29 Ocak 2017

xXx: Return of Xander Cage


Taking Lives, Disturbia, Eagle Eye ve I Am Number Four gibi farklı türlere imzasını atan D.J.Caruso, bu defa çok ateşli bir aksiyonla kendini gösteriyor. Rob Cohen’in elinden çıkan ilk xXx filminden sonra Vin Diesel’in yüksek ücret istemesi üzerine ikinci film için Ice Cube’la anlaşan yapımcılar seriyi bir felakete taşımıştı. İkinci filmde öldü gösterilen Xander Cage karakteri için artık Vin Diesel ile ne kadara anlaştılarsa geri getirmeyi başardılar. Ama şunu hesaba katmadılar; o artık 50’ye merdiven dayadı ve şu anki fit görünümlü hantal vücudu extreme sporları konu alan atlamalı zıplamalı filmler için çok müsait değil. Bu yüzden de yapımcılar, Diesel tek başına yakın dövüş sahneleri ile boğuşmasın diye yanına bir grup adamı salıvermişler.

Extreme sporlardan ajanlığa terfi etmiş Xander Cage, akıl hocası Gibbons (Samuel L. Jackson)’ın ölümü üzerine CIA operatörü Jane Marke (Toni Collette) tarafından yeni bir göreve atanır. Uyduları yönetip dünyada patlatmak üzere geliştirilmiş Pandora’nın Kutusu adındaki tehlikeli bir aletin peşine düşen Xander Cage, karşısında Xiang (Donnie Yen) ve ekibini bulur. Kısa süre içinde bu ekibin Gibbons tarafından toplandığını anlayan Xander, uçuk kaçık tiplerden oluşan kendi adamlarını da bu ekibe dahil ederek güçlerini ikiye katlar. Zaten bundan sonrası evlere şenlik. Vur patlasın çal oynasın.

D.J.Caruso filmin bazı yerlerinde, kim düşman kim değil gibi kafa karıştıran ufak hamlelerde bulunsa da, çok başarılı olamıyor. Çünkü film, seyircinin öyle bir durumu tahlil edip düşünderecek kadar güçlü bir senaryoya sahip değil. Hatta yüzeysellikten kıvranan hikayenin belki daha keyifli olur diye aralara serpiştirilen mizahı bile kötü. Espriler basit ve sıradan. Xander Cage’in yeniden göreve dönerek aktif hale gelmesi film boyunca esas kahramanın kendisi olacağı anlamına gelmiyor. Yanındaki yedekleme ekibinin filme katkısı çok daha fazla. Donnie Yen’i seriye katmaları çok mantıklı olmuş. Diesel’in altından kalkamayacağı sahnelerde Yen, yeteneğini kullandığı görkemli dövüş koreografileri ile aksiyonu bir nebze eğlenceli hale getirmiş. Gerçekten ekipteki herkes Diesel’den daha faydalı olmuş filme. Kasıntılı bir halde ortada dolaşan ve devamlı sırıtan cool Xander Cage karakteri, bir süre sonra sevimsiz bir hale dönüşüyor. Konuşuyor, taktik veriyor ama işleri yedekleme takımı hallediyor.

xXx: Return of Xander Cage (Yeni Nesil Ajan: Xander Cage'in Dönüşü), gerçeklikten çok uzakta gezinen, yerçekimine meydan okuyan mantık dışı extreme sahnelerle donatılmış ve aksiyonun dozunu fazla kaçırmış bir film. Köprüden tırlara atla üstünde koş, motorla sörf yap, üstüne bir de araba çarpsın yerlerde sürün tamam da bari biraz terle falan yüzünde bir çizik olsun. James Bond filmlerinde, Mission: Impossible ve Fast and Furious serisinde teknolojik akıllı aksiyon sahneleri doludur. Ama bu filmlerin alt metni sağlamdır, senaryosu iyi yazılmıştır ve içindeki mizah ile birlikte izlendiğinde o uçuk kaçık aksiyon sizi rahatsız etmez. İyi hikaye/yerinde aksiyon formülü bu filme de doğru uygulanmış olsaydı, belki çok daha keyifli olabilirdi. 

