18 Şubat 2016

FOUND


2012 yapımı Found, uzun zamandır izlediğim en rahatsız edici ve sinir bozucu filmlerden birisi. Çok düşük bir bütçeyle ilk uzun metrajlı filmini çeken yönetmen Scott Schirmer,  kullandığı çekim teknikleri ve korku filmlerine yolladığı bolca göndermeleri ile adeta izleyiciye 80’ler havasını yaşatıyor. Aslında tam olarak filmde bir yıl aralığı vs. belirtilmiyor, fakat duvardaki rock gruplarına ait posterleri, video kaset dükkanında kiralanan filmleri ve çalan müzikleri hesaba katarsak hikayenin 80’lerde geçtiğini çıkartmak mümkün.

Bir romandan uyarlanan Found, abisinin katil olduğunu öğrenen fazla meraklı bir ergenin bozulan davranışlarını ve huzursuz yaşantısını ele alıyor. 12 yaşındaki Marty (Gavin Brown), okulda devamlı tartaklanan, korku filmi meraklısı olan bir çocuktur.  Şiddete eğilimli bir baba ve korku filmlerine düşkünlüğü yüzünden her seferinde kendisini azarlayan bir anne ile aynı evde yaşamak zorundadır. Arkadaşları ile evde film izlemeyi seven Marty’nin en büyük tutkusu ise, abisi Steve (Ethan Philbeck)’in odasına girip eşyalarını karıştırmak ve onun yaşam tarzına özenmek. Yalnız görülüyor ki, Marty’nin gizlice yaptığı keşiflerin ardından abisinin yaptığı işleri öğrendiğinde ortada pek de özenilecek bir tarz yok. Çünkü abisi Steve, geceleri ortadan yok olan, kurbanlarının kafasını keserek odasında saklayan kafayı sıyırmış bir seri katil. Odasında bulduğu kesik kafayı gördükten sonra ne yapacağını şaşıran ama nedense bu konuda sessiz kalmayı bir türlü beceremeyen Marty, bir akşam arkadaşı ile beraber izledikleri korku filmindeki dehşet veren olaylarla abisinin yaptıkları arasında bir bağ kurar. Şiddet kısımları çok yüksek olan bu filmde, işkence yaparak kurbanlarının kafasını kesen bir maskeli katil konusu işlenir. Ve filmdeki katilin taktığı gaz maskesinin aynısı abisinde de vardır.

Filmin bundan sonrası ise, seyirciye oldukça rahatsızlık ve tedirginlik veren olaylar örgüsü ile dolu. Konusunu her ne kadar ayrıntısı ile kısaca anlatsam da, bu filmde önemli olan şey, bu ayrıntıları izlerken yaşadığınız gerilim ve sonlara doğru hızlanacak olan kalp atışlarınızın ritmi. Found’ın en güzel yanlarından birisi, kamera tekniklerinin yerli yerinde kullanılmış olması. Marty’nin bozuk olan davranışları, telaşlı ve ne yapacağını şaşırmış halleri yakın plan çekimlerle filme oldukça iyi yansıtılmış. Ayrıca Marty ve Steve’nin performansları da filmi çok iyi yerlere taşıyor. İki kardeşin hem aile içinde, hem de kendi aralarındaki sıkıntılı ve gerginlik yaratan diyaloglar ise izleyiciyi filme daha fazla bağlıyor.

Filmin başlarda yavaş ilerleyen dramatik hali, finale doğru adım adım artan gerilimle birlikte bambaşka bir şekle dönüşüyor. Bu arada yönetmen kesinlikle filmin ana fikri konusunda oldukça açık ve net davranmayı tercih etmiş. Korku filmi izlemenin insanları ne kadar değiştirebileceğini ve fazla özenildiği takdirde nelere yol açacağını da birebir cesurca anlatmış. Psikolojisi bozuk olan insanların zaten korku filmlerini eğlence olarak görmeyip, katilleri taklit ederek ortada gezmesi gayet doğal. Ama filmde asıl anlatılan şey, katil olan bir ağabeyle birlikte yaşayan korku filmi meraklısı bir kardeşin gerçeklerle yüzleştikten sonra hayatının bir korku filmine dönüşmesi.

Uzaktan çok basit ve sıradan bir slasher filmi izlenimi veren Found, başarılı efektleri ve çekimleri ile göz dolduran, korku filmine düşkün olanları ilgilendirecek çok fazla detayı içinde barındıran oldukça profesyonelce işlenmiş bir yapım. Film psikolojik drama şeklinde başlıyor ve gerilimle devam ederek “gore” ile finali yapıyor. Bu arada hikayesi, baştan sona kadar içinize huzursuzluk verecek bir yapıya da sahip.

Bu arada bir dip not verelim: Filmin içinde Marty’nin abisinin odasında izlediği  “Headless” filmi yönetmen Arthur Cullipher tarafından 2015 yılında çekilmiş. Bulup izlemek şart.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


ÖZGÜR YELENCE ile RÖPORTAJ

 

Türk Korku sinemasına katkıda bulunan yönetmen ve oyuncularla uzun zamandır yaptığım röportajlar serisi tam gaz devam ediyor. Bu defaki konuğum, tv başında yıllarca severek izlediğimiz “Bizimkiler” dizisini 13 yıl boyunca çeken Yalçın Yelence’nin oğlu Özgür Yelence. Kendisi setlerin tozunu yutmuş ve yıllarca bu sektörde görev yapmış oldukça deneyimli birisi. Ayrıca çok da iyi bir korku filmi fanatiği. Özgür Yelence’nin ilk filmi Ceberrut, cinli, büyülü hikayelerin biraz daha dışında kalan, bir evde yaşanan ürkütücü, paranormal olaylara yer veren ve içinde mizahi unsurları da barındıran bir korku/gerilim yapımı.

