23 Eylül 2015

SICARIO



Finaliyle izleyeni sarsan film Incendies (İçimdeki Yangın), Prisoners ve Enemy gibi çarpıcı filmlere imza atan yönetmen Denis Villeneuve, bu kez farklı bir yapımla karşımızda. Ağır yol alan, aksiyondan çok gerilime ve dramaya yönelmiş bir film Sicario.

Güzel bir baskın sahnesiyle açılan ve içinde Heat’deki kadar sıkı bir çatışma sahnesi barındıran Sicario, seyirciyi ister istemez aksiyona yönelik beklenti içine soksa da, maalesef böyle bir durum gerçekleşemiyor. Daha çok karakter odaklı bir film olmasından dolayı, baştan sona kadar gergin kalmamıza değecek bir tempoyla da karşılaşamıyoruz.
Başroldeki kadın karakterimiz Kate ( Emily Blunt), aşırı gergin geçen bu baskının ardından kaybettiği arkadaşlarının acısından ve hırsından dolayı Meksika’daki uyuşturucu kartellerin başını yok etmeye yönelik özel bir ekibe katılır. FBI ajanı olan Kate gönüllü olarak katıldığı bu ekibin başında bulunan ağzından laf çıkmayan sadece emir veren sevimsiz Matt ( Josh brolin)’e ve operasyonda yer alan gizemli bir kişiğe sahip olan Alejandro( Benicio Del Toro) ‘ya istemeden de olsa katlanmak zorunda kalır. Oldukça iyi planlanmış bir harekat doğrultusunda Meksika’ya doğru yola çıkan ekibin içindeki Ajejandro’nun asıl göreve katılma amacı geçmişiyle ilgili bir davayı sonuçlandırmaktır.

Sürekli kendini sorgulayan, psikolojisi başındaki bu iki adam tarafından devamlı bozulan, idealleri için uğraşıp duran Kate’in şaşkın şaşkın bakışlarıyla başlayan film, yine şaşkın bir haliyle son buluyor. Devamlı içinde bulunduğu ortamla çatışan ve aradığı gibi bir görevle karşılaşamayan Kate, ne yapacağını şaşırmış aksak bir FBI ajanı olarak devamlı oradan oraya savrulup duruyor. Film boyunca ne yaptı, ne katkısı oldu operasyona derseniz, cevap HİÇ. Kate’in bu kadar beceriksiz ve ezik vaziyette bulundurulmasına neden olan bu operasyonun sırrı, sonlara doğru her ne kadar açığa çıksa da bu durum, seyirciyle Kate’in arasındaki bağı asla kuvvetlendiremiyor. Josh Brolin ve Del Toro filmin en güçlü iki rolünü sırtlanmış bir vaziyette adeta döktürüyorlar. Matt’in ukala ve bilmiş tavırlarını, Alejandro’nun ise sır perdesi şekline büründüğü tetikçi karakterinin yarattığı gergin halleri, baştan sona dikkate alınır bir vaziyette seyirciyi ele geçiriyor. Özellikle Del Toro, tetikçi rolü için biçilmiş bir kaftan. Filmin başından sonuna kadar yarattığı gizemi, dikkatli bakışları, ağzından çıkan az ama öz lafları ve özellikle en önemli final sahnesindeki sarsıcı ve gerilim yüklü performansı ile Alejandro karakterinin kolay kolay unutulmayacağı kesin.

Meksika’da bu tip kartel ve uyuşturucu işlerinin nasıl yürüdüğünü, hükümet ve polisinde ne gibi işler karıştırdığını açık seçik anlatarak bu konuya yönelik tonlarca mesajı içinde barındıran Sicario, daha önce hiç işlenmemiş bir konuya sahip değil. Defalarca bu tip senaryolarla karşılaşmış olmamıza rağmen bu kadar güçlü oyunculuklar, alacakaranlıkta çekilmiş şiir gibi görüntüler ve arka plandaki şahane müzikler işin içine girince Sicario, ister istemez hepsinden çok daha ön plana çıkıyor. Operasyon sırasındaki gece görüşü-termal gözlüklerle çekilmiş sahnelere ve tüneldeki detaya fazla girilmeden ortaya çıkan çatışma görüntülerine baktığımızda görüntü yönetmenin çok iyi iş çıkarttığını görüyoruz.

