30 Aralık 2016

Incarnate



Journey 2: The Mysterious Island ve San Andreas gibi gibi aksiyon/macera filmleriyle tanıdığımız Brad Peyton, bu defa enteresan bir korku/gerilim filmiyle karşımıza çıkıyor. Bir bedene bağlanmış olan varlık yani vücut bulma eylemi anlamına Incarnate (Enkarne) bu filmde tam anlamını kazanmış durumda.

Film, seneler önce geçirdiği bir trajedi sonrası insanların zihinlere girerek içindeki şeytanı ya da varlığı çıkartabilme yeteneğine sahip olan Dr. Seth Ember’ın hikayesine dayanıyor. Tekerlekli sandalyeye mahkum olarak yaşayan Ember, aslında yaptığı işlemin bir şeytan çıkarma olduğuna değil, tamamen bilimsel bir duruma dayandığına inanıyor. İki asistanı ile birlikte çalışan Ember, zihinlerine girdiği kişiyi kurtarırken içerdeki kötü varlığı bir şekilde yanıltarak ve tuzak kurarak yok etmeye uğraşıyor. Ember, kendisinden yardım isteyen bir kadının çocuğunu kurtarmak için yeteneğini kullanmaya başladığında, yıllar önce yaşadığı trajediye sebep olan şeytanla karşılaşınca, hem kendi intikamını almak, hem de çocuğu bu şeytani varlıktan yok etmek için savaşa başlar.

Exorcist ile başlayan şeytan çıkarma üzerine kurulu, dini inançların ve sembollerin yer aldığı fazlasıyla korku filmi çekildi. Hollywood, her seferinde yataktan havalanan, vücudu kıvrılan, kemikleri çatırdayarak şekilden şekile giren insan kılığındaki şeytanı, farklı modellemelerle karşımıza çıkardı ve devam da ediyor. Incarnate’de olay biraz daha farklı; bu defa bir pederin elinde incil ve haç yok. Hatta tam tersine film, “her içine iblis giren Vatikan usülü şeytan çıkarma ayini yapılarak kurtulmaz, bu iş tamamen bilime dayalı bir durumdur “ demek istiyor. Yani zihnin sınırları arasında sıkışıp kalmanın bir sakıncası yoktur ve hayal gücü hem kötülük, hem de iyilik için kullanılabilir. Enkarne olayı bir bakıma filmde küçük çocuğun zihninde psikolojik bir yolculuk yapma durumunu ele alıyor.

Film, çok güzel bir konuyu anlatmak istemesine rağmen, ne yazık ki genelinde tek mekanda sıkışıp kalmasından ve karakterlerin vasatlığından dolayı yarı pişmiş bir şekilde duruyor. Inception ve Exorcist gibi iki büyük yapımın temellerini sırtında taşıyan Incarnate (Şeytanın Oğlu), Brad Peyton’ın elinde maalesef yarım yamalak kalmış. Sürekli tek düze giden ve temposunu bir türlü arttırmayı başaramayan filmin tüm ilgi çeken kısmı son 15 dakikada hayat buluyor. Final bölümü bir nebze filmin vasatlığını unutturuyor olsa da, böylesine ilginç bir konunun harcandığı gerçeğini değiştirmiyor. Korkutmak ya da gerginlik yaratacak pek unsurun olmadığı Incarnate’in tüm yükü Aaron Eckhart’ın üstünde toplanmış. Kendisine verilen rolün hakkını yerine getirmek için çok çabalıyor. Ufak çocuğun da başarılı olduğunu sayarsak onun dışındaki tüm karakterlerin oyunculuğu fazlasıyla sıradan ve çok sığ. Bu ruhsuz karakterler gerçekçi olamadıklarından dolayı da, filmin duygusal yerlerine hiçbir katkı sağlayamıyorlar. Dr. Ember dışında filmi seyirciye bağlayacak güçlü karakterler yazılmamış olması filmin en büyük eksiği.  Ayrıca siyah gözler ve havalanma sahneleri seyiriciyi korkutmaya ya da heyecanlandırmaya yetmiyor maalesef.

Anlatmak istediği güzel bir öykü varken bunu iyi kullanamayan Brad Peyton’ın elinden çıkan Incarnate, kalitesi düşük, heyecanı az fakat seyredilmeyecek kadar da kötü değil. Supernatural dizisinin pek çok bölümünde buna benzer konular işlenmiş hatta düşük bütçelerle çekilmesine rağmen hikayeler daha gerçekçi ve kaliteli ele alınmıştır. Şeytan çıkarma hikayesini fantastik bir şekilde zihinde yolculuk olayına bağlayarak değişiklik yaratmaya çalışan Incarnate, ne yazık ki tam bir “seyret, unut” filmi.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


18 Aralık 2016

Rogue One: A Star Wars Story


Rogue One: A Star Wars Story, daha önce seyrettiğimiz Star Wars filmlerinden çok daha farklı olduğu halde taşıdığı nostaljik ruhu ile Episode IV:A New Hope’a bağlı kalmayı başarıyor. A New Hope’un açılış jeneriğinde bahsedilen “Ölüm Yıldızı’nın planları asiler tarafından çalınmıştır” cümlesinin uzun metrajlı halini anlatan Rogue One, ilk üçlemeye duyduğu saygıyı izleyenlere çok iyi yansıtıyor.

Yazıda uzun uzun Star Wars tarihinden bahsetmeye gerek yok, artık Şok ya da Bim’e uğrayan herkes en azından kara cübbeli adamı, beyaz kostümlü askerleri, ışın kılıçlarını, robotları vs. muhtelif ürünlerde görüyor. Merak eden zaten filmleri izlemiş, çoktan karakterleri ve savaşları çözmüştür. Yönetmen Gareth Edwards, Episode III ile IV arasında geçen bir yan hikayeyi ele alarak, daha önce hiç karşılaşmadığımız karakterlerle bile bir Star Wars filmi yapılabileceğini ustalıkla gösteriyor. Yıllar sonra A New Hope’daki bir cümleden yola çıkarak bu kadar retro formüllerle dolu epik bir uzay filmi yapmak çok akıllıca bir hareket. Ölüm Yıldızı planlarının çalındığı zaten biliniyordu fakat, arkasında bu kadar güçlü bir operasyonla yürütülen dev bir savaşın olduğunu kestirmemiz imkansızdı.

Rogue One, Ölüm Yıldızı projesinin uzmanı olan Galen Erso’nun kızı Jyn ve ekibine verdiği görevi anlatıyor. Jyn, Cassian, Bodhi, Baze, Chirrut ve yanlarındaki savaş droidi K-2’den kurulu bu ekibin görevi, Ölüm Yıldızının planlarını bir şekilde ele geçirip asilerin merkezine taşımak. Ekipdekiler gayet akıllı ve dövüş konusunda uzmanlar. Özellikle güç hassayeti konusunda takıntılı ve uzak-doğu dövüşleriyle kendini savunan kör bilge adam Chirrut (Donnie Yen) daha önce Star Wars filmlerinde karşımıza çıkan savaşçılardan çok farklı. Kendine özgü tekniği olan ve içinde hissettiği güç ile kendisini yönlendiren Chirrut, filmin en enteresan asisi. Başrol oyuncusu Jyn (Felicity Jones), Force Awakens’deki gibi yine bir kadın. İsyancı ve savaşçı olmasının altında tabii ki geçmişinde yaşadığı bazı sıkıntılar yatıyor. Rolüne uygun mu evet, göze batan bir yanı yok. Rogue One’da bana göre üstlendiği karakter ile uyuşmayan tek adam Cassian’ı oynayan Diego Luna. Görünüşte Han Solo tarzına yakın duran bir hali var fakat ne yazık ki oyunculuğu yanından bile geçmiyor. Mads Mikkelsen ve Forest Whiteaker’ın ise, az ama öz olan oyunculukları filmi renklendirmeye yetmiş. Ekibin droidi K2’nin zekice esprileri ve asilere olan bağlılığı C3PO ile fazlasıyla bağdaşıyor. Daha önce Return of the Jedi’da Endor gezegeninde asileri yönetmiş olan deneyimli Mon Mothma’yı, Leia’yı evlatlık alan Bail Organa’yı ve Ölüm Yıldızının önemli karakteri Vali Tarkin’i yeniden görmek çok keyifli. Ayrıca kısacık da olsa Darth Vader ile karşılaşmak filmin en önemli unsuru.