Beni kırmayıp Hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları cevaplayan Özgür Yelence’ye ilk filminde iyi gişeler ve bol başarılar diliyor, teşekkür ediyorum.  


KE- Öncelikle 13 Yıl boyunca herkesin çok severek izlediği unutulmaz “Bizimkiler” dizisinin yönetmeni Yalçın Yelence’nin oğlu olmak nasıl bir duygu diye sormak istiyorum. Babanızın kariyerinizde size ne gibi yararları oldu? Kendinizden ve daha önce yaptığınız işlerden biraz bahseder misiniz?

ÖY- Yalçın Yelence’nin oğlu olmak bir sınav aslında… Herkesin gözü yaptığınız işin kalitesinde. Kötü bir iş yapma şansınız, hata yapma şansınız herkese oranla daha az. Herkesin kıyasladığı kişi bir anda babanız oluyor ve başarınızın çıtası çok yükseliyor. Bu bakımdan zor bir sınav olacak. Umarım hem benim, hem de babamın adına laik bir iş çıkar ortaya. Yalçın Bey’in oğlu olmanın yararları inanılmaz oldu elbette. Setlerde büyüdüm her işi yaptım diyebilirim. Işık ayakları, kablolar toplamaktan getir götür işlerine kadar tam anlamıyla mutfağın ortasına düştüm. Asıl hayalim oyunculuktu bu sebeple konservatuar tiyatro bölümünde okudum. Şansım hep kamera arkasına itti beni. Uzun dönem asistanlıklar yaptım. Daha önce babamın haricinde Orhan Aksoy, Kaya Ererez, Eser Zorlu, Sevgi Birsel, Levent Kırca gibi ustalarla çalışma onların asistanlıklarını yapma şansım oldu. Elbette uzun süren bu asistanlık sayesinde bu günlerimde yönetmenlik koltuğuna oturma fırsatım oldu. Daha önce yönetmen olarak diziler ve televizyon filmleri çektim, uzun süre belgeseller hazırladım bakalım umarım sinema da yaptığımız film sevilirse bu mecrada devam etmeyi çok arzu ediyorum. 

KE- Ceberrut ilk uzun metrajlı film deneyiminiz. Neden ilk olarak bir korku filmi çekmeyi düşündünüz? Korku filmlerine ilginiz nereden geliyor?

ÖY- Korku filmleri ve yazarları özellikle StephenKing gençliğimin kahramanıydı. “IT” romanından uyarlanan filmi hiç unutamadım ama işin doğrusu hayatım boyunca en çok sevdiğim branş komedi oldu. Yaptığım komedi filmlerinde çok eğlendim ve çok keyif aldım. Sinema için ilk filmimin de komedi olmasını çok istiyordum. Ama ard arda gelen tesadüfler bizim bu filmi yapmamızı sağladı. İlk hedefimiz korku filmi olmasa da,  bu filmin olmasından çok mutluyum. 

KE- Ceberrut ne demek? Filmin gerçek hikayeden kurgulandığı biliyoruz. Senaryosunu da yazdığınız Ceberrut’ın çıkış hikayesi nedir, nasıl oluştu?

ÖY- Ceberrut kindar intikamcı anlamına geliyor. Bu filmin ilk filmim olması dediğim gibi tesadüfle gerçekleşti. İlk filmim komedi filmi olacaktı bunun  için hazırlıklar yaptım senaryo oyuncu mekan nerdeyse tüm alt yapı tamamlanmıştı ki, bir problem filmimizi bir sonraki yaza attı. Ne yapalım diye düşünürken iş dışı bir sohbette arkadaşım yaşadığı evden ve gizeminden bahsetti. Bu hikaye kafamda şimşekler çaktırdı oldukça ilginçti. Bu gerçek hikayeyi aldık ve yaşandığı söylenen evde hayata geçirmeye çalıştık

KE- Filmde cinlerin ve büyülerin yerine, doğaüstü olaylar yer alıyor. Sizce paranormal vakalar insanları ne derece ürkütür ve etkiler. Gerçeklik payı nedir, diğer korku türlerine göre?

