29 Ağustos 2016

THE PYRAMID


Sinemanın Indiana Jones’la başlayan arkeolojik sırlar üzerine yapılmış filmler furyası yıllar sonra The Mummy serisi ile yeniden canlanmıştı. Bir süreliğine durulan bu tarz filmler son birkaç yıldır yerini yeraltı tünellerinde ya da mağaralarda geçen klostrofobik yapımlara bıraktı. Gregory Levessaur'un ilk yönetmenlik deneyimi olan The Pyramid (Piramitin Laneti)’de,  daha önce senaryolarını yazdığı “The Hill Have Eyes”, “Mirrors” ve “Haute Tension” gibi gerilim ve vahşet yüklü filmlerdeki tarzını devam ettirdiğini söylemek mümkün.  Blair Witch Project’le başlayıp “Paranormal Activity” ile devam eden ve artık neredeyse her korku filminde karşılaştığımız el kamerası çekimlerini kullanmayı ihmal etmeyen yönetmen, filmde kendine özgü çekim tarzı ile adeta bir belgesel havası yaratmış. Bu arada el kamerası çekimlerinin benzer filmlere göre seyirciyi fazla rahatsız etmediğini söylemek mümkün.

Filmin konusu tamamen bir keşif üzerine kurulu. Tarihin en önemli keşiflerinden birini ortaya çıkarmak üzere Mısır çöllerinde araştırma yapan arkeolog grubu, yıllar öncesinden beri gömülü kalan dev bir piramidi açığa çıkarır. Ancak tam bu sırada Mısır'da yaşanan halk hareketleri artınca, bölgeden ayrılmaları istenir. Kazı alanından ayrılmak üzere son hazırlıklar yapılırken araştırma robotu ile piramide son bir bakış atmak isteyen ekip mağarada bir canlı görünce işler değişir. Ortamdan uzaklaşmak yerine meslek aşkının peşine düşen ekip karanlık piramidin içinde korkunç bir maceraya atılır.

Levessaur, “The Pyramid”de, filmin sonuna kadar sürdürdüğü gizem sayesinde seyircinin filmden kopmasını engellemiş. Yeraltında geçen filmlerin en belirgin özelliği olan havasız, sessiz ve insanın içini karartan gergin atmosferi gayet güzel kullanan yönetmen, filmin akıcı havasını bozacak her şeyden itinayla kaçınmış. Korku filmlerinde sık sık rastladığımız yeşil tondaki gece görüşü çekimleri, aniden geçen yaratık mı yoksa insan mı olduğunu asla anlamadığımız bir varlık, ürkütücü hırlamalar gibi bir dolu klişe sahnenin yer aldığı The Pyramid’in hikayesi Mısır mitolojisine de bağlanıyor. Efektlerin çok da başarılı olmadığı “The Pyramid”, bubi tuzakları, gizli geçitler gibi heyecan yaratan detaylarla yine de izleyiciyi kendine çekmeyi başarıyor.

Mitolojik bir konuyu gerilimle süsleyen “The Pyramid”, en lezzetli yerlerini kısıtlı dakikalara sığdıran ve güzel başlayıp basitçe sona eren bir film.  Çok beklenti içine girilmeden izlendiğinde türün meraklılarını memnun edebilir.  

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

19 Ağustos 2016

SUICIDE SQUAD


Aylardır ard arda çıkan fragmanlar sayesinde neredeyse filmin tamamını izlediğimiz Suicide Squad (Gerçek Kötüler), yurtdışı ve yurtiçinden de aldığı olumsuz eleştirileri sanırım bir nebze de olsa hak ediyor gibime geliyor. Beklentilerimizi oldukça üst seviyeye taşımış olan filmi seyrettiğimizde, uzun metrajlı bir video cliple karşılaşıyoruz. Çalan parçaların, filmin karanlık havasına, karakter tanıtımlarına ve aksiyon sahnelerine yakıştığını söylemek mümkün. Ama bu güzel hareket, filmin doyurucu olmasına yetmiyor maalesef. Açılışta tek tek sırayla karakterlerin tanıtımı ve Batman’in onları yakalayıp kodese tıkma şekli gayet güzeldi ve ağzımıza bir parça bal sürmeyi başardı. Ama ardından sürekli müzikle süslenmiş (hatta diyalogların bile arkasında durmadan çalan bir müzik söz konusu) bir kötüler kalabalığı ve ne yazık ki bomboş bir hikaye ile karşılaşınca biraz dumura uğradık açıkçası.