Sonuç olarak Sicario (Tetikçi anlamında), kirli işlerin ve geçmişte kalan hesaplaşmaların anlatıldığı, neredeyse belgesel şekline bürünmüş bir suç draması. Benicio Del Toro’yu ön plana çıkartarak filmografisinde güçlü bir yere taşıyan, düşük tempolu ve karakterler üzerine kurulmuş olan Sicario, True Detective’in ağırlığına sahip fazla abartılacak bir yanı olmayan normal düzeyde bir film.  

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

15 Eylül 2015

CONTRACTED / CONTRACTED: PHASE 2



Yazı çok az Spoiler içerir.

Psikolojik korku/gerilim türleri arasına rahatlıkla yerleşebilecek kadar ürkütücü bir yapım olan Contracted (2013), izleyenlere son derece rahatsızlık veren bir vücut korku(body horror) filmi. Çok bilindik bir konuyu değişik ve gerçekçi bir şekilde anlatan filmin yönetmeni Eric England, finalinde o kadar  büyük bir açık kapı bırakıyor ki, nasıl böyle biter, böyle bir son mu olur diye bayağı bir yönetmeni sövüyorsunuz. Devam filmi olan Contracted: Phase 2 (2015) ise, birçok filmde rastlamadığımız bir şekilde, ilk filmdeki son sahnenin kaldığı yerden tam gaz ilerliyor. İkinci filmin farklı yönetmeni ve senaristi olmasına rağmen kendilerine emanet edilen Contracted’ın devamını da büyük bir titizlikle ve konuyu dağıtmadan bağlıyorlar.

Contracted, Samantha adında lezbiyen bir kızın sevgilisi Nikki tarafından bir kenara atılması sonucu bir partide kafayı bulmasıyla başlıyor. Sam aynı zamanda bir uyuşturucu bağımlısı ve  terk edilme olayından dolayı fazlasıyla mutsuz. Her ne kadar gözleri partide Nikki’yi arasa da umduğunu bulamaz ve kafasının darma duman olduğu bir sırada yanına gelen esrarengiz bir adamla kısa bir süre sonra ilişkiye girer. Arabada gerçekleşen seks,  normal boyutların üstünde adeta bir tecavüz şeklinde gerçekleşir. Ertesi sabah uyandığında hiçbir şey hatırlamayan Sam’in vücudunda bol miktarda kanama başlar. Ardından dökülen saçlar ve tırnaklar, elinde kalan dişler derken vücudu değişime uğrayarak yavaş yavaş çürür. Hastanede doktora gözükse bile asla tedavi olmak istemeyen Samantha, bu ürkütücü değişimle tek başına başa çıkacağını sanar, fakat bu yaptığı en büyük hatadır. Seksle bulaşan bu hastalığın tedavisi olmadığını anlayan Samantha, arkadaşı Riley ile birlikte seks yaparak içinde bulunduğu dehşeti daha büyük boyutlara taşır.

Contracted: Phase 2’de ise ilk filmdeki en can alıcı final sahnesini takip eden olaylar zinciri bu defa  Riley üzerinden ilerliyor. Kendisindeki değişimi kısa sürede fark eden Riley, çaresiz bir şekilde bu enfeksiyondan kurtulmanın yollarını arıyor. İlk filmde enfeksiyonun çıkış noktası olan, yani Sam’in ilişkiye girdiği adam hakkında fazla detaya girilmiyor fakat ikinci filmde Riley’in ilginç davranışları ve kısa sürede gerçekleşen olaylardan, hastalığın bir zombi virüsü olduğu ortaya çıkıyor. Ve tamamen ilk filmden bağımsız ve farklı bir şekilde gelişen  Contracted: Phase 2, klişelere yenik düşerek ısırılmalı bir dönüşüm macerasına atılıyor.