Bu arada Gareth Edwards, filmin pek çok sahnesinde  arka plana eski tanıdık karakterleri bolca yerleştirmeyi başarmış. Dikkatli izlediğinizde Cantina Bar’ın müdavimleri olan değişik yaratıkları, Hoth gezeninin Wampa’sı ve gözlemci droidi, Jabba’nın dansçısı vb. gibi nostaljik karakterleri eftrafta yakalamanız mümkün. Filmin hikayesi kesinlikle çok dikkatlice ve kusursuz işlenmiş ki, zaten filmin finaline doğru bunu rahatlıkla anlıyorsunuz. İlk yarısı planlama ve organize olma yolunda ilerleyen Rogue One, ikinci yarı üstüne yapışan ağırlığı silkeleyerek donanımlı ve görkemli bir aksiyona dönüşüyor. AT-AT, AT-ST’ler ve Deathtrooper’lar sahildeki tropik ortamda asilerle savaşırken, yukarıda ise, X-Wing ve U-Wing’ler imparatorun Tie Fighter’ları ile kıyasıya bir mücadele içine giriyorlar. Uzaydaki savaş sahnelerinden tutun da, asi pilotların kıyafetlerine, gemilerin ve trooperların tasarımlarına kadar her detay tam bir retro havasında. A New Hope’daki çekim tekniklerine çok yakın duran uzaydaki savaş sahneleri adeta büyülüyor. İçinizden “Şimdi oldu bu film, yavaştan ilk filme bağlanıyor” derken, sarsıcı ve muhteşem bir final sürprizi ile birlikte “İşte Star Wars budur” diye bağırmak geliyor içinizden. Artık gözleriniz mi dolar, ağlar mısınız bilemem, bu içinizde taşıdığınız Star Wars aşkı ile ilgili.

Rogue One, adeta tanımadığımız karakterler ile orijinal Star Wars ruhunun güzelce harmanlanmasından oluşturulan bir ana yemek olarak önümüze çıkıyor. Yanında eski üçlemenin nostaljik sosları da var. Yemeğin sonuna doğru ise, tepemizden bir Empire Strikes Back rüzgarı da esmiyor değil hani. Kısacası Gareth Edwards, içinde Jedi’lar ve Jar Jar Binks’ler olmadan kısacık bir yan öyküyü epik bir Space Western haline başarıyla dönüştürmüş. Hem de tüm eski tatları seyirciye vererek. 


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

26 Kasım 2016

HACKSAW RIDGE


“Barışta oğullar babalarını gömer, savaşta babalar oğullarını”


Gelibolu ve Bir Zamanlar Askerdik (We Were Soldiers) gibi savaş filmlerinde oyuncu olarak seyrettiğimiz ünlü aktör Mel Gibson, bu defa ilginç bir savaş/dramasını beyazperdeye taşıyor. Yönetmen koltuğuna daha önce oturmuş olan Gibson, Cesur Yürek (Braveheart) gibi oldukça başarılı bir filmle kendini kanıtlamış, ardından dini meseleleri fazlasıyla sorgulayan yapımlara yönelmişti. Özellikle Hz. İsa’nın Çilesi (The Passion of the Christ) filminde aşırı dini propaganda yapması Gibson için hiç de iyi olmamıştı.Hem film oldukça kötü eleştirildi, hem de Gibson Yahudi karşıtı olarak neredeyse ağır laflarla linç edildi. Sinema dünyasında bir kenara atılan ve kariyeri için karanlık bir döneme giren Mel Gibson, çektiği son filmi Apocalypto’dan tam 10 yıl sonra huylu huyundan vazgeçmez misali yine dini olguları içine yerleştirdiği Hacksaw Ridge(Savaş Vadisi) ile geri döndü.

Hacksaw Ridge, Okinawa’da bulunan Japonların savunduğu geçilmesi zor bir tepe. Bu tepeyi ele geçirmeye çalışan Amerikan askerlerinin 1945 yılında verdiği kanlı mücadeleyi anlatan film içinde gerçek bir öyküyü de barındırıyor. Desmond Doss, savaşta sihhiye olarak görev almak isteyen ve gönüllü olarak orduya yazılan bir genç. Tek istediği savaş sırasında silaha dokunmamak ve eline almamak. Şiddet, öldürmek gibi kavramlar Desmond’ın dini ve ahlaki fikirlerine çok ters düşen bir olgu. Bunun içinde kendine göre geçerli sebepleri var fakat önemli olan bu durumu ordudaki üst rütbelilere nasıl anlatacağı.
Filmin ana hikayesi aslında diğer savaş filmlerinde sıkça gördüğümüz savaşalım Japonları yenelim Amerika yine kazansın değil. Olaylar tamamen İncille yatıp kalkan dinine bağlı, savaş karşıtı, yakın zamanda evlenmeyi düşünen sevimli, hassas ve yardımsever Desmond’ın üstüne kurulu. Savaş boyunca eline hiç silah almadan sadece inançlarıyla hareket eden, cephede tek başına kalarak tüm yaralılara yardım eden Desmond’ın nasıl gerçek bir kahraman olduğunu başarıyla anlatan bir film Hacksaw Rıdge. Yaptığı tüm fedakarlıklarla ordunun gönlünü fetheden ve tarihe ilk “vicdani retçi” olarak adını yazdıran alçakgönüllü Desmond Doss’ın bu dramatik hikayesi gerçekten savaş filmlerinde çok rastlanan bir durum değil.

Filmin ilk yarısı alkolik baba, dini inançları kuvvetli bir anne ve kardeşi ile birlikte yaşayan, sıhhiyeci olmak isteyen ama bunun eğitimini almak yerine sadece kitap okuyarak öğrenen Desmond’ın orduya yazılması ve kendini kabul ettirme mücadelesi üzerine kurulu. İlk yarıda Mel Gibson’ın Desmond karakterini ön plana çıkartmak ve seyirciye sevdirmek için dramayla eğlenceyi bir arada tutması kesinlikle doğru bir karar. Filmde eğer Desmond karakterine içiniz ısınmazsa yandınız, çünkü Hacksaw Ridge tamamen onun üstüne kurulu. Amazing Spider man’den tanıdığımız uzun boylu ve boyunlu, sevimli suratlı Andrew Garfield’ın Desmond rolünün hakkını verdiğini söylemek gerek. Özellikle cephede gösterdiği oyunculuğu çok başarılı. Bu arada ordudaki eğitim sahneleri, sert davranışlar ve şiddete maruz kalınması gibi pekçok sahne Full Metal Jacket’ı da aklımıza getirmiyor değil.

Filmin ikinci yarısı ise, yavaş ilerleyen gidişi tersine çeviren sert, sarsıcı ve bol kanlı savaş sahneleriyle dolu. Bu kısımda Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan) filminde gördüğümüz kol, bacak ve gövdelerin havada uçuştuğu sekansların daha uzun sürdüğü ve muazzam bir çekim tekniğiyle süslenmiş görkemli bir savaş manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz. Gibson’ın özellikle çok fazla önem verdiği bu savaş sahnelerinin fazlasıyla gerçekçi olmasında tabi ki görüntü yönetmeni Simon Duggan’ın da payı çok büyük. Sinemada izlerken adeta o vadidesiniz. Patlayan el bombaları yanınızdan geçen kurşun sesleri çok gerçekçi. Görüntüler inanılmaz. Bu sahneleri zamanında Medal of Honor oyununu oynayanlar çok daha iyi anlayacaklardır. Japon mevzilerine saldırı, onların sığınaklarını yok etme çabalası, birebir dövüşler ve savaş stratejisi belirleme gibi pekçok sahne direk Medal of Honor oyunu ile neredeyse aynı. Oyuncu seçimleri ise, asla göze batmıyor. Sam Worthington ve Luke Bracey üstlendikleri rolleri için gayet iyi düşünülmüş. Genelde komedi filmlerinden tanıdığımız, aslında oyunculuğunun yanı sıra yapımcılık ve senaristlik de yapan (benim pek sevmediğim) Vince Vaughn bile filmde hiç sırıtmıyor.

2.Dünya savaşı sırasında yaşanan dini inançları ön planda olan böylesine dramatik bir hikayeyi savaş filmine (özellikle savaşa sahnelerinin arasına bile)  güzelce çiçek gibi yerleştirmek tam Mel Gibson’a yakışan bir iş. Hatta asıl anlatmak istediği ise, şiddetin ve savaşın destelenip desteklenmediği değil, inançların günlük yaşamın dışında savaşta bile çok işe yaradığı. Gibson’ın filmin gerçek hikayesinin altında yatan “savaş sırasında herkes birbirini öldürürken bir kişi de kimseyi öldürmeden hayat kurtarsa nasıl olur, neden olmasın ki” mantığını çok benimsediği ve bunu da seve seve hatta kendini vererek filme yansıttığı bir gerçek.