Görülen şu ki, Vin Diesel’in dövmeli kaslı vücudunun arkasına sığınarak pazarlama tekniğini çok iyi kullanan bir film xXx: Return of Xander Cage. Filmin Donnie Yen sayesinde sadece Amerika değil Asya gişelerini de hedef aldığı çok belli. Şu anda yapılacak tek şey, daha üzücü bir manzara ile karşılaşmamak için bu seriyi fazla uzatmadan sonlandırmak. Ice Cube’ın yapamadığını Vin Diesel geri döner yapar mantığı ne yazık ki tutmamış. Vakit geçsin, hareketli bir film olsun izleyelim diye düşünenlere tavsiyem, The Expendables’ı bulun baştan izleyin daha mantıklı.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

19 Ocak 2017

Queen of Katwe


"Katwe'nin Kraliçesi: Hayat, Satranç ve Olağanüstü Bir Kızın Büyük Usta Olma Rüyasına Dair Bir Hikâye" adlı kitaptan uyarlanan Queen of Katwe, hintli kadın yönetmen Mira Nair’ın elinden ilham verici bir hikayeye dönüşmüş. İzlerken Cool Runnings (Üşütük Popolar, 1993)’ı hatırlayacağınız filmde bu defa, komedinin yerine karakter odaklı bir çalışmaya yer verilmiş. Merkezine Phiona (Madina Nalwanga) adlı bir kızı yerleştiren Queen of Katwe, diğer biyografik/spor filmlerinin tersine bu defa fiziksel değil zihinsel bir sporu yani santrancı ön plana çıkarıyor. Uzak bir coğrafyadan gerçek bir başarı öyküsünü anlatan Disney yapımı bu film, aslında oldukça dramatik bir yapıya sahip.

Filmin hikayesi Uganda’daki Katwe gecekondusunda ailesi ile birlikte yaşayan Phiona’nın santranç öğrendikten sonra yaşamını değiştirmek üzere vereceği kararlar üzerine kurulu. Babası olmayan Phiona, kardeşlerini geçindirmek için annesi ile birlikte çalışıp, mısır satıyor. Okuma yazma bilmeyen Phiona, dünyanın en yardımsever koçu tarafından keşfedildikten sonra bir santranç programına katılır. Zaman geçtikçe ustalaşmaya başlayan Phiona, kendisindeki pratik zekayı da keşfetmesiyle birlikte hayatını değiştirmek ve Uganda’yı temsil etmek için Dünya santranç turnuvalarına hazırlanır.

Disney filmleri denince akla, renkli peri masalları ya da sıcacık ve samimi aile filmleri gelir. Bu defa yine Afrika görüntüleriyle dolu rengarenk bir aile filmine ve fazla karikatürize edilmemiş bir başarı hikayesine tanık oluyoruz. Disney filmi olduğundan gecekondu bölgelerini ele alan siyasi mesajlara fazla ağırlık verilmediği de bir gerçek. Bunun yerine zorlu ve korkunç çalışma ortamlarının içinden çıkan bir karakterin liderliğe yükselişine odaklanılıyor. Ufak yaştaki öğrencileri eğiten koçun onların pozitif olabilmeleri ve başarıyla tanışabilmeleri için başvurduğu mizahi yöntemler ise filme neşe katıyor. Kazanmaya odaklı her spor filminde olduğu gibi yine heyecanlanıyoruz ve yine gözler doluyor. Uganda’da yaşayan ve fakir bir bölgeden gelen Phiona ile zengin çocuklardan oluşan rakip oyuncular arasındaki kültür farkı da filmde fazla göze batmadan eleştiriliyor. Oueen of Katwe, basit ve sonu tahmin edilebilir bir film olmasına rağmen seyirciyi sıkmadan kendisine bağlayacak çok fazla detaya sahip. Sadece santranç turnuvalarını ön plana çıkaran uzun ve durağan sahnelerle dolu bir film değil. Aile içinde yaşanan dramatik olaylar ve yaşam mücadelesi en az filmin ana hikayesi kadar önem taşıyor.