Marvel mi?, Dc Comics mi? kapışmalarına fazla girmek istemesek de ortaya çıkan işler, sonuçlar ve eleştiriler, Marvel’in açık ara ile önde olduğunu kanıtlıyor. Avengers ya da Civil War’da da kalabalık bir ekip kötüleri yok eder ama ortada elle tutulur bir hikaye vardır, özellikle Captain America: Winter Soldier ve Civil War bunlara çok iyi birer örnektir. Kahramanlar arasında yapılan esprili diyaloglar çok daha şahanedir, çok daha eğlendirir. Suicide Squad’a baktığımız da ise sevimsiz oldukları kadar espriden de yoksun (Harley Quinn hariç) bir suçlu takımı geziniyor ortada. Hadi ortada senaryo yok, bari güzel elle tutulur birkaç karakterler arası hoş espri olsaydı. Dc’nin baştan beri süregelen Gotham City’nin karanlık havasını ve daha çok gece çekilmiş aksiyonları sevdiğini, bunları da filmlerine yedirdiğini zaten biliyoruz, hatta Marvel filmleri içinde renk cümbüşü gibi yakıştırmalar da yapıldı her yerde (kurban olun o renkli Marvel filmlerine). Batman ve Superman gibi iki önemli  karakteri elinde bulunduran ve Justice League için hazırlıklarını yapmaya başlayan ( ki bunun için de çok geç kalındı bence) Dc Comics, Suicide Squad ile iyi bir bomba patlatmaya hazırken, ne yazık ki bu gösterişli bomba ellerinde patladı.

Filmin olmayan konusu ise şudur: Aralarında üstün yetenekleri de olan kötüleri toplayıp, kafalarına kaçmasın diye minik bombalar enjekte etmiş Amanda Waller (Viola Davis) ve Rick Flag (Joel Kinnaman: The Killing dizisinin suratsızı ve yeni dönem Robocop’ın içine eden adam) eşliğindeki birim, hem Joker’i hem de şehirde kıvırta kıvırta dolaşan ve ortalığı yerle bir eden büyücü Enchantress ve devasa kardeşini yok etmek için uğraşırlar. Bu uğraş içinde kendilerine, bizim sevimsiz kötülerden oluşan bir ekip olan Suice Squad (İntihar Timi anlamında)’ı kurarlar. Ekibin, hatta filmin en büyük artısı sempatik tavırları ve hareketleri ile kendini sevdiren çizgi-romanlardaki tiplemeye en yakın olan Harley Quinn (Margot Robbie) karakteri. Kendisi için neredeyse filmde torpil geçilmiş, çünkü bütün güzel espriler ve dövüş sahneleri onun üzerine yazılmış sanki. Diğer ağır topumuz da yetenekli oyunculuğu ile göz dolduran Will Smith yani Deadshot. Özellikle ultra nişancı tekniğiyle üstlerine gelen tüm yaratıkları tek başına hızlıca yere serdiği sahne gayet güzeldi. Diğer kötülerimiz Boomerang (Jai Courtney), Diablo ( Jay Hernandez) ve Killer Croc (Adewale Akinnuoye-Agbaje) ise takımın en sönük kalan kötüleri. Flag’ı korumaya çalışan beyaz maskeli Katana’nın ise, ne yaptığını anlayamadan zaten film bitiyor. Şehirdeki kargaşanın arasında neyi koruyor, kimin yanında takılıyor anlayamıyoruz. Ekibin arasında bir bağlılık olmadığı gibi “evet biz bir takımız” gibi bir beraberlik de yaşanmıyor. Kendi başlarına takılan suçlu görünümlü enteresan bir ekip var ortada. Çizgi-romanların üstün güçlere sahip büyücüsü Enchantress ise, filme sadece görsellik katıyor, bunun dışında kötü karakter olarak kesinlikle başarısız. Oldu bittiye getirilmiş ufak bir iki hamleyle yok edilmesi de, yine filmin en büyük eksilerinden.