Contracted, aslında aptallık yapan insanlar üzerine yapılmış ahlaklı ve akıllı bir film. Sarhoş olup dağılırsan, uyuşturucu kullanırsan ve üstüne de tanımadığın bir adamla korunmasız bir şekilde ilişkiye girersen olacaklara katlanırsın. Normal yaşantımızda yapılan bu tarz hataların sonunda ortaya çıkan zührevi hastalıklar, virüsler, tamamen bu filmde yaşananlar gibi, insan bedenini ele geçiriyor, dallanıyor, budaklanıyor ve vücudunu eritiyor. Film zaten bu tip hayat tarzını benimseyenler için koskoca bir ders niteliğinde şekilleniyor. Samantha rolunü oynayan Najarra Townsend, rolü gereği geçirdiği fiziksel değişime o kadar iyi ayak uydurmuş ki, gerçek mi değil mi anlamak zor. Contracted, müthiş makyajların yanında kareografinin de son derece itinalı hazırlandığı, gerilimin yanı sıra büyük bir dramı da içinde barındıran bir film. Yönetmen Eric England, psikolojisi gittikçe bozulan ve hızlı ilerleyen bu virüsle boğuşan bir kızın çaresizliğini, hatta sayılı günlerini de ekrana taşıyarak seyirciye an ve an o gerilimi yaşatıyor. David Cronenberg’in, bedensel değişimi en iyi anlatan filmi The Fly, ne kadar sarsıcı ve etkileyici bir yapıya sahipse, Contracted’da aynı yolda ilerleyerek o derece etkiliyor seyirciyi. Jaws filminden sonra denize girmeden önce bir kere düşünüyorsanız, bu filmden sonra yabancı biriyle ilişkiye girmeden önce iki kere düşünmeniz gerekiyor.

Contracted: Phase 2’nin yönetmeni olan Josh Forbes ise, Contracted’daki sağlam konuyu dağıtmadan toparlayabilmesi için sanırım olayları zombi temasına bağlamayı daha uygun görmüş olsa gerek ki, ikinci filmi izlediğinizde, ilk filmdeki kasvetli ve ağır ilerleyen o havanın tersine, bol aksiyonlu ve kanlı bir filmle karşılaşıyorsunuz. Her ne kadar klişe bir olaya bağlansa da, hiçbir şekilde kalitesini bozmadan ilerleyen Contracted: Phase 2, bir süre sonra bambaşka bir havaya bürünüyor. Kaçmalar,  kovalamacalar, ısırıklar, değişimler falan derken bir bakıyorsunuz ki, yine sürprizli bir final ve ucu açık kalan bir film karşınızda. John Forbes, ikinci filmin ilk filmle beraber peş peşe izlendiğinde seyircinin daha fazla keyif alması için, ilk senaryoya oldukça sadık kalarak hiçbir kopukluğa yer vermeden ve tüm boşlukları doldurarak işini gayet iyi yapıyor.

Contracted ve Contracted: Phase 2, alt metni çok sağlam olan ve sinema sektöründeki birçok zombi filminden daha itinalı hazırlanmış bir psikolojik vücut korku filmi olarak yerini uzun süre koruyacağı kesin. Son filmde yazıların hemen sonrasındaki çarpıcı bir sahne 3.filmin yolda olduğunu seyirciye haber veriyor. Eğer, 3.filmde en az bu ikisi kadar kaliteli olursa güzel bir üçleme olarak korku filmleri arasına yerleşir.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır. 

THE VISIT



M.Night Shayamalan, The Sixth Sense ile büyük çıkış yakalamış, Signs ve The Village filmleri ile şanını sürdürmüş bir yönetmen. Ne yazık ki son yıllarda çektiği The Last Airbender ve After Earth gibi tarzının dışında yer alan lüzumsuz yapımlarla izleyicinin gözünden düştü. Son filmi olan 2015 yapımı The Visit (Ziyaret), bir nebze de olsa yeniden kendisini su üstüne çıkaran bir yapım olmuş.

Hikaye iki küçük kardeşin belgesel çekme macerasını anlatıyor. Ellerinde kamera ile ilk başta anneleriyle yaptıkları açılış konuşmasıyla belgesele başlayan ufaklıklarımız, çekimlerine bir haftalığına ziyarete gittikleri büyükanne ve büyükbabalarının çiftliğinde devam ederler. İlk başlarda çok heyecanlı olan kardeşler evdeki iki yaşlıyla beraber gece gündüz zaman geçirmeye başlayınca işin yavaştan tadı kaçmaya başlar. İlginç huyları olan evin yaşlı büyüklerinin her hareketlerini ve yaşam biçimlerini kameraya çeken Tylar ve Becca, geceleri büyükannelerinin tuhaf ve ürkütücü davranışlarına tanık olunca ortalık oldukça gerilmeye başlar.  