Hacksaw Ridge, onur, sevgi,inanç , kahramanlık ve vicdan üzerine kurulu yeri geldiğinde gözleri dolduracak kadar etkili, görkemli savaş sahneleri ile yüklü son zamanların en iyi ve en sarsıcı savaş dramalarından birisi. Umarız Mel Gibson’ın yönetmenlik adına geri dönüşü sayılan bu filmi gerektiği ilgiyi görür ve Gibson sinema dünyasından yitirdiği kredisine tekrar kavuşur. Hatta akademinin de gözünden kaçmazsa seviniriz.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

2 Kasım 2016

Şiddet İçerikli ve Rahatsız Edici 10 Yasaklı Film

Popüler sanat dediğimiz sinemanın kendisine ait dünyasında, ülkemizde de dahil olmak üzere, tüm dünya ülkelerinde mutlaka çeşitli  nedenlerle sansüre uğramış farklı türlere ait yüzlerce film bulunmaktadır. Çekilen filmlerin kalitesi ne olursa olsun birçok yapım, daha gösterime girmeden içerdiği politik, erotik veya aşırı şiddet unsurlarından dolayı çeşitli ülkelerde yasaklanıyor. Dvd’leri ya anında ya da bir süre sonra hemen toplatılıyor. Ülkemizdeki festivallerde, özellikle 80’li yıllarda pek çok film, sansür kurulu tarafından müstehcen sahnelerinden veya dini duyguları kötüye kullanma gerekçesi ile yasaklanmıştır. Yakın zamanda bile, yine ülkemizdeki festivallerden bazı filmler, belgeseller çıkartılmış olup, bu durum çok büyük tepkilere ve tartışmalara yol açmıştır.

Yasaklanmış veya sansürlenmiş olan herşey, insanoğlunda nedense daha fazla merak uyandırır. Eğer bir film gösterimden çekilmiş veya Dvd’si toplatılmışsa, sinemaya gönül veren, takip eden seyirciler, yazarlar bu filmleri bulup bir şekilde izlemek isterler. Hazırladığım liste, pornografik (aşırı cinsellik içeren) ya da insan psikolojisini bozacak kadar rahatsız edici, yoğun şiddet içerikli filmlerden oluşuyor. Bu filmlerin yasaklanmasına neden olacak türlerin başında Snuff (sadistçe bir seks eylemi sırasında oyuncuların katledildiği yasa dışı çekilmiş pornografik film türüne verilen ad) ve Gore (içinde bolca kan, vahşet ve işkence dolu sahneler içeren seyretmesi zor film türü) geliyor. Özellikle yamyamlık üzerine yapılmış, içinde kan ve vahşet sahneleri fazlaca yer alan filmler, henüz gösterime bile girmeden yasaklanmıştır. Tüm dünyada sansürlenmiş veya yasaklanmış olan bu yapımların arasında çok bilinen yönetmenlerin de filmleri yer almaktadır. Kimi yönetmenler çektikleri bu tür filmler yüzünden ağır hakaretlere uğramış, dövülmüş ve hapse girmiştir.

Sayısı oldukça fazla olan bu tür filmler, dünyanın birçok ülkesinde uzun yıllardır yasaklanmıştır, hatta bu yasakları devam bile etmektedir. Daha çok yetişkinlere hitap eden bu tarz yapımlar, kesinlikle çocuklardan uzak tutulmalı ve asla seyrettirilmemelidir. Bu filmler oldukça etkilenebileceğiniz yapımlardır ve izlemek için gerçekten sağlam bir bünye ve psikolojiye sahip olmanız gerekir.

Aşağıdaki listede, yasaklanmış filmler arasında sıkça yer alan ve üzerinde çok konuşulup, tartışılan 10 sarsıcı film yer alıyor. Özellikle sansüre uğramış bu türdeki filmlere merakı olanlar için oldukça ideal bir liste olduğunu düşünüyorum.



CANNIBAL HOLOCAUST (1980) Yamyam İşkencesi

Yasaklanan filmlerle ilgili araştırma yaptığınızda karşınıza yüzde yüz çıkacak bir filmdir bu. Dört kişilik bilim adamı ekibinin belgesel çekmek için amazonlara yaptığı seyahat sırasında başlarına gelen olayları anlatır. Kendilerinden uzun süre haber alınamaması üzerine amazonlara doğru araştırma için bir ekip daha yollanır. Ekibin bulduğu çekim kasetleri izlenmeye başlandığında tüm vahşet ortaya çıkar. Bir yamyam kabilesinin eline düşen film ekibine tecavüz, kazığa geçirme, organlarını kesme gibi korkunç ve şiddet dolu işkenceler yapılmıştır. Sahnelerin fazla gerçekçi olması bile o yıllarda birçok tartışmaya yol açmış ve Milano’da ilk gösterimi sırasında filme el konulmuş hatta yönetmen Ruggero Deodato tutuklanmıştır. Ardından film, içerdiği fazla şiddet ve tecavüz gibi sahnelerden dolayı da bir çok ülkede sansürlenmiştir.

CANNIBAL FEROX (1981)

İtalyan sinemasının Cannibal Bloom adı verilen yamyam filmleri döneminde çok ses getirmiş olan Cannibal Holocoust’un ardından çekilen Cannibal Ferox, bir antropolog grubunun yamyamların varoluşlarını araştırmak için Paraguay’daki yanlış bölgelerde gezinmeleri sonucu yakalanmalarını ve şiddet görmelerini konu alır. Senarist ve yönetmen Umberto Lenzi’ye ait olan Cannibal Ferox, hayvan severleri de oldukça rahatsız eden ve bakılamayacak kadar vahşet içeren sahnelerle dolu olup, 31 ülkede yasaklanarak Video Nasty listesine girmiştir. Özellikle göğüslerinden çengelle asılan kızın olduğu sahneye bakmak bile biraz sağlam mide gerektiriyor.

SALO OR THE 120 DAYS OF SODOM (1975) Salo ya da Sodom’un 120 Günü

Marquis de Sade'nin 1785 tarihli eserine dayanan film, aynı zamanda yönetmen Pier Paolo Pasolini'nin kendi yaşantısını da gözler önüne serer. Filmdeki hikaye, 1944 yılında Nazi Almanya'sının kontrolünde olan faşist Salo Cumhuriyeti'nde geçer. 18 genç çocuk ve 4 yaşlı iş adamı bir şatoya kapatılır ve 120 gün boyunca bu genç kölelere fiziksel, ruhsal ve cinsel işkence uygulanır. Bu kurallara uymayanlar ise cezalandırılır. Penislerini mum ateşine tutmak, gözlerini oymak ve göğüslerine mil çekmek gibi her türlü iğrençliğin pratik olarak uygulanışını gösteren filmin, bu tarz rahatsız edici sadizm temalı sahnelerinin aşırı olması sebebiyle birçok ülkede gösterimi yasaklanmış olup, tüm Dvd’leri toplatılmıştır. Dvd’leri halen piyasada bulunmayan ve ilk çıkan serisi ise, bulunduğunda çok yüksek fiyatlara satılan Salo ya da Sodom’un 120 Günü, halen dünyanın en pahalı Dvd’si olma rekorunu elinde bulundurmaktadır. Filmin gösteriminden kısa bir süre önce, filmin yönetmeni Pier Paolo Pasolini dövülerek öldürülmüş olarak bir sahilde bulunmuştur.

SRPSKI FILM / A SERBIAN FILM (2010)

Sırpski Film ( A Serbian Film), pedofili, nekrofili ve çocuk pornosu temaları içeren gerçek görüntülerin de içinde yer aldığı seyretmesi zor bir filmdir. Hikaye, ailesi ile birlikte yaşayan emekli porno yıldızı Milos’ın karşısına çıkan yüksek rakamlı ve gizemli bir rol teklifini kabul etmesiyle başlar. Sanat filminde oynacağını söylenen kişilerin Milos’a verecekleri görev tahammül edilebilecek gibi değildir. Çıplak bir kadını çok sert dövme, yeni doğan bebeğe tecavüz gibi oldukça şiddetli pornografik sahneler içeren, “yuh artık bu kadar da olmaz” kelimelerini defalarca seyirciye söylettirecek kadar güçlü ve çok can sıkıcı bir filmdir. Sapıkça dürtüleri çok açık bir şekilde gösteren Sırpski Film’i izlemek için dünyadaki her türlü sapkınlıkları ve iğrençlikleri çok merak ediyor olmanız gerekiyor ki, zaten sanırım normal bir düşüncede olmayan yönetmenin de amacı bu. İnsan psikolojisini bozabilecek nitelikte olan bu film, 50’den fazla ülkede gösterimi kesinlikle yasaklanmış ve bu yasak halen de devam etmektedir.