Yönetmen Mira Nair, içinde bulunduğu kötü koşullardan ötürü hiç kimsenin öğrenme hakkından mahrum kalmamasını ileri süren fazlaca detayı filme güzelce yerleştirmiş. Ayrıca 20 yıldan fazla Uganda’da yaşayan Nair, buradaki fahişelik, yoksulluk  gibi ögeleri sıkça göstermeyi tercih etmiyor ve seyircinin ana karaktere acımasını değil o karakterle gurur duyulması için elinden geleni yapıyor. Filmin en baskın karakterlerinden birisi de çocukları için ölmeye hazır bir anne olan Nukka (Lupita Nyong’o). Yeri geldiğinde sert ve eleştiren ama asla bulunduğu içler acısı duruma rağmen onları ihmal etmeyen çok iyi bir anne. Yönetmenin kadın olmasının da filme çok katkısı olduğunu düşünüyorum. Niar neredeyse filmin tüm yükünü anne-kız, Nukka ve Phiona’nın sırtına taşımış, hatta hikayeye yön veren bu iki kadın, filmi daha otantik bir hale getirmiş. Sonuç olarak satranç, “küçük olanı büyük yapabilen” bir spordur mesajını veren Queen of Katwe, azim ve başarı öykülerine ilgi duyanların zevkle izleyeceği bir film.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


2 Ocak 2017

Din ve inanç içerikli korku sinemasına kısa bir bakış


Sinema ile din ilişkisini gözler önüne seren Hollywood sineması, bu işin propagandasını en iyi yapanlardan birisidir. Din ve dini temaları, filmlerin konusuna ya da herhangi bir bölümüne o kadar güzel yedirir ki, izlerken ister istemez siz de o motiflerin büyüsüne kapılırsınız. Bu dini ögeleri içeren film isimlerinin illa The Passion of The Christ (Tutku - Hz. İsa’nın Çilesi), The Message (Çağrı), The Last Temptation of Christ (Günaha Son Çağrı) veya The Ten Commandments (On Emir) gibi anlaşılır olması da gerekmiyor. Örneğin fantastik/bilim-kurgu filmi The Matrix’i izlerken, nasıl Neo (The One - Tek)’ya inanıyorsak, onu bir kurtarıcı olarak görüyorsak, işte burada seyirciye farklı yollardan Mesih kavramı aşılanıyor demektir. Matrix felsefesinin içinde, dini kavramları ve farklı dinleri ortaya çıkaracak pek çok sembol ve unsur  yer almaktadır. Başka bir örnek de George Lucas tarafından yaratılan, dünyayı altına üstüne getiren Star Wars serisidir. Serinin ana kaynağı olan Jedi Şövalyelerini birer dini kaynak olarak gören pek çok kişi, 2001 yılında nüfus kütüklerine kendilerini bu şekilde kaydettirdi. Sosyal medya da bile Jedi dini adında bir dinin olduğuna çok sayıda kişi inandı. Ayrıca bu dini takip eden 100bine yakın kişi de kendilerini her yerde barış savaşçıları adıyla tanıttı. Bu ve buna benzer çok sayıda örnek teşkil eden, din propagandasını gizlice ya da göstere göstere yapan yüzlerce sinema filmi ve belgesel ortaya çıktı ve çıkmaya da devam ediyor. Gün geçtikçe artan bu filmler sayesinde beyazperde, kesinlikle dini inançları empoze edici özelliğini yıllarca korumaya devam edecek gibi gözüküyor.

Kendi inançlarını beyazperde üzerinden aktarmaya çalışan tabii ki sadece Hollywood veya Güney Kore sineması değil. Türk sineması da Hollywood’un temelinde yatan Hristiyan korku ve inanç temalarını, İslami temalara ve kaynaklara taşıyarak son yıllarda pek çok korku filmi ortaya çıkarmıştır. Hollywood, uzun yıllar önce dini ögelerini ve inanç sistemlerindeki cennet, cehennem, şeytan gibi unsurları korku filmlerine başarıyla taşımıştır. Halen şeytan çıkarma üzerine yapılmış en başarılı film olan Exorcist (Şeytan) gibi bir başyapıtın ekmeğini yiyen çok sayıda korku filmi yönetmeni vardır. Yıllar geçtikçe şeytan çıkarma ayinlerinin yer aldığı sayısız Hollywood filmi yapıldı ve din ve korku itinayla korku sinemasında birleştirildi. Hatta kıyamet inancının yer aldığı filmlere de yer verildi. Bu filmleri yaparken Hollywood, her zaman senaryonun tekdüze olmasından kaçındı ve dini ögeleri polisiye ve gerilim/gizem hikayeleri ile güzelce harmanlamayı başardı. Ne yazık ki Türk korku sineması, Hasan Karacadağ imzalı Dabbe serisi ile başlayan cin konulu filmler furyasını, gün geçtikçe gözle görülür şekilde olumsuz yönde ticarete dönüştürdü. Hocaların, büyülerle ya da farklı yollarla içine cin giren kişilerle olan mücadelesi, çekilen tüm filmlerde kendini tekrarlamaya başladı ve halen de devam ediyor. Ayrıca aynı cin hikayelerinin devam etmesinin yanına bir de maddi imkansızlıktan doğan baştan savma görsel efektler de eklenince filmler iyice basitleşmeye başladı. Neredeyse yapımcılar, yönetmen ve senaristler afişinde cin kelimesinin türevleri olmadığı zaman korku filmlerine kimsenin gitmeyeceğine inandılar ve bu durumu da Türk seyircisine inandırdılar. Tabii ki hal böyle olunca, polisiye/gerilim veya gizem üzerine kurulu dini motifleri de içeren sağlam senaryolar yazılamıyor ve Türk korku sineması da maalesef yerinde sayıyor. Son zamanlarda gelişmekte olan İskandinav polisiye/gerilim filmlerinde bile dini unsurlar ve inanç güzel bir şekilde hikayeye serpiştiriliyor. Zamanla sağlam senaryolar yazılırsa sanırım Türk sineması da farklı alt türlerde (gerilim/gizem/polisiye vb. gibi) dini ve islami ögeleri güzelce kullanabilir.