Yani sonuç olarak filmden Harley Quinn ve Deadshot’ı çıkart, film olsun sana bir bölümlük aksiyon dizisi. Bu arada çim adam kılıklı Joker’i unuttuk sanmayın. Bir sene öncesinden bolca reklamı yapılan, yere göğe sığdırılamayan hatta bugüne kadarki en iyi Joker dedikleri karakter, maalesef bugüne kadarki tüm Jokerleri mumla aratıyor. Güzelim Jared Leto bile Joker rolüyle kurtaramamış filmi. Joker olmak ne yazık ki, ağzına gülen surat yapmak ve güvenliğe bomba şeklinde hediye paket fırlatmak değildir. Nasıl olması gerektiğini zaten Jack Nicholson ve Heath Ledger zamanında itinayla sergilemiştir. David Ayer’in daha önce yönetmen olarak yaptığı filmlere de çok sıcak bakmayan birisi olarak, neden bu kadar zor bir Dc uyarlamasının altına girdiğini de anlamak mümkün değil. Training Day gibi başarılı bir filmi yazmış olan Ayer, en azından daha güçlü bir yazara devredebilirdi senaryo işini. Aralara katılan dramatik sahneler, filmin olmayan hikayesinden fazlasıyla kopuk duruyor.

Aksiyon sahneleri, çatışmalar tabii ki oldukça görkemli ve göz dolduruyor, çekim teknikleri güzel ama yine de Suicide Squad, her zaman Harley Quinn ile anılacak ve bir süre sonra da unutulup gidecek bir film. Kötü bir film olarak nitelendirmek yanlış olur, ama beklentileri asla karşılamayan vasatın biraz üstünde bir yapım. Eğlenmek ve güzel vakit geçirmek için seyredilebilir. Unutmadan filmin soundtrack’i gerçekten çok iyi, parçalar özenle seçilmiş. Keşke bu özeni karakterlere ve senaryoya da yansıtsalardı, tadından yenmezdi. Son dip not: Yazılardan sonra ayrılmayın!

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


12 Ağustos 2016

HASAN GÖKALP ile RÖPORTAJ


Korku filmleriyle ilgili röportajlarımın bu seferki konuğu ilk uzun metrajlı filmi Lanetli Anahtar: Cizlerin Gazabı ile Türk korku sinemasına adım atan Hasan Gökalp. Kendisi ile Kadıköy’de bir cafede buluşup, kendi filminin yanı sıra korku sineması üzerine bol bol sohbet ettik.

Hasan Gökalp, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere kendisine yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladı, kendisine bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyor ilk filmine bol gişeler diliyoruz.


KE-“Lanetli Anahtar: Cinlerin Gazabı” ilk uzun metrajlı film deneyiminiz. Neden ilk olarak bir korku filmi çekmeyi düşündünüz? Korku filmlerine ilginiz nereden geliyor?

HG-Ben 12 Yaşımda İstanbul’a geldim. Daha once Batman’da yaşadım ve Mardin’e sık, sık gider gelirdim. Biz küçükken anneannemiz sürekli cin vakalarıyla karşı karşıya gelirdi. Her ne kadar biz çocuk olduğumuz için bizden  gizlemeye çalışsalardıda bir saatten sonra artık kafa bu tür şeylere basmaya başlıyordu. Mardin’de de buna benzer çok hadiseler oldu. Bu sebeptendir ki ilk sinema filmi deneyimimde çok zor olan sektörlerin başı çeken korkuyla başladım.

KE- Filmin tanıtım afişlerinden birisinde yer alan “Daktylos Cinleri” nedir, biraz bilgi verir misiniz? Seyircileri nasıl bir film bekliyor?

HG-Filmin her konusunda yer alan Daktylos cinleri, İda dağında yaşayan “Madenleri en iyi işleyebilen becerikli cinlerdir” Bu cinleri arama motorundan sorguladığınızda haklarında birçok şey çıkıyor ortaya. Bizde bu cinlerle ilgili hadiselere değindik. Korku filmi severleri gerçekten de birçok filmden farklı bir film  bekliyor. Kendimize özgün standartların dışında bir film yaptık.

KE- Filminizin adı önceden Lanetli Anahtar iken, neden sonrasında ek olarak “Cinlerin Gazabı” eklendi? İçinde cin kelimesi yer alırsa film daha fazla ilgi görür diye bir algı oluşuyor istemeden. Cin kelimesinin eklenmiş olması biraz gişe için sanıyorum, doğru mu?