ÖY- Ceberrut filmi de, bakıldığında bir cin filmi olarak düşünülebilir ama biz senaryomuzda bunun üzerine bir atıfta bulunmadık. Daha çok Amerikan sinemasının ele aldığı şekilde yansıtmaya çalıştık. Film gerçek bir hayattan kesinti olarak kaleme alındı. Öyle ki filmin ilk yarım saati neredeyse insanları bir komedi filmine geldik havasına sokabilir. Çünkü konu aldığımız gençler farkında olmadan düşecekleri duruma gelişleri filmin hazırlık süreci diğer filmlere göre biraz farklı. Ben ilk sahneden “Burada cin var. Sizi korkuturuz. Ahh işte cinler geldi diye” başlamadım. Paranormal olayların insan üzerinde daha etkili olduğunu düşünüyorum. Güzel, güneşli sıradan bir gün bazen dakikalar içinde bir kabusa dönüşebilir. Bu yüzden film başta ağır başlıyor gibi düşünülebilir ama, ilerledikçe çok yüksek nabızlara ulaştığını düşünüyorum. Gerçeklik payına gelirsek, kendinizi bir paranormal olayın içinde düşünün ve hiçbir şey o korkunun önüne geçemez derhal oradan kaçar kurtulursunuz. Bu yüzden bu bir kapan hikayesi ve gerçek zaman diliminde geçiyor. Bir an gelip olaylar başlayınca her şey çok ama çok hızlı ilerliyor.  Tüm korku filmi yapan arkadaşlarımızı tebrik etmek gerek cidden kolay gibi görülse de bence en zor branş korku filmleri. Fakat film yaşamazsa, sizi içine alıp sürüklemezse sadece büyülerle veya dinsel objelerle yavan kalıyor diye düşünüyorum. Ben hiçbir din öğesi kullanmamaya özen gösterdim. Dört genç ve bir hoca yanlış yere gittiler ve bunu çok geç fark ettiler. Ne bir dinsel obje ne bir ayet ne bir muska sadece yanlış zaman yanlış yer… Sanırım diğer Türk korku filmlerinden en büyük farkımız bu olacak. 

KE- Filmin hem oyuncusu, hem yönetmeni olmak üstüne bir de korku filminde yer almak sizi hiç zorlamadı mı?

ÖY- Ne siz sorun ne ben söyleyeyim desem… Bu durum aslında planlanan işleri çok değiştirdi. Çünkü baştan asla böyle bir planlamamız yoktu. Biz hazırlıklarımıza ciddi provalarla başladık ben sadece kendi işimi yapıyordum. Tiyatrodan gelen alışkanlık birazda oyunculuğu sevmem sanırım oyuncu arkadaşlarıma ne istediğimi anlatırken bazen onların yerlerine geçip oynayarak anlatmaya çalışıyorum. Tabii bu provalarımızı yapımcımız sevgili Raşit Görgülü de izliyordu. Çekimlere başlamamıza üç veya dört gün kala sağlık problemlerinden çokta sevdiğim dostum olan bir oyuncumuz ayrılmak durumunda kaldı.  Hemen tekrar oyuncu arayışına girdik. Açıkçası role uygun tüm arkadaşlarımızı uzun çalışmalar sonunda bir araya getirmiştik ve yeni gelecek arkadaş daha önce yaptığımız iki haftalık provalardan yoksun olacaktı. Raşit Bey ve oyuncu arkadaşlar çekimlere iki gün kala beni bu rol için kandırdılar… Oyunculuk hayalimdi elbette hem de bir sinema filminde başrol oynamak rüya gibiydi… Rüyamda filmin çekilmesi gibi tesadüfler sonucu gerçek oldu. Bu çalışma beni gerçekten çok zorladı. Ama babam Yalçın Bey’in bize süpervizörlük yapması aynı zamanda yapımcımız Raşit Bey’in ödüllü bir yönetmen olması sayesinde birçok açık kapatıldı… 

KE-  Filmin setinde yaşanan enteresan/komik olaylar oldu mu?

ÖY- Ben her setimde babamdan öğrendiğim gibi eğlenceli çalışmayı çok seviyorum. Küfür, kıyamet, bağrışmalar en nefret ettiğim şeyler. Bu yüzden şakalar espriler her an işin keyfiydi. Ama enteresan olaylar için tam adamına soruyu sordunuz. Hayatımda yaşamadığım kadar tersliği bu filmde yaşadım desem. Şimdi bunu okuyan arkadaşlar “Hah bir korku filmi yine olaylar yaratıp ilgi çekmeye çalışıyorlar” diyebilir… Asla… Bu olayların yaşandığı ev olduğu için mi bilmem, ya da olayı ben karıştırıp kaleme aldığım için mi onu da bilmiyorum ama terslikler peşimi hiç bırakmadı. Sanırım iki kez kıl payı kafamın yarılmasından kurtuldum. Bir kez hastanelik oldum. İki kez ayağımın kırılmasından kıl payı kurtuldum. Sette artık bir asistanım elinde soğutucu spreyle peşimden dolaşıyordu. Bunları geçtim ilk haftanın sonunda sesim tamamen kısıldı ve filmin bir kısmını mecburen kısık sesle oynamak zorunda kaldım. Kardeşim Işık, her konuda fikir alışverişi yaptığın en önemli desteklerimden biriydi. Bir gün “Abi valla bu olaylar sanırım senin başına bu filmi çekme diye geliyor ama biz başaracağız” dedi. Ben karşılık olarak “boşver, ben idare ederim, allahtan yağmur yok havalar bizim yanımız da” dedim… Nereden dedim bilmiyorum ki… Ertesi gün sete geldiğimizde arka bahçe tam bir göl olmuştu. Artık tesadüfler diyerek geçiyoruz….

KE- Filminiz hakkında neler söylemek istersiniz Türk korku sineması seyircisine? İzleyicileri neler bekliyor?