LAST TANGO IN PARIS (1973) Paris’te Son Tango

Bernardo Bertolucci’nin filmi olan Last Tango In Paris, Jeanne adındaki bir kadınla kendisinden yaşça büyük bir adam olan Paul ile yaşadığı kaçak ve sert kurallara dayanan bir ilişkiyi anlatır. Birbirlerinin yaşantılarına karışmadan, sadece buluştukları evde ilişkilerini sürdürmeleri ve hayatlarını sorgulamamaları gerekmektedir. Marlon Brando’nun başrolünde yer aldığı film, birçok cinsel sapkınlığı göz önüne sererken, Paul’un Jeanne’e anal yoldan tecavüz ettiği meşhur tereyağ sahnesi yüzünden İtalya, Singapur, Yeni Zelanda, Portekiz, Güney Kore gibi ülkelerde gösterimi durdurulmuştur. İtalya, filmin tüm kopyalarını yok etmiş ve bu filmi daima nefretle anmıştır. Ayrıca yönetmen bu sahne yüzünden de 4 ay hapis yatmıştır. Aslında diğer sapıkça çekilmiş filmlerin yanında çok da sert olmayan bir sahne olmasına karşın, halen sansürlenmiş filmler arasında adı geçmektedir.

THE LAST HOUSE ON THE LEFT (1972) Soldaki Son Ev

Yönetmen Wes Craven’in şiddetin sınırlarını zorladığı bir filmidir. Gerçek bir olayı anlatan The Last House On The Left, sapıklar tarafından kaçırılan iki kızdan birisinin ailesinin sert yollarla katillerden aldığı intikamı anlatır. Sapıklar, ormanda kızlara fazlasıyla eziyet çektirdikten sonra vahşice öldürürler. Filmin en fazla rahatsız eden kısımları aslında ırzlarına geçtikleri sahneler değil, kızların birbirleri ile zorla seviştirilmesi, içlerinden birisinin bıçaklanması, tekmelenmesi ve organlarının sökülmesi gibi aşırı fiziksel şiddet içeren sahnelerdir. Hatta tecavüz sahnesi sırasında oyuncu Sandra Peabody'nin travma geçirip seti terkettiği de çok konuşulmuştur. Ayrıca filmin belgesel havasındaki çekim tekniği, gerçekten yaşanmış bu öyküyü oldukça inandırıcı kılar. Film, vahşet içerikli travmatik sahneleri yüzünden İngiltere, Singapur, İzlanda, Yeni Zelanda, Norveç, dönemin Batı Almanya’sı ve Avustralya’da yasaklanmıştır. Bu arada The Last House On The Left’in, 2009 yılında orjinal versiyonunu asla yakalayamayan vasat bir yeni çevrimi de bulunmaktadır.

I SPIT ON YOUR GRAVE (1978) Mezarına Tüküreceğim

Meir Zarchi’nin yönettiği bir kitap uyarlaması olan bu kült filmde, genç bir kadın nehir kenarındaki evinde huzur bulmaya ve yazdığı yeni romanını tamamlamaya gider. Fakat bunu fark eden dört hasta ruhlu insan tarafından vahşet ve insanlık dışı bir muamele ile karşılaşır. Tüm sapıklar tarafından tecavüze uğrar. Yaşadığı travmanın ardından genç kadın, hepsinin izini bulup tek tek acımasız bir şekilde intikam alır. Filmdeki tecavüz ve eziyet içeren sahneler, kadının vahşi şekilde intikam alma sahnelerinden daha sarsıcıdır. İçinde fazla diyalog bulundurmayan I Spit On Your Grave, bol miktarda vahşet içeren ve izlenmesi güç tecavüz sahnelerinin oldukça uzun sürmesinden dolayı Finlandiya, Avustralya, Çin, Singapur, Malezya, Yeni Zelanda, Kanada, İzlanda, Norveç, Batı Almanya, İrlanda ve İngiltere’de yasaklanmış olup, yıllar sonra 30 dakikası kesilmiş versiyonu ile tekrar gösterilmiştir. 


BAISE-MOI (2000)

Nadine ve Manu Fransa’da  yaşayan ve sorunları olan iki kadındır. Nadine, eski bir porno oyuncusu ve fahişedir.  Manu ise, psikopat ağabeyi ile yaşamaktan ve ezilmekten usanmış bir kadındır. Günün birinde Manu bir grup tarafından tecavüze uğrar ve kaçarken Nadine ile tanışır. İki kadın bu olayın ardından birlikte Bonnie & Clyde tarzı bir uslupla seri katil şeklinde takılmaya ve intikam almaya başlarlar. Coralie Trinh Thi ve Virginie Despentes'ın birlikte yönettiği Baise-Moi, intikam sahnelerinden çok, içerdiği pornoyu andıran gerçek seks sahneleri ile çok fazla tartışmaya yol açmıştır. Film, seks, şiddet ve sanatın iç içe geçmiş bir halidir. Festivallerinde gösterildikten kısa bir süre sonra Fransa, Yeni Zelanda ve Avusturya’da gösterimi yasaklanmıştır. Şiddet ve porno içerikli bir film olan Baise Moi, daha sonra kesilmiş versiyonu ile gösterime girmiş olsa da, bu durumu sinema salonu sahipleri uzun süre protesto etmiştir.

SNUFF 102 (2007) İşkence

Film, genç bir gazetecinin Snuff filmler araştırması sırasında bazı şok eden görüntülerle karşılaşmasıyla başlar. El kamerası ile çekilmiş cinayet, işkence ve tecavüz sahnelerini içeren bu görüntüler sonrasında olaylar farklı gelişir. Filmdeki işkence sahnelerinin gerçek olduğu söylentileri yüzünden yönetmen Mariano Peralta, filmin galasının yapıldığı festival sırasında seyircilerin saldırısına uğramış ve yaralanmıştır. Gala sonrasında ise, yapılan söyleşilerde yine yönetmene gerçek sahneler gösterildiği gerekçesi ile fazlasıyla suçlamalar yapılmıştır. Çünkü filmin başında, sahnelerin gerçek olduğu ve seyircinin bunu bilmesi gerektiği belirtiliyor. Hamile kadının üstünde zıplama, kadını göğüslerinden tahtaya çivileme, kafa kesme, maymuna yapılan işkence ve bunun gibi pek çok sapıkça ve piskopatça sahnelerin bolca yer aldığı gore türündeki Snuff 102’nin, Türkiye dahil olmak üzere 50’den fazla ülkede gösterimi yasaklanmıştır.

GROTESQUE (2009)

Yeni tanışan bir çift, ilk çıktıkları gece piskopat bir doktor tarafından kaçırılıp oldukça acı veren ve vahşice planlanmış işkence oyunlarına maruz kalır. Korku sinemasında pek eşine rastlanılmayacak kadar sadistçe ve bol kanlı işkence sahneleri barındıran Japon yapımı Grotesque, şiddet sahnelerinden çok, insan üzerinde yarattığı psikolojik gerilim ile daha ön planda olan bir film. İnsan uzuvlarını kesme ve durmak bilmeyen işkence sahnelerinden dolayı, İngiltere Film Sınıflandırma Kurulu (BBFC) tarafından herhangi bir sınıfa sokulamamış ve hem gösterimi hem de satışı durdurulmuştur. Film, bu durumun ardından kısa bir süre sonra, pek çok ülkede sansürlenmiş ve yasaklı filmler listesine girmiştir.


Bu Yazım GodFather dergisi Temmuz-Ağustos 2016 sayısında yayınlanmıştır.

17 Ekim 2016

DESIERTO


Babası Alfonso Cuaron’la birlikte yazdıkları Gravity ile ön plana çıkan Jonas Cuaron’ın yönettiği 2015 yapımı Desierto (Çöl), adı üstünde sadece çölde geçen bir film. 2016 FilmEkimi’nde gösterilen film, Gael Garcia Bernal ve Jeffrey Dean Morgan gibi iki kaliteli oyuncuyu da içinde barındırıyor. Amerika’ya kaçak giriş yapmaya çalışan Meksikalı mültecilerin peşinde olan oldukça rahatsız bir adamın hikayesine odaklanan Desierto, düşmeyen temposu ile keyifle izleniyor.