HG- Evet doğrusu insanların çoğu Lanetli Anahtar ismini duyunca Hollywood filmi sanmaya başlamışlar. Hatta birçok haber sitelerinde Hollywood tarzı bir film diye manşetlerde yer aldı. Bizde Türk İslam kültüründe hepimizin kabul ettiği cin vakalarına inandığımız için sonrada “Cinlerin Gazabı” olan bir projemi buna kurban ederek seyirciye bir Türk filmi olduğu izlenimleri vermeye başladık. Cinlerim bizim hayatımızdaki yer her zaman etki uyandırıyor. Türk korku filmlerinde cin olmadan olmaz.
.
KE- Filmin yapım aşamasında veya çekimlerde karşılaştığınız zorluklar nelerdir? Sette yaşadığınız ilginç olaylar olduysa bizimle paylaşır mısınız?

HG-Sette çok ilginç olaylar yaşadık. Hatta bazı hareketler gördük ve biz bunu oyuncularımızdan gizlemek zorunda kaldık. Eğer ki biz oyuncularımızdan saklamasaydık emin olun birgün sonra hastaneden rapor alıp daha sete uğramazlardı. O sebepten gizlemeliydik. Çekim aşamasında oyuncular kadrajdan çıkarlarken sandalyenin biri kendi kendine şidetli bir şekilde hareket etti. O hareket kameraya da yakalandı hata o kısmı kesmedim işe yarasın diye. Gala gecesinde ben söylemeden birçok kişinin gözüne çarpmış ve gerçek olduğunu anlayınca cidden ürperdiler.

KE- Korku filmi çekerken seyircinin hikayeden kopmaması için nelere dikkat etmek gerekiyor? Sadece efektler ve ani çıkışların arkasına sığınmak doğru mu? Sonuçta onlar bir anlık korku yaratan ögeler.

HG- Korku filmi çekerken efektlerden çok konuyu korumak gerekir. Çünkü efektler ve sesler bir saatten sonra seyirciyi sıkmaya başlıyor. Bizim film 115 dakika olmasına ragmen hiç sıkılmadan izleyebiliyorsunuz. Film sürerken sürekli insanlar bir sonraki sahneyi merak etmeli. Yani merak hisi bittiği andan itibaren oyuncu sıkılmaya başlar. Bide mantık dışı hareketler olmaması gerekiyor. Yani anlayacağımız insanlar filmi izlerken nedenler aramamalı. Hassas davranmak gerekir, senaryo da çok önemli, bunu işlemek de çok önemli.

KE- Türk seyircisinin korku filmlerimize karşı olan önyargıları artık yıkıldı diye düşünüyorum. Ne düşünüyorsunuz bu konuda, alıştılar mı bizim bol cinli korku hikayelerine? Daha farklı “cin” harici yapımlara el atmanın zamanı geldi mi?

HG-Korku filmi seyircisinin çoğu yıllardır takiplerime dayanarak söylüyorum, sosyal medyada cinden başka bişi yok mu diye yakınıyorlar fakat cinden de vazgeçemiyorlar Çünkü bugün bir zombie filmi çekmeye çalışırsanız emin olun saçma şeyler deyip gülmeye başlarlar. Bu sebeptendir ki bizim inancımızda Kuran’daki ayetlere dayanarak cin inancımız korunduğu sürece bu  cin hikayeleri de korkuları da devam eder. Gece yattıklarında ışığı söndürmeden yatanlar bile var korkudan. Bu sebeptendir ki korku filmlerimizde cinler başı çekecek ve yerini korumaya devam edecek.

KE- Yeniden korku filmi çekmeye devam edecek misiniz? Yeni projeleriniz varsa kısaca bahseder misiniz?

HG-Evet. İnşallah kısmet olursa “Cinlerin Şerri” İsimli bir korku filmi projem var bunu da çekmeyi planlıyorum. Şartlar ne olursa olsun, Allah ömür verir de nasip ederse bu filmi de çok farklı bir teknikle çekmeyi planlıyorum..

KE- Çok korku filmi izler misiniz? Bugüne kadar sizi en çok etkileyen, favoriniz olan korku filmi ve yönetmenler nelerdir?