ÖY- Bu film hani güzel bir gün geçirişiniz eve gelir ayaklarınızı uzatır televizyon seyredersiniz sonra duvarda bir gölge gördüğünüzü sanır bir an gerilirsiniz ya. Sonra hele evde yalnızsanız her baktığınız yer türlü türlü tuhaflıklara gebedir. Portmantoda aslı mont sanki oradan seyreder sizi. Bir korkunun içine çekilir vücudunuz, ürperir. Her sesi, her çıtırtıyı duyar olursunuz. Bildiğiniz tüm duaları okusanız da o duvarlar dar gelir size çıkıp o evden kurtulmak istersiniz. Bunlar hep beynimizin oynadığı oyunlardır aslında bir arabanın farının gölgesi ateşler belki olayları yada seyrettiğiniz bir film veya okuduğunuz bir kitap. Işıkları yakınca her şey biter ya hani…İşte bu filmde seyirciyi tek başımıza yaşadığımız kokular  bekliyor. Tek fark beynimizin bir suçu yok ve ışıkları yaksanız da hiçbir şey bitmiyor. 

KE-  Türk korku sineması, nereye gidiyor? 2016’da çok fazla korku filmi vizyona giriyor. Bu rekabet nasıl etkileyecek sizce Türk korku sinemasını?

ÖY- Türk sineması artık her branşta büyük ve güçlü adımlarla ilerliyor. Elbette rekabet her sektörde olduğu gibi sinemada da oldukça yararlı. Bu rekabet tüm izleyenlere daha iyi filmler izleme yolunu açıyor bence. Çünkü rekabete ayak uydurmanın tek yolu daha fazla kaliteden geçer. Rekabet olmazsa gelişimde olmaz. Korku sineması dünya sinemasının olmazsa olmazı. Türkiye’de de artık dünya sinemasının sıralamasına girebilecek korku filmlerinin yapılıyor olması gurur verici. Umarım bu rekabetin içinde şans bulan bir film olur Ceberrut…


KE- Yeniden korku filmi çekmeye devam edecek misiniz? Yeni projeleriniz varsa kısaca bahseder misiniz?

ÖY- Evet düşüncemiz Ceberrut filmini devam ettirmek. Farklı hikayelerle farklı mekanlarda Ceberrut’u seyirci ile tekrar buluşturmak. Ama bunun yanında en büyük hayallerimden biri yine Türkiye de denenmemiş bir korku türü çekmek. Bu tarz    Amerikan sinemasında kullanılan “Hiper-Horror” dediğimiz bir tür. Üç boyutlu olarak çekmeyi düşündüğümüz bu film bir adamın intihara kadar sürüklenen hikayesini konu alıyor. Senaryosu hazır olan bu proje bakalım hayat bulabilecek mi hep beraber göreceğiz.


KE- Çok korku filmi izler misiniz? Bugüne kadar sizi en çok etkileyen, favoriniz olan korku filmi ve yönetmenler nelerdir?

ÖY- Korku filmlerini gerçekten çok seviyorum ve çok fazla izliyorum. Beni en çok etkileyen filmler tabii biraz eskiye gideceğim yaşımda çıkacak ama StephenKing’in romanından uyarlanan “IT” filmi,Christine, TheExorcist, TheAmityvilleHorror, Shining, yeni dönemde ise Paranormal Activity, Insidious, TheConjuring,  Annabelle favorilerim. Sadece korku ustası değil ama en büyük usta bence John Carpenter özellikle They Live yine unutamadığım bir filmdir. Bu arada sizin John Carpenter ile yapmış olduğunuz röportajı da okudum çok başarılıydı. Yerli korku filmleri dışında yurtdışındaki korku sinemasına yönelik yönetmen ve oyuncularla röportaj yapmanız çok iyi bir iş. OrenPeli ve James Wan da özellikle son dönemde imrenerek takip ettiğim yönetmenlerden. Ayrıca sevgili Hasan Karacadağ’a özellikle Türk sinemasında korku filmlerinisevdirdiği için teşekkür edip sevgi ve saygılarımı sunuyorum…

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

TONY TILSE & MICHAEL HURST ile RÖPORTAJ


Hiç yılmadan tam gaz devam ettirdiğim, korku sineması üzerine yerli/yabancı yönetmen/oyuncular ile yaptığım röportajlarım gittikçe daha da heyecan verici bir hale dönüşmeye başladı. Bu defaki ise, John Carpenter ve Jack Sholder gibi ustalardan sonra beni en çok heyecanlandıran röportajlardan birisi oldu. Çocukken en çok sevdiğim kült korku filmi Evil Dead tam 30 yıl sonra yeniden bir dizi şeklinde ekranlara geri döndü. Ash vs Evil Dead, ilk sezon 10 bölüm olarak yayınlandı ve  dizide orijinal filmin yaratıcısı Sam Raimi dahil olmak üzere toplam 6 yönetmen yer aldı. Aralarından kendilerine ulaşmayı başardığım iki yönetmen Tony Tilse ve Michael Hurst, dizi için ikişer bölüm çektiler. Tony Tilse daha çok tv dizileri ve mini serilerde yer alan bir yönetmen ve şu anda yine bir korku klasiği olan Wolf Creek filminin dizi versiyonu için sette çalışmalarına devam ediyor. 59 yaşında olan Michael Hurst ise çok önemli tv dizilerinde hem oyunculuk, hem de yönetmenlik yapmış birisi. Yönettiği ve oynadığı diziler içinde bölüm sayısı en fazla olan ve en çok tanınan yapımları ise şöyle; Hercules: The Legendary Journeys , Xena: Warrior Princess, Andromeda, Legend of The Seeker, Spartacus: Blood and Sand.