Dini kendine konu edinmiş filmler söz konusu olduğunda mutlaka dini savunan tarihi/savaş yapımları veya belgeseller olması gerekmiyor. Dini anlatan, tanrı inancına yer veren, günahlardan arındırma gibi temel ögeleri içinde barındıran korku/gerilim filmlerine de sıkça rastlamak mümkün. Özellikle korku filmlerinde kilise, rahip, papaz, haç, kutsal su, ayinler vb. gibi din unsurlarının en önemli simgeleri daha ön planda yer almaktadır. Hatta gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan pek çok şeytan çıkarma (Exorcism) üzerine yapılmış film de çekilmiş ve bu filmler diğer korku filmlerine kıyasla izleyenlerin üzerinde daha kalıcı etkiler bırakmıştır.

Dünya sinemasında dini ve inancı sorgulayan fazla sayıda korku filmi yer almaktadır. Aşağıda yer alan filmler, şeytan çıkarma üzerine yapılmış, benzerlerine göre daha inandırıcı ve ürkütücü olan filmlerdir. Bu tür filmleri sevenlerin ilgiyle izleyeceğini düşündüğüm bu yapımlar, gerçekten seyrettikten sonra biraz uyku kaçırtacak cinstendir.

Stigmata, 1999

Film, Stigmata olayını (Hz.İsa’nın çektiği tüm acılara maruz kalınması, el, ayak ve vücutta aniden kanamalar başlaması) yaşayan bir kadını incelemekle görevli bir rahibin mücadelesini anlatır. Dini inancı fazla olan ve kendini dine fazla kaptıran insanlarda rastlanan bir olay olan Stigmata’da, açılan bu yaraların kapanmadığı da söylenir. Olayı yaşayan Frankie adlı kadını canlandıran Patricia Arquette’nin oyunculuğu ise mutlaka görülmelidir. Filmin sonunda ise, bu olayı gerçekten yaşayanlar gösterilir. Oynadığı senelerde çok iyi eleştiriler alan Stigmata, sinema ile dine olan inancı birleştiren en iyi filmlerden birisidir.

The Exorcism of Emily Rose (Şeytan Çarpması,  2005)

Gerçek bir hikayeden uyarlanan film, 70’lerde Almanya’da yaşamış olan Anneliese Michel adlı bir kızın yaşadığı şeytan çıkarma olayının sinemaya uyarlanmış halidir. Filmde Anneliese, Emily Rose adını almıştır. Emily, üniversiteye gitmek için şehre taşınır. Sabaha karşı 03:00 sularında kapısı açılıp kapanır ve cisimler hareket eder. Olay sadece bununla kalmaz ve kendisinde büyük bir güç hisseder, boğulacak gibi olur. Vücudundaki değişimler devam etmeye başlar, hastaneye kaldırılır fakat olaylar çoğalmaya başlayınca ailesinin yanına döner. Kısa sürede aynı şeyler tekrar yaşanır ve ailesi bunların şeytan çarpması olacağından süphelenip, ayin düzenlemesi için rahip Moore’ı çağırır. Moore saat 03:00’ün şeytanın saati olduğunu söyler ve ayine başlar. Ayin sırasında genç kız ölünce peder suçlu bulunur ve mahkemeye çıkarılır. Bu tür dini-doğaüstü filmlerin arasında en ürpertici ve gerçekçi olanı sanırım bu filmdir. Genç kızın yaşadıkları, erkek sesi ile konuşması, vücudunun deforme oluşu ve değişimi başarıyla canlandırılmıştır. Ayrıca şeytan çıkarma ayini sırasında, Emily'nin vücudundaki altı şeytan, farklı dillerde kendilerini tanıtmıştır.