HG-İlk izlediğim korku filmlerinden bir tanesi daha çocukken Hayvan Mezarlığı diye bir film var bilirsiniz, Stephen King’in çektiği film. O filmi izlemiştim ve çok etkilenmiştim. Açık konuşmak gerekirse parmakla sayılabilecek birkaç film vardır. Biz Türk korku sineması yönetmenleri ve yapımcıları daha farklı şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye korku film dalında dünyaya kendini ispatlamalıdır. Allah bu sektörde samimiyetiyle dürüstlüğüyle emek harcayanların emeklerini boşa çıkarmasın. Sevgi ve saygılarımı iletiyorum takipçilerimiz ve tüm herkese. Çok Teşekkürler.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


9 Ağustos 2016

SINISTER


Bir korku filmini izlemeden önce yönetmenine bakarım diyenlerdenseniz, o zaman Scott Derrickson’ın yaptığı korku filmlerine biraz göz atalım. 1990 yılında Hellraiser: Inferno ile yönetmenliğe başlayan Derrickson, 2005 yılında rüyalarımıza giren, mahkemesi bol, sinir bozucu ve gerçek bir olaydan uyarlanmış şeytan çıkarma filmi “The Exorcism of Emily Rose” ile ortalığı karıştırdı. Başarılı olan bu filmin ardından 2014 yılında “Deliver Us From Evil” ile seri cinayetleri şeytan çıkarma olaylarıyla birleştirdi ve ortaya sıkı bir bir polisiye/gerilim filmi çıkarttı. Uğursuzluk ve felaket getirici anlamına gelen Sinister (Lanet) ise, yönetmenin bu iki filmin arasında çektiği 2012 yapımı bir korku/gerilim denemesi. Hikayesi çok da değişik olmamakla beraber yine de seyirciyi  ürperten bir atmosferi vardır Sinister’ın. Hatta filmin giriş kısmındaki sahne zaten baştan size filmde başınıza gelecekler hakkında biraz göz kırpar. Sinister, çok da yabancı olmadığımız klasik bir şablon olan; yeni eve taşınan aile teması üzerinden ilerleyen bir konuya sahip.

Suç ve gerilim romanları ile tanınan bir yazar, ailesi ile birlikte yeni bir eve taşınır. Yazar Ellison Oswalt evde bulduğu bir takım film makaralarını izlemeye başladıktan sonra evin geçmişine ait sırlarına vakıf olur. Videoları izledikçe daha da tuhaflaşmaya başlayan yazar, kendisini tamamen bu işe adayıp ailesinden bu sırları saklar. Bir yandan yeni romanı için kaynak bulduğuna sevinirken bir yandan da geçmişteki olayların perde arkasını araştıran Ellison, gitgide hırslanmaya ve aile içinde gerginlik yaratacak kadar kendini iyice kaptırmaya başlar. Araştırmasına yardımcı olarak bir polisi de yanına alan Ellison, cinayetler zincirini çözmeye başladıkça kendisini ve ailesini lanetli bir varlık karşısında tehlikeye attığını fark etmez.

Seyrettikçe daha fazla ipucu ile seyirciyi meraklandıran bir yapıya sahip olan  Sinister, korkudan çok gerilimle gizemi harmanlayan bir film. Filmin başlarında yazarın durumunu gözlemlediğimizde Sinister, The Shining'e yakın bir çizgide dursa da ilerledikçe öyle olmadığı anlaşılıyor.  Aslında her korku filminde gözümüze çarpan klişeleri içinde barındıran karanlık bir film. Odalarda gezinirken ya da tavan arası kontrolü yapılırken bile ışıkların asla açılmadığı, sadece fenerle gezilen bir evde tabii ki zifiri karanlık bir atmosfer hakim oluyor. Durum böyle olunca da, film başından sonuna kadar nereden ne çıkacak şüphesiyle seyirciyi koltuğa çiviliyor. Filmin ortalarına kadar ilerleyişinde fazla bir değişiklik yokken, finale doğru gizemli hava sirkülasyonu yerini gerilime bırakıyor. Ve yaşanan olayların yavaş yavaş açığa çıkmasıyla birlikte gerginliğin hızı daha da artıyor.

Sinister, korku/gerilim  türüne bir değişiklik katmasa bile hızlı kurgusunun yanı sıra yönetmenin sade ve özenli çalışmasıyla ilerde hatırlanacak bir film olmayı başarmış. Filmde hırslı ve başarılı bir yazar olan Ellison karakterini canlandıran Ethan Hawke bugüne kadar yer aldığı rollerin dışında artık korku/gerilim filmlerinde de rahatlıkla oynayabileceğini kanıtlamış. Hem şaşırtıcı hem de ürkütücü bir şekilde ilerleyen film, bir başyapıt değil belki ama, sizi son dakikaya kadar ekran karşısında esir edecek kadar gizemi ve gerilimi yerinde bir film. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.