Her iki yönetmen de, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladılar.

Tony Tilse ve Michael Hurst ikilisine, bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyorum.

KE- Dizinin iki bölümünü siz yönettiniz. Ash vs Evil Dead dizisini çekeceğinizi duyduğunuzda ne hissettiniz?

TT- Ben de serinin bütün fanları gibi, çekilmesi planlanan ve filmlerin bir devam dizisi olan Ash Vs Evil Dead çok heyecanlandım. Benden bölümlerin bazılarını yönetmemi istemeleri ise, çok büyük bir onur ve ayrıcalık. Bu gerçekten çok heyecan verici.

MH- Bruce Campell' le tekrar çalışmak ve böyle çılgın bir gösterinin zorluklarının üstesinden gelmek hayli heyecan vericiydi.

KE- Diziye başlamadan önce Evil Dead filmlerini tekrardan izlediniz mi? Ne gibi hazırlıklar yaptınız ?

TT- İlk filmleri defalarca izledim. Benim bölümüm Ash'in 30 yıl sonra kulübeye dönüşünü içerdiği için Evil Dead'i çok fazla izledim. Kulübede olan her şeyin orijinaline uygun olması şarttı. Ayrıca yaptığımız herşeyin orijinal filmlerin görüntüsünü ve kapsamını daraltmaması gerekiyordu. Aynı zamanda benim için Sam Raimi'nin oluşturduğu tarzı muhafaza etmek de çok önemliydi ve bu yüzden de Sam'in filmlerinin çoğunu izledim.  Çekim seçkilerindeki  komik kurgulamayı yaparken müthiş bir bakışı var. Onun bu komik tarzı aynı zamanda Three Stooges'ı sevmesinden  kaynaklı, dolayısıyla o da benim film listemde idi.

MH- Filmleri tekrardan izlemedim. İlk filmi 1980 lerin başında gösterildiğinde izlemiştim ama dürüst olmak gerekirse AVED'in senaryoları ne yapılması gerektiği konusunda zaten çok açıktı.

KE-  Bruce Campbell gibi bir oyuncu ile çalışmak nasıl bir duygu? Sette oyuncular ile yaşadığınız güzel anılarınız var mı?

TT- Bruce Campbell için daha ne söylenebilinir ki, efsane. Tam bir profesyonellik, müthiş dürtüler ve şahane bir adam. En güzel anım Bruce'un içeri girip kulübenin setine doğru yürüdüğünde, onun 30 yıl önceki haline ne kadar sadık kalınarak tekrardan yapıldığını fark etmesiydi. Ash evine geri dönmüştü.

MH- 90’larda Bruce'la beraber Hercules ve Xena filmlerinde beraber çalıştık ve birbirinin mizah anlayışından, enerjisinden keyif alan iki arkadaş haline geldik. Onunla tekrar çalışmak harikaydı. Çok komik, çok hoş bir adam ve tam bir profesyonel. Kendisi ile çok sıkı çalışmak zorunda kaldık ve günler uzundu.  Ama her daim eğlenceli bir işti ve ee ne de olsa her işte biraz neşe vardır. Setten en fazla aklımda kalan şey kandı. Yapay kanın içinde boğuluyorduk neredeyse. Bu da mesleki bir risk sanırım.


KE- Neden dizinin her bölümlerinde farklı yönetmenler var? 10 fazla bir bölüm sayısı değil, tek bir yönetmene bıraksalar olmuyor mu?

TT- Bir sürü seride bu iş böyledir. Bu durum kaynakların daha efektif kullanımını sağlar. Her zaman bir tane yapım öncesinde, bir tane filmi çekerken, bir tane de yapım sonrasında vardır.

MH- Hiç bir yönetmen 10 bölüm devam edemez. İki bölüm yaparız ve işimiz biter. Gerçekten öyle. Bu iş, temposu bir şekilde sürdürülebilen uzun metrajlı film çekmeye benzemez. AVED'de biz inanılmaz bir hızla çalışırız ve durmayız. İki bölümün sonunda pilimiz biter. Bu bölümlerin birisini çekmesi sadece beş gün sürüyor !

KE- Her bölümde bol kan ve makyaj gerektiren sahneler var. Bu sahneleri çekerken hiç zorluk yaşadınız mı? İyi ya da kötü bir anınız var mı?

TT- Bütün kanlı sahneler benim için çok keyifliydi. Asıl sorun ikincisini çekmek için zamanı iyi ayarlamak, çünkü büyük bir temizlik lazım. Ray Santiago, Dana DeLorenzo ve Jill Marie Jones 'un olduğu 9. bölümdeki  sahnede Amanda'nın turistle beraber etten kuklalarla oynaması benim en sevdiğim kanlı anımdır.