İlk defa denediği Found Footage (Buluntu Film) tekniğinin altından başarıyla kalkan Shayamalan, adeta bu tarzı biçimsizce kullanan diğer yönetmenlere ders veriyor. Asla göz yormayan ve mide bulandırmayan bir titizlikle filmi çeken Shayamalan, daha çok kız kardeş Becca’nın tarafından çekimi seyirciye aktarmış. Filmin en güzel yanı ise erkek kardeş Tyler’a senaristin güzel diyaloglar yazması ve Ed Oxenbould (Tyler)’ın da bunun altından başarıyla sıyrılması. Tyler’ın olduğu her sahnede seyirciye gülme garantisini veren Shayamalan, bir anda yaşattığı gerilimle beraber o gülücüğü kursağınızda bırakmayı da çok iyi beceriyor. Kardeşlerin filme kattığı renk sayesinde The Visit, korku/gerilim tarzından öte mizahın ve gerilimin nerede nasıl kullanılacağını çok iyi anlatan bir korku/komedi filmi olmuş. Filmle ilgili tüm detayları zamanla unutsanız bile, Tylar’ın rap yaptığı sahneleri sanırım unutmanız mümkün olmayacak. Filmde Ed Oxenbould kadar başarılı oynayan, pasta, börek, çörek yapma meraklısı, ürkütücü ve gizemli bir büyükanneyi canlandıran Deanna Duragan ‘ın performansını da unutmamak gerekiyor. Rolünün hakkını veren yaşlı oyuncu özellikle gece evde yaşattığı gerilim dolu sahneleri ile göz dolduruyor.

Shayamalan, yaşlılıkla beraber ortaya çıkan rahatsızlıklara ve psikolojik sorunlara  bolca yer vererek gerilim ve komedinin yanına dramatik ögeleri de titizlikle yerleştirmiş. Hatta o kadar güzel işleniyor ki bu durum, bir yandan kamera çekimleri, diğer yandan kabus gibi geceler falan derken finale yakın karşılaşacağınız büyük sürprizi düşünecek vaktiniz kalmıyor. Shayamalan olunca işin içinde, ister istemez eski filmlerinden aşina olduğumuz ters köşe beklentisi nihayet bu defa karşımıza çıkıyor.

The Visit’in, yönetmenin son dönemdeki rezalet filmlerinden sonra seyirciye ilaç gibi geleceği aşikar. Yalnız finaldeki güzel sürprizin tadı damağımızdayken olayların bir anda ışık hızıyla çözülmesi ister istemez izleyeni şaşkına çeviriyor. Bunun dışında bana göre fazla gereksiz yeri bulunmayan The Visit, en azından Shayamalan ‘ın kendi usulüne uygun bir yapım olarak filmografisinde yer alacak.  

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

13 Eylül 2015

VISIONS



 Visions (Geçmişin Laneti) trajik ve etkileyici bir sahneyle açılıyor. Ardından belli bir zaman aşımı sonrasında kendimizi şarap bağlarında ve nefis şarapların içinde buluyoruz. Yaşadıkları korkunç kazanın ardından olayın şokunu üstlerinden atmak ve yeni bir başlangıç yapmak isteyen Eveleigh ve David çifti, işte bu üzüm bağlarında şarap üretme işine girerler. Böyle garip bir işe başlayarak her ne kadar kafalarını dağıtmak ve işledikleri günahtan arınmak isteseler de Eveleigh pek bu işin içinden sıyrılamaz. Kaza sonucu bir bebeğin ölümüne neden olduğu bu travmatik durum kendisine adeta yapışır. Etrafta değişik sesler duyar, kişiler görür ve sürekli bir halüsinasyonla boğusur. Tipik korku filmi klasiği olan kocayı ne yaparsan yap, ne anlatırsan anlat inandıramama halleri ne yazık ki Visions’ın içeriğinde de mevcut. Bir kere de bir filmde “ya evet haklı olabilirsin, dur bir araştıralım” denilmez, illa kadın delilikle suçlanır hep onlar rüya görüyordur anlattıklarında hiç gerçeklik payı yoktur. Ne zaman ki kocanın başına kötü ruh ya da şeytani varlık musallat olur ve kendisini oradan oraya fırlatır ya da kafasına bir şey çarpar o zaman anlar her şeyi. Bunlara korku severler artık alışmış vaziyette olduğundan seyrederken ayrıntılara takılmadıklarında güzel bir seyir zevki yaşayabiliyorlar. Tabii ki kocadan hayır görmeyen ve tek başına kalan, aynı zamanda hamile olan Eveleigh, karnında çocuğuyla beraber koşturup evin eski sahiplerini araştırarak bu meseleyi çözmeye karar verir. Sadece kocası değil doktoru ve arkadaşları da dahil olmak üzere yaşadığı bu doğaüstü olaylara inanmayıp kendisine ilaç tedavisini uygun görürler. Bu esnada yaşanan olaylar gitgide arap saçına dönüşür ve içinden çıkılamaz bir hal almaya başlar.