Beyaz bir Amerikalı elinde sniperı ile çölde Amerika’nın yolunu tutan Meksikalı vatandaşları teker teker indirir. Attığını vuran baş belası Amerikalının yanında, çölün sıcaklığı, yılanlar ve dev kaktüsler mülteciler için birer engel olmaktan çıkmıştır artık. Kurtulabilenlerin yaşam savaşı verdiği bu amansız çölde yapılması gereken tek şey hızlı olmaktır.

Desierto, her ne kadar vermek istediği mesajı anlatabilen bir film olsa da, senaryosunda eksiklerin olduğu bir gerçek. Amerikalının yabancı düşmanlığı üstüne hiçbir detaya yer verilmemesi ve karakterlerin fazla yüzeysel olarak kalması filmin en büyük eksilerinden. Bu adam kimdir?, Neden bu vatandaşları vuruyor?, bilinmiyor. Adamın psikolojisinin bozuk olduğunu sadece bir iki davranışından çözmeye kalkıyoruz ve kendi kendimizce varsayımlarda bulunuyoruz. Mekan olarak sadece çöl seçimi ve bunun filmde çok iyi kullanılması görüntü yönetmeninin de başarısını ön plana çıkarmış. Bunun yanı sıra Desierto’nun  gerilimli atmosferinin yaratılmasındaki en önemli etken titizce hazırlanmış olan müzikleri. Gerçekten kedi fare oyunu haline gelen bu kovalamacadaki temponun düşmemesini Woodkid’in nefis müzikleri sağlıyor.

Filmi izlerken ne yazık ki, kimler ölecek, kimler yaşayacak finalde kim kapışacak gibi birçok detayı tahmin etmek mümkün. Görülmemiş enteresan bir hikayesi yok filmin. Hatta yakın zamanda izlediğimiz Michael Douglas’ın çölde terör estirdiği filmi Beyond The Reach’i de anında aklımıza getirecek kadar klişe bir senaryosu var. Filmin en önemli unsuru ve en iyi oyuncusu başroldeki kurt köpeği. Sahibinin her dediğini yapan deli gibi koşturan ve mülteci avlayan bir köpek, yani tam bir “Atıl Kurt”. Cujo’dan beri gördüğüm en iyi oyuncu köpek bu filmde. Hatta filmin en gerilim yaratan kısımları da, köpeğin tam gaz koşarak insanları kovaladığı sahneler. Az sayıdaki oyunculara gelirsek; Jeffrey Dean Morgan tamam olmuş role çok uygun da, Gael Garcia Bernal (Amores Perros, The Motorcycle Diaries, Bad Education) gibi karakteristik rolleri başarıyla oynayan (benim de çok beğendiğim bir oyuncudur) ve biyografisinde özenle seçilmiş filmleri bulunan başarılı aktörün bu filmde işi ne? Bu film heyecanlı temposuyla öne çıkan, gerilim dolu bir film olabilir ama, klişe senaryosu bana göre kesinlikle Gael G.B’e göre değil.

Tatmin edici bir finali olmayan Desierto, sıradan bir hikayesi olmasına rağmen gerçekten seyirciyi ekrana bağlayan, hızlı ve gerilimli ilerleyen kucağınızda çekirdekle iyi giden bir film. Çok beklenti içine girmeden izlerseniz keyif alabilirsiniz.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

28 Eylül 2016

SIBERIAN EDUCATION


Ülkemizde  olduğu kadar tüm dünyada beğeni kazanmış sıcacık , içi yaşam dolu bir film olan Mediaterraneo ( Akdeniz )’nun yönetmeni  Gabriele Salvatores’in yönettiği Siberian Education ( Sibirya Mafyası) farklı bir tarzda , suç ve dostluk üzerine oldukça etkileyici bir film.  Akdeniz’den sonraki yirmi iki senelik bir zaman diliminde oldukça değişik filmlerle karşımıza çıkan Salvatores’in çok da popüler olmuş yapımlara imza attığını söylemek mümkün değil. Fakat bu defa kamerasını farklı bir yöne çeviren Salvatores , Siberian Education’da ele aldığı tarih kokan önemli bir konu ile yeniden adından sıkça söz ettireceğe benziyor. Nikolai Lilin’in 1980 yılında yazdığı aynı adlı romanından esinlenerek yazılmış olan film , Transnistria’da yaşayan Urka adında bir cemiyetin içindeki suç olaylarını konu alıyor.

Siberian Education’ın  geçtiği yer Sovyetler birliği dönemi ve Güney Rusya . Eziyet görmüş çeşitli ailelerin bolca yer aldığı Sibirya, her ne kadar şiddete dayalı farklı grupların kontrolü altında olsa bile Sibiryalılar, fakir bir topluluk olmasının yanı sıra en fazla korkulan kesimdir. Burada yaşayan bir mafya örgütünün başında bulunan Kuzya Dede , şiddet görmüş bir toplumun bilge temsilcisi olarak anılmaktadır. Kendi torunu Kolyma ve kan kardeşi Gagarin’i mafya örgütüne yakışır bir biçimde yetiştiren Kuzya, aynı zamanda kendilerine Sibirya gibi tehlikenin kol gezdiği bir yerde nasıl hayatta kalınması gerektiğine dair de öğütler verir.

Siberian Education aslında her ne kadar şuç olaylarına ışık tutan bir film olsa da Kolyma ,Gagarin ve arkadaşlarının el ele verdiği bir grubun iniş ve çıkışlarla dolu dramatik yaşamlarını anlatıyor.  Aslında filmin en önemli kısımlarını oluşturan dostluk, bağlılık ve ihanet gibi önemli değerlere ayırmış olan Salvatores, döneme imzasını vurmuş olan diktatör Stalin’e de bolca politik göndermeler yapmayı ihmal etmiyor. Genç yaştan beri suç işlemeye karşı eğitilen Sibirya halkının bir baş kaldırı simgesi olan dövmeler, filmde sıkı sık karşımıza çıkıyor. Peter Stormare ise, filmde dönemin en ünlü dövmecisi “Ink” rolünde oldukça başarılı. Çocuk oyuncuların bile performanslarının  asla göze batmadığı Siberian Education’ın en büyük şansı  usta oyuncu John Malkovich’in filmin ana karakteri Kuzya’yı canlandırması.

Sibiryalılar’ın yaşam tarzı her ne kadar şiddete dayalı da olsa, yine etrafta polise karşı direnen, gelenek ve göreneklerine bağlı, dövme sanatına çok düşkün bir topluluk olarak görülmektedirler. İtalyan mafyalarının genel yapısını oluşturan aile ve onur temasını bol bol gözümüze sokmaktan kaçınmayan Salvatores, filmi geçmiş ve gelecekten sahnelerle  ayırarak karmaşadan uzak çok daha anlaşılır ve sade bir hale getirmiş. Filmin en güzel yerlerinde çalan Emir Kusturica tarzı müzikler, seyirciyi biraz olsun karanlık atmosferin hakim olduğu sahnelerden uzaklaştırıp, karlarla kaplı beyaz bir ortamda rahatlamasını sağlıyor. Özellikle lunapark sahnesinde çalan David Bowie’nin “Absolute Beginners” parçası izleyiciye çok keyifli anlar yaşatıyor.

Başlarda bir belgesel havasında ilerleyen Siberian Education, ortalarına doğru suç ,din, aile meseleleri ve kardeşlik üzerine kurulu olaylar örgüsünde ilerleyerek isabetli bir finale doğru gidiyor. Politik yönüyle de ağır basan bir film olmasına karşın asla seyirciyi sıkmayan sonuna kadar ilgi ile kendini izlettirmeyi başaran, çarpıcı diyalogların ve sahnelerin yer aldığı bir suç draması Siberian Education. Farklı bir film izlemek isteyenlerin kaçırmaması gereken ve aklınızın bir köşesine yer edecek kadar itinalı çalışılmış bu yapıma bir şans vermek size kalmış. 
     
Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

26 Eylül 2016

LEVAN BAKHIA ile RÖPORTAJ


Korku sineması üzerine yaptığım röportajlar bu aralar yabancı yönetmen ve oyuncularla devam ediyor. Bu defa 247F ve Landmine Goes Click  adında iki gerilim filmi çekmiş olan Gürcü yönetmen Levan Bakhia ile güzel bir sohbetimiz oldu. Tür filmlerine pek alışık olmayan Gürcistan’dan İngilizce olarak çekilmiş yapımların çıkması ve festivallerde ilgi ile karşılanması gayet güzel bir durum. Bu durumdan oldukça memnun olan yönetmenin psikolojik /gerilim türündeki, rahatsız edici bir yapıya sahip olan son filmi Landmine Goes Click hakkında konuştuk.

