30 Aralık 2016

Incarnate



Journey 2: The Mysterious Island ve San Andreas gibi gibi aksiyon/macera filmleriyle tanıdığımız Brad Peyton, bu defa enteresan bir korku/gerilim filmiyle karşımıza çıkıyor. Bir bedene bağlanmış olan varlık yani vücut bulma eylemi anlamına Incarnate (Enkarne) bu filmde tam anlamını kazanmış durumda.

Film, seneler önce geçirdiği bir trajedi sonrası insanların zihinlere girerek içindeki şeytanı ya da varlığı çıkartabilme yeteneğine sahip olan Dr. Seth Ember’ın hikayesine dayanıyor. Tekerlekli sandalyeye mahkum olarak yaşayan Ember, aslında yaptığı işlemin bir şeytan çıkarma olduğuna değil, tamamen bilimsel bir duruma dayandığına inanıyor. İki asistanı ile birlikte çalışan Ember, zihinlerine girdiği kişiyi kurtarırken içerdeki kötü varlığı bir şekilde yanıltarak ve tuzak kurarak yok etmeye uğraşıyor. Ember, kendisinden yardım isteyen bir kadının çocuğunu kurtarmak için yeteneğini kullanmaya başladığında, yıllar önce yaşadığı trajediye sebep olan şeytanla karşılaşınca, hem kendi intikamını almak, hem de çocuğu bu şeytani varlıktan yok etmek için savaşa başlar.

Exorcist ile başlayan şeytan çıkarma üzerine kurulu, dini inançların ve sembollerin yer aldığı fazlasıyla korku filmi çekildi. Hollywood, her seferinde yataktan havalanan, vücudu kıvrılan, kemikleri çatırdayarak şekilden şekile giren insan kılığındaki şeytanı, farklı modellemelerle karşımıza çıkardı ve devam da ediyor. Incarnate’de olay biraz daha farklı; bu defa bir pederin elinde incil ve haç yok. Hatta tam tersine film, “her içine iblis giren Vatikan usülü şeytan çıkarma ayini yapılarak kurtulmaz, bu iş tamamen bilime dayalı bir durumdur “ demek istiyor. Yani zihnin sınırları arasında sıkışıp kalmanın bir sakıncası yoktur ve hayal gücü hem kötülük, hem de iyilik için kullanılabilir. Enkarne olayı bir bakıma filmde küçük çocuğun zihninde psikolojik bir yolculuk yapma durumunu ele alıyor.

Film, çok güzel bir konuyu anlatmak istemesine rağmen, ne yazık ki genelinde tek mekanda sıkışıp kalmasından ve karakterlerin vasatlığından dolayı yarı pişmiş bir şekilde duruyor. Inception ve Exorcist gibi iki büyük yapımın temellerini sırtında taşıyan Incarnate (Şeytanın Oğlu), Brad Peyton’ın elinde maalesef yarım yamalak kalmış. Sürekli tek düze giden ve temposunu bir türlü arttırmayı başaramayan filmin tüm ilgi çeken kısmı son 15 dakikada hayat buluyor. Final bölümü bir nebze filmin vasatlığını unutturuyor olsa da, böylesine ilginç bir konunun harcandığı gerçeğini değiştirmiyor. Korkutmak ya da gerginlik yaratacak pek unsurun olmadığı Incarnate’in tüm yükü Aaron Eckhart’ın üstünde toplanmış. Kendisine verilen rolün hakkını yerine getirmek için çok çabalıyor. Ufak çocuğun da başarılı olduğunu sayarsak onun dışındaki tüm karakterlerin oyunculuğu fazlasıyla sıradan ve çok sığ. Bu ruhsuz karakterler gerçekçi olamadıklarından dolayı da, filmin duygusal yerlerine hiçbir katkı sağlayamıyorlar. Dr. Ember dışında filmi seyirciye bağlayacak güçlü karakterler yazılmamış olması filmin en büyük eksiği.  Ayrıca siyah gözler ve havalanma sahneleri seyiriciyi korkutmaya ya da heyecanlandırmaya yetmiyor maalesef.