Visions ,ailenin yeni eve taşındıkları ilk dakikadan itibaren korkutma üzerine kurulu her türlü detayı seyirciye birebir yaşatmayı başarıyor. Kapı gümlemesinin sarsıcı sesi, evden gelen acaip vızıltılar, patlayan camlar, sislerle kaplı bahçenin ıssızlığı ve ürkütücü sessizliğin yaşattığı gerilim, seyircinin devamlı olmasa da arada bir koltuğundan zıplatarak keyfini bozabilecek kadar etkileyici. Filmin başından sonuna kadar evin içinde yaşanan her ayrıntıyı hafızanızda saklarsanız sonlara doğru bir puzzle haline gelen Visions’ın ne anlattığını rahatlıkla toparlayıp çözebilirsiniz. Daha önce iki adet “Testere” filmi çeken ve son zamanlarda ise “Jessabelle” ile adını duyurmuş olan yönetmen Kevin Greutert, filmde yaşanan olayları bizlere aktarırken aslında başka şekilde düşünmemizi sağlıyor. İzlerken konunun dağılmış parçalarını birleştirmekle uğraşırken bir bakıyorsunuz ki, senaryo aslında çok farklı ve harika bir şekil almış. Yani boşuna kafa yormayın neler oluyor diye, nasılsa finalde değişik olaylarla karşılaşacaksınız, o yüzden dikkatlice  izleyin yeterli.

Farklı türdeki filmlerin birer karışımı haline getirilmiş olan Visions, konunun alt metninde yatan hamilelik, doğacak çocuğun lanetli olması, eve musallat olan kötü ruh vs gibi pek çok kez işlenmiş klişe konulara değişik bir açıdan yaklaşıyor. Ayrıca farklı ve etkileyici finaliyle birlikte kendini bu türdeki yapımlardan bir adım öne çıkarmayı da başarıyor. Oyunculuklara bakacak olursak çok da olağanüstü bir durum olmadığını herkesin üstüne düşen görevi güzelce yerine getirdiğini görüyoruz. Ayrıca çoğunun birer dizi geçmişi olduğunu da söylemek gerek. Evin kocası David rolündeki Anson Mount’ı Hell on Wheels dizisinden, doktor rolündeki Jim Parsons’ı The Big Bang Theory’den ve minnacık, gereksiz bir rolle karşımıza çıkan Eva Longoria’yı ise Desperate Housewives’dan tanıyoruz. Filmi neredeyse tek başına götüren Eveleigh karakterini canlandıran Isla Fisher ise diğer oyuncuların performanslara bakıldığında içlerinde en yetenekli olanı.