Kendisi beni kırmadı ve sorularımı kısa sürede cevapladı. Levan Bakhia’a yeni projelerinde başarılar diliyoruz.

KE- Landmine Goes Click hikayesi nasıl ortaya çıktı? İlham aldığınız filmler oldu mu?

LB- Basit, bu fikir bir çok kez beyin fırtınası yapılmış yüksek konsept fikirlerinden biriydi. Ayrıca benim için önemi olan bir görev ve iş modeli çerçevesinde düşünüldüğünde yapımcılar için -yapımcı olarak ben dâhil- iyiydi. Dahası belirli sınırlandırmalar içinde kendin için önemli olan bir şey yapmaya çalışmak da enteresan bir meydan okuma. Hikayeyi yazma süreci böyle bir şeydi. Bu hikayeyi yazmaya öncesinde 247F’de birlikte çalıştığımız yazar Llyod S. Wagner ile başladık fakat proje bu şekilde yürümedi. 2  yıl sonra Adrian Colussi ve ben başka bir metin üzerinde çalışıyorduk ve onun durumdan yararlanma fikri bir şekilde bize bir veri oluşturdu. Böylece hikayeyi yeniden keşfettik ve artık biliyordum ki bunun benim için önemi büyüktü, çünkü intikam türü ve bu türün psikolojisi konusunda çok meraklıydım. Bilirsin, formül basit, sana bir kurban ve bu kurbanın sonrasında yaptığı korkunç şeyleri gösterirler. İçten içe buna maruz kalan adamların bunu hak ettiğini hisseder ve şiddete katılırsın. O kadar kızarsın ki kurbana yaptıkları için, onlara yapılan işkenceyi onaylar ve hatta bundan zevk alırsın. Bence bu iyi bir ders değil. Bu nedenle bence Adrian çok iyi bir metin yazdı ve Tiflis’te bunun üzerine çalıştık. Adrian aslında Kanada’lı ama bu iş için yazım süreci ve çekimler sırasında bütün bir yılı Gürcistan’da geçirdi. Ayrıca şunu da eklemek istiyorum, Lloyd ile yazdığımız orijinal hikayenin bazı karakter isimleri dışında final versiyonla hiçbir alakası yok. Yine de filmde yazar olarak gösterildi, çünkü eğer onun harika ilk taslağı olmasaydı, hikayenin son hali de olmazdı.

KE- Neden Daniel ile ilgili bir intikam hikayesi yazmadınız? (Landmine Goes Click’in finali için).  Aslında herşey onun yüzünden başladı.

LB- Daniel’e hiçbir zaman geri dönmedim, ikisinin arasında neler oldu kim bilir. Bence intikam yanlış, ne olursa olsun,  ve Daniel şu an bunu biliyor. Ne o, ne de Chris işlerin böyle olmasını, böyle şeyler yapmayı istememişlerdi.

KE- Festivallerde Gürcistan korku filmlerine nasıl tepkiler geliyor?

LB- Bence izleyici bu konuda meraklı. Çünkü çoğunun Gürcistan’dan haberi yok ve birden ortaya tuhaf, Gürcistanlı bir yönetmenden İngilizce çekilmiş bir film çıkıyor. Gürcistan tür filmleriyle bilinmiyor.

KE- Oyuncu seçimlerinde en çok nelere dikkat edersiniz?

LB- Oyuncular her zaman öyküyü yaratmanın en önemli görünüşüdür. Hatta neredeyse bu kadar öneme sahip tek şeydir bile diyebilirim. Oyuncu seçiminde çok özel bir formülüm ya da yaklaşımım yok, çünkü benim için o kadar önemli ki sonunda bu sürecin kendisi bir metot halini alıyor.

KE- 247F ve Landmine Goes Click, aslında korku filmi değiller fakat fazla rahatsız edici ve tansiyon yükselten filmler. Bu tarz hikayelere devam edecek misiniz?

LB- AI (Yapaya Zeka), her şeyin zekası, bilinçlilik, duyarlılık, farkındalık, gerçek ve ZAMAN şu sıralar beni ilgilendiren şeyler. Bakalım bunlardan nasıl bir film çıkar.

KE- Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

LB- Tecavüz sahnesi. Bunu çekmek korkunçtu. Bu olay gerçekten orada yaşanıyordu ve kamera gerçekte nasıl hissettirdiğini tam anlamıyla gösteremez. Ve bu gerçekten korkunçtu. Keşke böyle bir şey kimsenin başına gelmese. Keşke kimse başkasına böyle şeyler yapmasa. Film icabı olsa bile böyle bir şeye tanık olmak berbat bir deneyimdi. Spencer neler yaşadı tahmin bile edemiyorum. Bence bu Kote Tolordava için de çok zordu. Gerçek hayatta çok hoş bir adam, çok tatlı ve sevecendir. Canlandırdığı şeyin gerçek gibi olması için cesaret gerekiyordu. Sanırım ekip, oyuncular ve ben bu sahnenin gerçekleşmesi için birbirimize yeterince güveniyorduk ve sette bu güven ortamı sağlandığı için çok minnettarım.

KE- Korku sinemasında farklılık yaratmak için neler yapmayı düşünüyorsunuz? İlerde "Evet bu bir “Levan Bakhia” filmi" diyebileceğimiz türden yapımlarla karşılaşacak mıyız?

LB- Bilmem. Gerçekten bilmiyorum. Ün peşinde koşmuyorum, ama yavaş yavaş anlıyorum ki film kendimi ifade etmem için bir araç ve dürüst olmak gerekirse ifade edilecek çok fazla şeyim var. Korku türü için belirli bir kalıp var mı? Hayır, bence alakası yok. Türün fanı değilim, umarım kimseyi düş kırıklığına uğratmam. Hatta 247F ya da Landmine’ı klasik görüşe göre bir korku filmi saymam. Yine de bu kalıp , “saunada kilitli kalmak” ya da “mayın tarlasında sıkışıp kalmak” benim stilim midir bilmiyorum, ama bu kurguyu seviyorum. Yine de zorunlu değil tabi ki.

KE- En beğendiğiniz 3 korku filmini ve 3 yönetmeni yazar mısınız?

LB- Favori korku filmim yok ama bir deney yapabilirim. Çocukluğumdan başlayıp hafızamda neler kaldı bakabilirim. Bakalım. Hatırladığım kadarıyla genç ben Hayvan Mezarlığı’ndan çok korkmuştu. Sonra Omen var, birçok seride gerçekten korkutmuştu beni. Televizyondaydı. Halka hafızama kazınan havalı bir deneyimdi, sanırım izlediğimde ilk gençlikten daha büyük falandım. Sonra Shining’i izledim ama izleyiciden çok izlenilmesi gerekli bir klasik olduğu için izledim. Sanırım bu film beni bir şekilde mahvetti. The Others gerçekten çok başarılıydı ve beni korkuttu. Biliyorum 3’ten fazla oldu ama elimden geldiğince soruyu cevaplamaya çalıştım.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

16 Eylül 2016

TRAIN TO BUSAN


2000’li yıllarda yükselmeye başlayan uzak doğu korku filmleri, aralarında kaliteli olduğu kadar oldukça vasat yapımlara da el attı. Bizde olduğu gibi, uzak doğuda da aynı sistem ön planda tabii ki. Önüne gelen bol hayaletli korku filmi çekti. Uzadıkça kendini tekrarlayan The Grudge (Garez) serisine benzer pek çok klişesi bol, vasat yapım ortalarda dolaşır oldu. Ben o aralar, hepsi birbirinin aynısı ve asla ayırt edilemeyen her çekik gözlü oyuncunun bulunduğu korku filmlerini izler olmuştum, ama bir süre sonra yavaştan uzaklaştım. Yalnız son yıllarda Güney Kore sinemasında gerilim ve dramanın iç içe olduğu harika filmler ortaya çıkmaya başladı ve yeniden aralarda rastladığım iyi filmlere göz atar oldum. Sadece gerilim ve korku değil, savaş, felaket, intikam ve slasher (seri katil) türündeki filmler de bolca ortaya döküldü. Özellikle The Terror Live (2013) ve The Flu (2013) filmlerini çok başarılı buldum. Hollywood filmlerinden aşağı kalmayan başarılı efektleri ve gerçekçi savaş sahneleri ile göz dolduran Tae Guk Gi (The Brotherhood of War, 2004) ve Mai Wei (My Way, 2011)’i de savaş filmi sevenlere tavsiye etmeden geçmeyelim.