MH- Yapay kan her zaman zordur çünkü yapışkandır, her yere bulaşır ve de biz normal insanda bulunandan çok daha fazlasını kullanırız. Kanı son dakikada akıtırız çünkü ne  olacağı belli olmaz. Zamanın çoğu dublörü hazırlamak ve protezlerle geçer. "Kan musluğunu" bir kere açtık mı artık geri dönüşü olmaz. Bir de kaçınılmaz olan şey, hataları telafi etmek için zamanın pek kalmamasıdır. Bu yüzden de hiç hata yapmamamız gerekir. Sette çok sık olan bir şey de 'yeterince kan bulunmamasıydı!' Bölümün bir yerinde özel efekt sorumlumuzla birlikte Bruce'un üzerine kan hortumuyla aşırı miktarda kan püskürttük ve o esnada ben  'Daha fazla kan !, daha fazla kan ! diye bağırırken, Bruce da 'Evet bebeğim! işte bu daha fazla yolla! diyordu.

KE-  Evil Dead serisinin çok fazla hayran kitlesi var. Sizce neden bu kadar çok seviliyor Evil Dead?

TT- Korku, kan ve kahkahalar hepsi şahane bir roller coaster izlencesinin içinde. Sevilmeyecek hiçbir yanı yok. Bunda Bruce Campbell'in Ash'inin de payı büyük tabii.

MH- Bence insanların bu konsepti sevmelerinin temel nedeni işin ucunun nereye gidebileceği konusunda bir endişe olmaması ve kan dökmenin saçma sapan muhteşemliğidir. Ayrıca Evil Force/ “cani güç” dediğimiz, gerçekten de sadece insanlara saldıran bir sabit kamera çekimi ile kesinlikle her türlü şeyi yapabiliriz. Bu da bizim basit bir şekilde korkunç  şeyler yapabileceğimiz anlamına gelir. Sonunda bu çok büyük bir keyiftir işte.


KE- Evil Dead’in dizi olarak geri dönmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? İlk sezon nasıl sonuçlandı size göre?

TT-  İlk sezon beklentilerin çok üzerindeydi. Yapımcılar ve yazarlar Sam Raimi'nin yaratmış olduğu o orijinal çılgın dünyayı geri getirerek müthiş bir iş çıkarmışlardı. Tam bir akıllara zarar. Benim için ise, en iyi yönetmenlik tecrübelerimden biriydi.

MH- İnsanlar televizyonda her zaman yeni ve sürükleyici bir şey arıyorlar. AVED bu açığı dolduruyor. Aynı zamanda şu sıralar televizyonda popüler olan girift dramlara karşı da bir panzehir oluyor. Biz burada kısa, sert, yoğun, neşeli, saçma, etkileyici , kanlı, saygısız ve zorlamayan, içinde çok kötü adamları neşe içinde kesen, biçen, deşen sevilesi karakterleri barındıran işler yapıyoruz. AVED üzerine çalışırken harika zaman geçirdim.

KE- İkinci sezonda sizi tekrardan kamera karşısında görecek miyiz?

TT- Eğer fırsatını yakalarsam kesinlikle.

MH- Daha önceden almış olduğum işlerden dolayı ne yazık ki yeni iş sezonuyla ilgili olarak zaman veremiyorum.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

2 Şubat 2016

DOĞA CAN ANAFARTA ile RÖPORTAJ


Türk ve yabancı korku filmleri ile ilgili röportajlar serisinin bu defaki konuğu Mihrez: Cin Padişahı filminin yönetmeni Doğa Can Anafarta. Korku sinemasına genç yaşından beri ilgi duyan Doğa Can ile Kadıköy’de bir mekanda buluşup uzun uzun konuştuk. Yönetmenin ikinci korku filmi olan Alamet-i Kıyamet, alışılmış Türk korku filmlerinin dışında farklı bir konuyu ele alıyor. Filmin gösterim tarihi ise 20 Mayıs 2016.

Hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları cevaplayan Doğa Can Anafarta’ya teklifimi geri çevirmediği için çok teşekkür ediyorum.


KE- Mihrez: Cin Padişahı’ndan sonra bu ikinci korku fiminiz. Nereden geliyor bu korku sinemasına olan tutkunuz?

DCA- Küçüklüğümden geliyor. Çocukluğumda yasak olan her şey benim için keyifliydi. Korku filmi izlemekte onların başında geliyordu. Büyük kuzenim ben üç yaşımdayken beni hayvan mezarlığına götürmüş, bende keyifle izlemişim sonra annemin haberi olunca tabii korku filmlerini yasaklamış. Ama ben hep bir şekilde izlemesini buldum, gizlice Süreyya sinemasında vizyona giren tüm korku filmlerini izlerdim. Tabii o zaman yaş sınırı falan kimse takmıyor. Küçüklüğüm uyurken Freddy’in gelmesini beklemekle geçti. Biraz büyüyünce Hitchcock ile tanıştım. “Kuşlar “izlediğim en keyifli filmlerden biriydi. Farklı karakterlerin bir adada doğa tarafından kıstırılması kadar zevkli hikaye olamaz bence. Carpenter'dan Fog, Gremlins, ve Halloween tarzındaki filmler de çok hoşuma gitmişti. Sonradan fark ettim ki, korku filmi çekmek aslında hayalindeki kötülükle, hayatındaki kötülerin savaşı.

KE- Bize kısaca filmin hikayesinden bahseder misiniz? Nedir Alamet-i Kıyamet?