Hikayesi dağınık gibi gözükse de sonlara doğru rahatça kendini toparlamayı başarabilen Visions, enteresan kurgusu, şaşırtıcı ve sürpriz finaliyle beraber gerilim ve korku türüne yakışan bir film olmuş. Etrafta sürüyle vasat korku filmi dolanırken kesinlikle bu filme bir şans vermek gerek. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

3 Eylül 2015

WHO AM I



Nereye bakarsak bakalım  internet olan her yerde insanlar dağılmış durumda. Kiminin elinde tablet, kiminde cep telefonu, yanındakinde laptop  birisi sosyal medya peşinde, diğeri başkasına eft yapıyor. İçinde internet bulunan her şey iyiden iyiye hayatımıza hükmetmeye başladıktan sonra attığımız her hareket her eylem gün geçtikçe takip edilebilir hale geldi. Teknoloji çağı her geçen gün daha ileri boyutlara ulaştıkça senaristler, yönetmenler internetin başımıza neler açabileceğine dair birçok yapımlar ortaya sunmaya başladılar. Bilgisayar korsancılığında çığır açan hackerlık eylemlerini anlatan filmler hepimizin çok ilgisini çekmeye başladı. Seyrederken filmlerin büyüsüne kapılmamak elde değil. Acaba mı, gerçekten böyle mi  dedirten filmlerin hikayesinin yüzde doksanında gerçeklik payı bulunmakta.

Sneakers (1992) , Hackers (1995), Swordfish (2001) gibi yapımlar bilgisayar korsancılığı üzerine az çok bizi bilgilendirmiş içimize şüpheler sokmaya başlamıştı. Artık neredeyse federal polislerin sunucularından tutun, bankaların sistemlerindeki her türlü detaya hakim olabilen bilgisayar dehaları ve bunların kurdukları gruplar tüm dünyada son yıllarda kendini göstermeye başladılar bile. Adeta sistemle dalga geçen bir hal takınan hacker grupları, istedikleri her bilgiye sahip olabildikleri gibi artık bu maharetlerini bir eğlence haline getirmeye de başladılar. Örneğin, hackerların başını çeken grupların ne meşhur olanları Anonymous ve RedHack’in neler yapabildiğine tüm dünyaca hala şahit olmaya devam ediyoruz. Böylesine gündemde olan bir konuyu bu defa daha önce adından pek söz ettirmeyen alman bir yönetmen  “Baran bo Odar” hayata geçirmiş.

Film 25 yaşında antisosyal biri olan Benjamin’in ünlü bir hacker olan Max’in dikkatini çekmesiyle başlıyor. Benjamin üstün  zekası sayesinde kafaları dağıtan projeleri ile kısa zamanda Clay adındaki bir hacker grubuna dahil edilir. Vendetta misali birer maske takarak kendilerini önce ufak işlerle eğlendirerek vakit geçiren Clay grubu gün geçtikçe tüm dünyaya güçlerini ispatlama gereği duyarlar. Bu hırsları artık bir oyundan çıkar ve olaylar gittikçe büyümeye başladıkça herkesin dikkatini çekmeyi başarırlar. Polis ve İnterpol Clay’in peşine düşer, fakat evdeki hesap çarşıya uymaz ve başka bir hacker grubu da başlarına bela olur.

Filmde yönetmenin başarısını görmemek elde değil. Özellikle metro sahnesindeki karanlık atmosfer, takılan maskelerin ürkütücülüğü , arka fonda çalan ve filme oldukça yakışan techno parçalar , takıldıkları mekanların tasarımları Who Am I ‘ı diğer eşdeğer filmlerden farklı kılan nedenlerden birkaçı. Bu arada filmin ilk başlarda klasik hacker macerası şeklinde gösterilip sonlarına doğru olayların farklı yönde ilerlemesi, gerilimin artması ve finalde ters köşe üzerine ters köşe zincirlemesi, yönetmenin çok iyi iş çıkardığının bir kanıtı. Başroldeki, sıkıntılı ve hafiften sıyırmış Benjamin karakterinin tam anlamıyla hakkını veren genç oyuncu Tom Schilling’in performansı gerçekten izlenmeye değer. Who Am I, her ne kadar bir grup hikayesini anlatsa da aslında tüm detaylar ve konunun ağırlığı Benjamin üzerinde toplanmış.

Önümüzde, son zamanlardaki klişe Hollywood filmlerinden sonra sağlam bir senaryoyla yazılmış bomba gibi bir yapım duruyor. Alman sinemasından hoşlanmam diye ön yargılı olanlara tavsiyem , böylesine heyecanlı ve gerilimi yerli yerinde olan Who Am I ‘a bir şans vermeleridir. Bu arada 2015 yapımı Mr.Robot adlı dizinin de bu filmden fazlasıyla etkilendiğini de söylemek gerekiyor.              

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.