Gelelim öncesinde iki adet anime çeken Sang-ho Yeon’ın, ilk uzun metrajlı film deneyimi olan Train to Busan (Busan Treni,2016)’a. Gerçekten zombi kıyamet filmleri diye tanımladığımız film furyasının içinde iyi bir yere sahip olacak kadar sıkı bir yapım var karşımızda. Film, ülkede salgının başladığı sırada durumdan haberdar olmayan bir grup yolcunun Busan’a giden hızlı trendeki macerasına odaklanıyor. Öyle bir macera ki bu, durmak bilmiyor ve film de trenle aynı hızda ilerliyor. Tren yolculuğu sırasında ülkede inanılmaz bir kaos başlıyor ve kimyasal bir sızıntıdan doğan salgın giderek büyüyor. Ve bu salgına yakalanan bir genç, trene gizlice kendini atınca film orada başlıyor ve sonuna kadar bitmek bilmeyen bir yaşam mücadelesi ile devam ediyor. Lise beyzbol takımı, sinir sisteminizi alt-üst edecek tren şefi, korkak iş adamı bir baba-ufak kızı ve hamile eşiyle yolculuk eden iri kıyım, kas torbası bir eşten oluşan grup, filmin ön plana çıkan karakterleri.
Filmde aslında salgına yakalananlara zombi demek yanlış olur. Enfekte olan insanlar sadece sese duyarlılar ve karanlıkta göremiyorlar. Film boyunca da, birbirlerini ısırmaya meyilli değişime uğramış insanlar görüyoruz. Yalnız asla The Walking Dead’deki gibi yavaş yürüyen walkerlar yok ortada. Parçalanan etler, bağırsaklar ve kan revan bir görüntü kalabalığına da yer verilmemiş. Isırılan insanların ani değişimleri, hızlı hareket etmeleri ve koşturmaları filmin gerilimin dozunu fazlasıyla arttırmış. Zombilerin makyajları da, Hollywood filmlerini aratmayacak kadar son derece başarılı. Gerçekten 2 saatlik süre boyunca filmdeki heyecanın dozu asla azalmadığı gibi, sonlara doğru ise yükselişe geçiyor. Sadece aksiyon ve gerilim dolu bir zombi filmi değil Train to Busan. Hikayenin içine güzelce dramatik ögeler de itinayla yerleştirilmiş. Fedakarlık, bencillik, yardımseverlik ve ihanet gibi pek çok farklı kavram da, film boyunca seyirciye eşlik ediyor. Tam gaz devam eden yaşam mücadelesinin yanında, bencil bir baba ve kızı arasındaki ilişki, aile üzerine kurulu güzel mesajlar veren şık diyaloglar da filme renk katıyor.

Train to Busan’daki oyunculuklara gelirsek, en önemli kısmı The Flu (2013)’daki gibi sevimli ve harika performans gösteren minik kız çocuğu (Soo-ann Kim) oluşturuyor. Bunun yanı sıra başrol sayılan bencil babanın (Yoo Gong) performansının yerine, iri kıyım eş dediğimiz Dong-seok Ma’nın oyunculuğu çok daha fazla göz dolduruyor. Filmin hikayesine göre dağıtılmış olan farklı karakterlerin, seyirciye o heyecanın arasında değişik duygular yaşatması kesinlikle doğru düşünülmüş bir olay. İzlerken en azından o diyalogların ve planların yapıldığı kısımlarda biraz da olsa nefes alıyorsunuz.

Yönetmen Sang-ho Yeon, salgının çıkışı ve yayılması ile ilgili fazla detaya girmeden direk filmi gerilimle ve bol aksiyonla süslemiş. Filmin bazı yerlerinde World War Z’yi andıran çekimler ve üst-üste yığılan balık istifi şeklindeki zombilere de rastlamak mümkün. İlk başlarda çekik gözlü oyuncularımızın değişime uğrama sahneleri biraz komik dursa da, bir süre sonra başlayan ve hızlanan gerilimle birlikte bu yadırgama hadisesi unutulup gidiyor. Filmin en can alıcı ve en iyi çekilmiş sahneleri bana göre, zombilerle dolu vagonları tek tek aşmak için grubun verdiği mücadele bölümü. The Walking Dead’den her ne kadar alışkın olsak da bu duruma, bir Güney Kore filminde bu kadar itinalı çekilmiş sahnelere rastlanması şık olmuş.

Train to Busan, son zamanlarda izlediğim, bitmek bilmeyen aksiyonu ve yaşattığı gerilimi ile unutulması zor bir film oldu benim için. Güney Kore filmlerini sevmeseniz bile ön yargılı davranmayın, korelilerin itici şivesini ve konuşmalarını bir kenara bırakıp izlemeye başlayın. Pek çok Hollywood yapımı zombi filmlerinden kat kat üstün bir film. Salgın, virüs, kıyamet ve zombi temalı filmlere düşkün olanlara Train to Busan, ilaç gibi gelecektir. Bu arada bir zombi filminde ağlanır mı diye düşünmeyin elbette ağlanır.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

7 Eylül 2016

LANDMINE GOES CLICK


Gürcistan yapımı Landmine Goes Click, Levan Bakhia tarafından yazılmış ve yönetilmiş enteresan geçişleri olan rahatsız bir film. 2015 yılında Porto kentinde düzenlenen Fantasporto korku filmleri festivalinde Gürcistan dahil olmak üzere Portekiz ve Macaristan yapımı değişik korku filmleri yer aldı. Landmine Goes Click’de bu festivalden En İyi Seyirci Ödülü’nü alarak geri dönmüş bir yapım. Bakhia, daha önce Beka Jguburia ile birlikte saunada geçen ve yine psikolojiyi alt üst eden orta derecede bir gerilim filmi olan 247F (247 Fahrenheit)’e el atmıştı. Filmde gençlerin saunada kilitli kalışı ve artan ısı artışı karşısında fiziksel ve psikolojik güçlerinin sınırlarını zorlaması durumu, ister istemez izleyici de filmin içine taşımıştı.

Landmine Goes Click ise, üç gencin Gürcistan’daki eski bir savaş alanına kamp yapmaya gidişi ile başlıyor. Evlenme kararı alan Alicia ve Daniel’ın mutluluklarını yanlarındaki en yakın dostları Chris’de onlarla paylaşır. Güzel ve eğlenceli bir gecenin ardından herşey güzel giderken, Chris gündüz bir mayına basar. Hareket ettiği an patlamaya hazır olan bu mayın ve üzerindeki Chris, az sonra başlayacak olaylar zincirinin en büyük temel kaynağı haline gelir. Kısa bir süre sonra gerginlik artar, arkadaşlıklar tekrar gözden geçirilir, ortalık karışır ve Alicia ile Chris çaresizlik içinde yalnız başlarına kalırlar. Chris ayağının altındaki mayından kurtulmayı düşünürken, ne yapacağını bilemeyen Alicia’nın başına ise, farklı bir bela musallat olur. Artık ortada iki büyük sorun vardır. Film hakkında izleyeceklere fazla spoiler vermemek için, en önemli detaylarına fazla girmeden yazmak gerekiyor. O yüzden konuyu burada, yani ortasında kesmek yeterli olacak diye düşünüyorum.

Yönetmen Bakhia, hikayenin başlarda mayın üstüne kurulu ve bol diyaloglarla beslenmiş bir gerilim filmi gibi gözükmesini gayet güzel sağlamış. Filmin ortasına kadar “Olaylar hep böyle mi gidecek?” sıkıntısına girdiğiniz anda, yönetmen ustaca bir manevrayla birlikte hayatta kalma mücadelesini sert bir intikam olayına dönüştürüyor. İçinde bulundukları o stres dolu ortamda, ne yapacaklarını bilemedikleri bir durumla karşılaşan ve gittikçe sıkıntılı dakikalarla boğuşan Alicia ve Chris’in yerine ise, maalesef kendinizi koyamadan duramıyorsunuz. Ölüm korkusundan o an kendinizi feda etmenin dışında nasıl kurtulursunuz ve en akıllıca seçim nedir?, Ben olsaydım ne yapardım? sorusunu film boyunca ve özellikle finalde kendinize bol bol soruyorsunuz.

Bakhia düşük bütçeli olan bu filmi iki farklı kısıma ayırmış; Mayın ve İntikam. “Kimden, ne için intikam alınması gerekiyor?” cevabını almak için de, sizin yerinizde olsam fragmanı bile izlemeden direk filme başlardım. Ne yazık ki fragmanlar, kimi zaman neredeyse filmin tamamını hakkında gerekli ipuçlarını verebiliyor.