DCA- Pazarlama açısından henüz filmin tam konusunu anlatamasam da, şu kadar söyleyebilirim. Biz her gün normal hayatlarımızı yaşıyoruz, halbuki belki yan apartmanda birisi işkence görüyor. Belki sokağımızda korkunç tarikatlar var, belki gerçekten şeytanlar var ve bizim haberimiz yok, çünkü onları görmüyoruz, fakat bu görmememiz gerektirdiği anlamına gelmiyor. Filmimiz, 1999 yılında yaşanan alametlere kendi açısından bakan ve olanları saptırmayan, fakat siz görmüyorken bunlarda yaşandı diyebilen bir film. Tabii ki, din, mitoloji ve psikolojik korku ekseninde.

KE - Alamet-i Kıyamet, cinlerin ve büyülerin olmadığı farklı bir film. Filmin sloganı olan “Sizi korkutan şeyler aslında #‎No72 'de yaşanmış hikayenin ta kendisi cümlesi bile oldukça merak uyandırıyor. Filminiz hakkında neler söylemek istersiniz Türk korku sineması seyircisine? İzleyicileri neler bekliyor?

DCA- Anlatım dili olarak çok farklı bir film bekliyor diyebilirim. Kanat Doğramacı ve Oğuzhan Başoğlu da çok farklı düşünen ve yenilik isteyen yapımcılar. Desteklerini hiç esirgemediler ve bu yüzden de iyi bir birleşim oldu. Hep beraber ne yapmak istediğimize karar verdik.  Sonrasında ise tarikatlar ve sembolizm üzerine çok uzun bir dekor çalışması yapıldı. 72 No’lu apartmanda bulunan her eşya aslında çok daha farklı anlamlar ifade ediyor ve her yerde bir sembol saklı. Ben seyirci olsaydım bu filmden alacağım en büyük keyif, içindeki sembolleri keşfetmek olurdu. Hatta apartmanın numarasından başlayabilirler :)

KE- Türkiye’de korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var?

DCA-  “Yine mi ? ” İlk tepki bu oluyor ve ben bunu sevmiyorum. Fragmanı koyduk,  hemen yine cin filmi falan. Aslında hiç alakası yok. Kardeşim bir izle, oku sonra istediğin yorumu yap. Seyirci farklı tür korku filmlerine destek olursa dünyaya açılırız. Çekim konusunda bence hiç bir ülkeden eksiğimiz yok.

KE-  2016’da çok fazla korku filmi vizyona giriyor. Bu rekabet nasıl etkileyecek sizce Türk korku sinemasını?

DCA- Rakipler hakkında çok konuşmak istemiyorum, herkes için hayırlısı ama korku filmlerinin birbirlerine yakın tarihlerde çıkması,  korku filmlerine yapılacak bir yanlıştır. Çünkü ülkede zaten sınırlı seyirci var ve o seyirci bölünürse herkes kaybeder. Dolayısıyla bu rekabet film kalitesini yükseltecek mi emin değilim. Biz ekip olarak çok kaliteli bir film yaptık ve içimiz çok rahat.

KE- Korku sinemasında çok farklı türler yer alıyor. Türkiye’de bu türlere yer vermek ne kadar doğru bir karar sizce? Artık yavaş yavaş seyircinin cinlerden ve büyülerden kurtulması gerekmiyor mu?

DCA- Gerekiyor kesin ama, seyirci de seviyor. Gişe rakamları da bunu söylüyor zaten. Bu sene sanırım yavaş yavaş deneniyor farklı alt türlere geçiş, umarım sektör olarak başarırız.

KE - Çekimler sırasında sette yaşanan ilginç veya komik olaylar varsa bizimle paylaşır mısınız?

DCA- Ekipçe çok eğlendik o kadarını söyleyebilirim. Yeni film yaparsak yine beraberiz.

KE- Yeniden korku filmi çekmeye devam edecek misiniz? Yeni projeleriniz varsa kısaca anlatır mısınız?

DCA- Aklımda birçok korku filmi senaryosu var, fakat bir sonraki projem sanırım bir aşk filmi olacak. Fark etmişsinizdir ki, aşk falan pek yakın olduğum bir konu değil. O yüzden ben bile söyleyince garipsiyorum ama, yaşayamadığım bir aşkı anlatmak süper bir şey ve o iş için inanılmaz heyecanlıyım.

KE- Çok korku filmi izler misiniz? Bugüne kadar sizi en çok etkileyen, favoriniz olan korku filmi ve yönetmenler nelerdir?

DCA-  Her korku filmini izliyorum diyebilirim ve şimdi ise Krampus’u bekliyorum. Favori yönetmenim klişe olacak ama yapacak bir şey yok Hitchcock. En sevdiğim filmler Birds, Elm Sokağında Kabus, It, The Devil’s Backbone ve bence korku sayılmaz ama Jawsı izlerken keyiften ölebilirim.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

NICHOLAS McCARTHY ile RÖPORTAJ


Korku filmleri üzerine yaptığım röportajlar serisinin bu defaki konuğu benimde favori filmlerimden birisi olan The Pact (Ruh)’ın yönetmeni Nicholas McCarthy. Önce kısa film olarak çektiği 2012 yapımı The Pact’ı daha sonra uzun metrajlı bir filme dönüştüren yönetmenin birde 2014 yapımı At The Devil’s Door (Şeytanın Kapısında) adlı filmi bulunuyor.

Hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları cevaplayan Nicholas McCarthy’e teklifimi geri çevirmediği için çok teşekkür ediyorum.


KE- Korku filmi tutkunuz nereden geliyor?

NM- Çocukluğumdan beri korku filmlerine hep ilgi duymuşumdur. İzlediğim ilk filmler Amerikan televizyonlarında gösterilen1950' lerin bilim kurgu yaratık filmleriydi . Onların o dehşetengiz görüntüleri ve fikirleri beni hep büyülemiştir. Sonradan bir daha da kopamadım onlardan.

KE- Senaryosunu da yazdığınız The Pact oldukça başarılı ve farklı bir korku filmi. Filmin hikayesinin çıkış noktası nedir? Bize biraz anlatır mısınız?

NM- THE PACT orijinal olarak 10 dakikalık bir kısa filmdi ve benim de korku filmi atmosferine sahip ilk yönetmeye çalıştığım şeydi aslında. THE PACT 'in kısa filmi tam olarak geleneksel bir korku filmi değildi. Daha çok o türe yakın bir çalışmaydı ve biz hayalet fikrini kullanmış olduk.  Aynı zamanda THE PACT, uğursuz ve karanlık atmosfere sahip bir filmdir. Filmleri finanse eden bir şirket kısa filmi izledi ve benden uzun versiyonunu yönetmemi istedi. Ortaya çıkan uzun metrajlı film ise çok daha geleneksel bir korku filmi oldu.

KE- Devam filmi olan The Pact 2’yi neden siz yönetmediniz?

NM- O sıralar ikinci uzun metrajlı filmimi çekmekle meşguldüm ve başka birinin benim başlatmış olduğum bir şeyde, istediği her şeyi yapabilmesi fikri hoşuma gitti açıkçası. Filmi henüz görmedim.

KE- Son filminiz At The Devil’s Door’ı yazarken etkilendiğiniz filmler oldu mu? Devam filmi olacak mı? Olursa siz mi yönetmeyi düşünüyorsunuz?

NM- AT THE DEVIL'S DOOR, THE PACT filminin hemen ardından yazılıp yönetildi ve hemen hemen aynı kadro kullanıldı. Ama pek düzgün bir iş olmadı ve Amerika'da iyi iş yapmasına rağmen, devam filmi çekilmesine yeterli olmadı. Biz zaten yapıldığı taktirde ortaya garip ve yamuk yumuk bir şeyin çıkacağını biliyorduk ve ben bir devam filmi olabileceğini aklıma bile getirmedim açıkçası. 

KE- Sizce, korku sinemasında farklılık yaratmak için neler yapılmalı?

NM- Bence bir yönetmen, içgüdüsel olarak doğru olduğunu hissettiği şeye önem vermeli; sonrasında iş sizin kendinize ait fikirler, temalar ve görüntülerle zaten son bulur. Gençliğimde bir ara bir aktristi takip ederken kamerayla çekim yaptığımız bir kısa film yapmıştım. Bu, seneler sonra bile beni etkisinde bırakan çok güçlü bir şeydi. Uzun metrajlı filmlerime bakarsanız hep o aynı görüntüyle biter, bir tür mantra gibi. Neden etkili olduğunu tespit etmek güç, ama öyle işte ve yaptığım filmlerde bir tür imza gibi.

KE- Bize yeni projeleriniz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Korku filmlerine devam mı?

NM-  Evet ! 2016’da yeni bir korku filmi yapıyor olacağım. Ayrıca HOLIDAY adında, yaparken çok keyif aldığım ve seneye gösterilecek olan kısa metrajlı bir korku filmini yeni tamamladım.

KE- Korku filmi çekerken seyircinin hikayeden kopmaması için sadece efektler ve ani çıkışların arkasına sığınmak doğru mu? Yanında güzel bir hikayede olması gerekmiyor mu? 

NM-  Ürkütücü sahnelerin yanı sıra elle tutulur bir hikayeye mutlaka ihtiyacınız var tabii ki. Ama gelin görün ki mesela PARANORMAL ACTIVITY 1 ve2'de yapımcılar bir hikaye anlatmaya çalıştılar ama bu en az ilgi çeken şeydi. Bütün mesele korkunç ve ürkütücü sahneler. Hikayenin yanında bazı filmlerde bu tarz sahneler filmleri etkili kılan şeyler.

KE- Şimdiye kadar hiç Türk korku filmi izlediniz mi? İzlediyseniz düşünceleriniz nelerdir?

NM- Hiç Türk korku filmi izlememiş olmakla beraber elimde bir Türk 'Giallo' sunun  70’lerde popüler olan İtalyan tipi katil kim filmleri DVD si var. Film, aşka susayanlar, seks ve cinayet. Büyük İtalyan Giallo’su “THE STRANGE VICE OF MRS WARDH''ın tekrarı. Etkileyici bir film ve iki filmin de orijinaliyle beraber Türk versiyonunu da izledim.  

KE- En beğendiğiniz 2 korku filmini ve 2 yönetmeni yazar mısınız?

NM- THE TEXAS CHAINSAW MASSACRE / Tobe Hooper
CAT PEOPLE / Jacques Tourneur

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.