The Rite (Ayin, 2011)

Yaşanmış bir olaydan esinlenen The Rite, şeytan çıkarma ayinlerine inanmayan ve inançları doğrultusunda hep şüpheci yaklaşan ilahiyat fakültesi öğrencisi Michael Kovak’ın hikayesini anlatır. Etrafındaki tüm rahiplere ve üstlerine karşı gelen Michael’ın, herkes tarafından tanınan, şeytan çıkarma işinin ustası peder Lucas (Anthony Hopkins) ile tanışınca tüm fikirleri değişir. Karşılarına çıkan çok önemli ve korkunç bir vaka karşısında ikilinin tüm inançları sorgulanmaya başlar. Hristiyanlık propagandasının tavan yaptığı film, Hopkins’in mükemmel performansı ile de göz doldurur. Dini inançların, anne ve tanrı sevgisinin şeytani güçleri yok edebileceğini başarılı sahnelerle ve sarsıcı diyaloglarla anlatan The Rite, bu türün benzerleri arasında üst sıralarda yer almayı başarmıştır.

The Possession (Şeytan Tohumu, 2012)

Bir baba-kızın antika bir kutuyu satın aldıktan sonra başlarına gelecek beladan kurtulma hikayesini ele alan The Possession, paranormal olaylar ile başlayıp şeytanın kızı ele geçirmesi ile devam eder. Filmin diğer exorcism temalı filmlerle olan benzerliği göze çarpsa da, şeytan çıkarma ayininde Hristiyan rahip yerine Yahudi Hahamın kullanılması ile farklılık yaratır. Aslında hikaye Yahudilerin Dibbuk kutusu dedikleri kötü ruhları hapseden ufak bir sandık üzerine kurulu. Başında “bir gerçek hikaye” uyarısı yazan The Possession, korkutmayı başaran gerilim dolu sahnelerle yüklü akıcılığını kaybetmeyen bir film.

Deliver Us From Evil (Bizi Kötüden Koru, 2014)

Gizemli, çözülmesi zor ve açıklanamayan bir takım cinayetleri çözmek için bir polis ile şeytan çıkarma konusunda uzman olan bir rahip görevlendirilir. İkili olayları en ince noktasına kadar çözmek için uğraşırken diğer yandan polis Sarchie ise, ailesinin başına musallat olan şeytani güçlerle uğraşır. Polisiye/gizem/gerilim ve korku gibi dört ayrı türü birleştiren film, özellikle sonlara doğru hikayenin akışını değiştiren şeytan çıkarma seansı ile de seyirciden tam not alır. Ayrıca filmde geçen olayların gerçek polis raporlarından ortaya çıktığını da belirtmek gerekiyor. Deliver us from Evil, tanrı inancı olmayan bir polisin şeytan çıkarma olaylarından sonra inancını yeniden gözden geçirmesi gibi dini bir detayı, polisiye bir filme nasıl aktarıldığına iyi bir örnektir.

Not: Yukarıda adı geçen ve seyretmenizi tavsiye ettiğim 5 film öncelikli olanlardır. Bunların yanı sıra, son dönemlerde çekilmiş yine dini inançları fazlasıyla sorgulayan, şeytan çıkarma ayinlerine yer veren bazı filmleri de yazmak istiyorum. Yine türün meraklıları için ideal olan bu filmleri arayıp bulmak ve izlemek size kalıyor. İyi Seyirler…

The Haunting in Connecticut (Lanetli Ev, 2009), The Devil Inside (İçimdeki Şeytan, 2012), The Exorcism of Molly Hartley (2015), The Vatikan Tapes (2015), The Possession of Michael King (2014), The Offering (7.Gün, 2016) …


Bu Yazım GodFather dergisi Ekim-Kasım 2016 sayısında yayınlanmıştır.