. Kadın karakterlerin de yine başarısından söz etmek gerekirse eğer, bu defa geçen filmdeki Lea Seydoux’un başarısını ikiye katlayan bir femme fatale karşımıza çıkıyor. Bakışlarını ve mimiklerini  007-For Your Eyes Only’deki Bond kızı Carole Bouquet’e çok benzettiğim Rebecca Ferguson, Rogue Nation’da hem dövüş teknikleri, hem de başarılı oyunculuğu ile adeta döktürüyor. Daha önce pek elle tutulur bir filmi bulunmayan oyuncunun eminim ki bu filmden sonra yolunun açık olacağı garanti. Belki o da günün birinde Lea Seydoux gibi fark edilip, Mission Impossible’dan çıkan bir Bond kızı olabilir. Deliver Us From Evil’da içine şeytan kaçmış bir adamı canlandırarak harika bir iş çıkaran Sean Harris, o çirkin, sevimsiz suratı ve buz kalıbı tavırlarıyla Rogue Nation’ın kötüsü Solomon Lane karakterinin altından gayet güzel şekilde kalkıyor.

Görevimiz Tehlike filmlerinin her defasında daha da iyiye giden bir imaj çizdiğini düşünürsek eğer, Rogue Nation’ın bu çizgiyi daha da öteye taşıdığını görmemek mümkün değil. Bir yandan kendine hayran bıraktıran parlak fikirlerle dolu bir casusluk hikayesi, diğer yandan ihtişamlı çekim teknikleri  ile donatılmış görsel olarak seyirciyi doyuran ve durmak bilmeyen temposu ile son zamanların en sıkı ajan filmlerinden birisi Mission Impossible-Rogue Nation.
Not: Tom Cruise hazır yaşlanmıyorken arayı fazla uzatmadan devam filmleri gelse iyi olur.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.