Ayrıca filmde elle tutulur derecede bir oyunculuk gösterisi yok, hatta tamamen amatör oyuncuların yer aldığı bir yapım gibi duruyor. Çekimlerin de çok titizce olduğu söylenemez. Ama diyaloglar kesinlikle doğaçlama yapılmış kadar iyi ve bu da gerilimin şiddetini arttırıyor. Levian Bakhia, film boyunca “I Spit on your Grave” havasını seyirciye koklatarak ilerlerken, en önemli kısmı finale saklıyor ve gerilimi açık alandan kapalı mekana taşıyarak “Funny Games” tarzında bitiriyor. Dostluk, ihanet, saldırganlık, işkence ve intikam gibi pek çok karışık duyguyu içinde barındıran Landmine Goes Click, bana göre rahatsız edici ve şiddet içeren filmler kervanına rahatlıkla girer. Türün meraklıları için tavsiye edilir, yalnız sinirden dişlerinizi çok sıkmayın!

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

3 Eylül 2016

DAN MYRICK ile Röportaj


Yaklaşık bir sene önce başladığım yerli/yabancı yönetmen veya oyuncular ile yaptığım korku filmleri röportajlarım tüm hızıyla devam ediyor. The Blair Witch Project (Blair Cadısı) filmiyle found footage (el kamerası) akımını dünyaya tanıtan yönetmen Dan Myrick (Eduardo Sanchez ile birlikte yönettiler ) ile yaptığım söyleşide aklıma takılan ne varsa sordum.

Kendisi hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum  soruları beni kırmayarak cevapladı.

Dan Myrick’e  bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

KE- Eduardo Sanchez ile birlikte “found footage” akımının başlangıcı sayılan Blair Witch Project’in bir belgesel şeklinde çekilmesine nasıl karar verdiniz? Nereden çıktı el kamerası ile film çekme fikri?

DM- Ed ve ben 70’lerin “In Search Of” ve “Ancient Astronauts” gibi TV programlarından esinlendik. Bu programlar “sahte” belgesel formatında çekilmişti, ama bize göre oldukça ilgi çekicilerdi.

KE- Blair Witch Project’den sonra birbirine benzeyen fazlasıyla found footage tarzı filmler yapıldı. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Sizce bu kadar fazla film yapmak bu türün kalitesini düşüyor mu?

DM- Tarz bakımından sayıca çok fazla benzer film vardı, ama yalnızca bir kaçı iyi kotarılmıştı. “Paranormal Activity”  aynı format ve türdeki filmler arasında anca 10 yıl sonra yapılabilen ilk başarı hikâyesiydi.

KE- El kamerası ile çekilen filmleri izlerken gözleri çok yorduğu bir gerçek. Bu konuyla ilgili ne gibi tepkiler aldınız? Sizce bunun daha kolay ve rahat izlenebilir bir yöntemi var mı?

DM- Blair Witch gibi bir filmi büyük ekranda izlemek çok zor. Aslında sinema gösterimi için değil, ev videosu olarak çekilmişti. Yine de gösterimin ilk günlerinde sersemlemiş ve hastalanmış insan geri bildirimleri bizim işimize yaradı.

KE- 2008 yapımı The Objective’in konusu farklı ve politik bir bilim-kurgu gerilimi. Hikayesi nasıl ortaya çıktı? Ne gibi araştırmalar yaptınız bu konuda?

DM- The Vimāna (Vimanas) Hindu ve Sanskrit efsanelerinde anlatılan mitolojik uçan saray ya da savaş arabası anlamına geliyor. Bizim ülkemizde UFO fikrini ateşleyen derin mitoloji türünü temsil ediyor. Bu konuda duyduğum öykülerden ve dünyanın bu bölümünden büyülenmiştim ve modern zaman bilim kurgusu için harika bir öncül ve uygun ortam yaratabilecek, aynı zamanda Amerika’nın hakkında hiçbir şey bilmediği çatışmalara girme eğilimi hakkında sosyal bir eleştiri yapabilecek gibi hissettirdi.

KE- Book of Shadows: Blair Witch 2 filmine birlikte destek verdiniz fakat filmi siz yönetmediniz, Neden?

DM- Biz yalnızca karakterlerin bazılarının yaratılmasında görevlendirilmiştik. Dick Beebe ve Joe Berlinger asıl yazarlardı. Ed ve ben başka bir Blair filmi için çok erken olduğunu düşündük, fakat Artisan(o zamanki stüdyo), Blair başarısını kapitalize etmek için zorunlu hissetti ve yeni filmi aceleye getirdi.

KE- Filmografinizde 2008 yılından sonra hiç projeniz yok. Bıraktınız mı sinema sektörünü?

DM- Aslında 2014-2015’te çektiğimiz “Under the Bed” adındaki filmi yeni bitirdim. Film bir kadının evine taşınan takipçi bir sapık hakkında bir gerilim. Yılın ilerleyen zamanlarında vizyona girmesini umuyoruz.

KE- Çok yakında yeni bir Blair Witch (16 September 2016)  filmi geliyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda, ilk filmin yerini tutar mı sizce?

DM - Bence oldukça eğlenceli olacağa benziyor. Bütün yeni bir izleyici jenerasyonunun Blair mitolojisini deneyimlemesi fikrini seviyorum.

KE- En beğendiğiniz 2 korku filmini ve 2 yönetmeni yazar mısınız?

DM- ‘The Exorcist’ William Friedkin and ‘The Shining’ Stanley Kubrick

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.



29 Ağustos 2016

THE PYRAMID


Sinemanın Indiana Jones’la başlayan arkeolojik sırlar üzerine yapılmış filmler furyası yıllar sonra The Mummy serisi ile yeniden canlanmıştı. Bir süreliğine durulan bu tarz filmler son birkaç yıldır yerini yeraltı tünellerinde ya da mağaralarda geçen klostrofobik yapımlara bıraktı. Gregory Levessaur'un ilk yönetmenlik deneyimi olan The Pyramid (Piramitin Laneti)’de,  daha önce senaryolarını yazdığı “The Hill Have Eyes”, “Mirrors” ve “Haute Tension” gibi gerilim ve vahşet yüklü filmlerdeki tarzını devam ettirdiğini söylemek mümkün.  Blair Witch Project’le başlayıp “Paranormal Activity” ile devam eden ve artık neredeyse her korku filminde karşılaştığımız el kamerası çekimlerini kullanmayı ihmal etmeyen yönetmen, filmde kendine özgü çekim tarzı ile adeta bir belgesel havası yaratmış. Bu arada el kamerası çekimlerinin benzer filmlere göre seyirciyi fazla rahatsız etmediğini söylemek mümkün.

Filmin konusu tamamen bir keşif üzerine kurulu. Tarihin en önemli keşiflerinden birini ortaya çıkarmak üzere Mısır çöllerinde araştırma yapan arkeolog grubu, yıllar öncesinden beri gömülü kalan dev bir piramidi açığa çıkarır. Ancak tam bu sırada Mısır'da yaşanan halk hareketleri artınca, bölgeden ayrılmaları istenir. Kazı alanından ayrılmak üzere son hazırlıklar yapılırken araştırma robotu ile piramide son bir bakış atmak isteyen ekip mağarada bir canlı görünce işler değişir. Ortamdan uzaklaşmak yerine meslek aşkının peşine düşen ekip karanlık piramidin içinde korkunç bir maceraya atılır.

Levessaur, “The Pyramid”de, filmin sonuna kadar sürdürdüğü gizem sayesinde seyircinin filmden kopmasını engellemiş. Yeraltında geçen filmlerin en belirgin özelliği olan havasız, sessiz ve insanın içini karartan gergin atmosferi gayet güzel kullanan yönetmen, filmin akıcı havasını bozacak her şeyden itinayla kaçınmış. Korku filmlerinde sık sık rastladığımız yeşil tondaki gece görüşü çekimleri, aniden geçen yaratık mı yoksa insan mı olduğunu asla anlamadığımız bir varlık, ürkütücü hırlamalar gibi bir dolu klişe sahnenin yer aldığı The Pyramid’in hikayesi Mısır mitolojisine de bağlanıyor. Efektlerin çok da başarılı olmadığı “The Pyramid”, bubi tuzakları, gizli geçitler gibi heyecan yaratan detaylarla yine de izleyiciyi kendine çekmeyi başarıyor.

Mitolojik bir konuyu gerilimle süsleyen “The Pyramid”, en lezzetli yerlerini kısıtlı dakikalara sığdıran ve güzel başlayıp basitçe sona eren bir film.  Çok beklenti içine girilmeden izlendiğinde türün meraklılarını memnun edebilir.  

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.