Anlatmak istediği güzel bir öykü varken bunu iyi kullanamayan Brad Peyton’ın elinden çıkan Incarnate, kalitesi düşük, heyecanı az fakat seyredilmeyecek kadar da kötü değil. Supernatural dizisinin pek çok bölümünde buna benzer konular işlenmiş hatta düşük bütçelerle çekilmesine rağmen hikayeler daha gerçekçi ve kaliteli ele alınmıştır. Şeytan çıkarma hikayesini fantastik bir şekilde zihinde yolculuk olayına bağlayarak değişiklik yaratmaya çalışan Incarnate, ne yazık ki tam bir “seyret, unut” filmi.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.


18 Aralık 2016

Rogue One: A Star Wars Story


Rogue One: A Star Wars Story, daha önce seyrettiğimiz Star Wars filmlerinden çok daha farklı olduğu halde taşıdığı nostaljik ruhu ile Episode IV:A New Hope’a bağlı kalmayı başarıyor. A New Hope’un açılış jeneriğinde bahsedilen “Ölüm Yıldızı’nın planları asiler tarafından çalınmıştır” cümlesinin uzun metrajlı halini anlatan Rogue One, ilk üçlemeye duyduğu saygıyı izleyenlere çok iyi yansıtıyor.

Yazıda uzun uzun Star Wars tarihinden bahsetmeye gerek yok, artık Şok ya da Bim’e uğrayan herkes en azından kara cübbeli adamı, beyaz kostümlü askerleri, ışın kılıçlarını, robotları vs. muhtelif ürünlerde görüyor. Merak eden zaten filmleri izlemiş, çoktan karakterleri ve savaşları çözmüştür. Yönetmen Gareth Edwards, Episode III ile IV arasında geçen bir yan hikayeyi ele alarak, daha önce hiç karşılaşmadığımız karakterlerle bile bir Star Wars filmi yapılabileceğini ustalıkla gösteriyor. Yıllar sonra A New Hope’daki bir cümleden yola çıkarak bu kadar retro formüllerle dolu epik bir uzay filmi yapmak çok akıllıca bir hareket. Ölüm Yıldızı planlarının çalındığı zaten biliniyordu fakat, arkasında bu kadar güçlü bir operasyonla yürütülen dev bir savaşın olduğunu kestirmemiz imkansızdı.

Rogue One, Ölüm Yıldızı projesinin uzmanı olan Galen Erso’nun kızı Jyn ve ekibine verdiği görevi anlatıyor. Jyn, Cassian, Bodhi, Baze, Chirrut ve yanlarındaki savaş droidi K-2’den kurulu bu ekibin görevi, Ölüm Yıldızının planlarını bir şekilde ele geçirip asilerin merkezine taşımak. Ekipdekiler gayet akıllı ve dövüş konusunda uzmanlar. Özellikle güç hassayeti konusunda takıntılı ve uzak-doğu dövüşleriyle kendini savunan kör bilge adam Chirrut (Donnie Yen) daha önce Star Wars filmlerinde karşımıza çıkan savaşçılardan çok farklı. Kendine özgü tekniği olan ve içinde hissettiği güç ile kendisini yönlendiren Chirrut, filmin en enteresan asisi. Başrol oyuncusu Jyn (Felicity Jones), Force Awakens’deki gibi yine bir kadın. İsyancı ve savaşçı olmasının altında tabii ki geçmişinde yaşadığı bazı sıkıntılar yatıyor. Rolüne uygun mu evet, göze batan bir yanı yok. Rogue One’da bana göre üstlendiği karakter ile uyuşmayan tek adam Cassian’ı oynayan Diego Luna. Görünüşte Han Solo tarzına yakın duran bir hali var fakat ne yazık ki oyunculuğu yanından bile geçmiyor. Mads Mikkelsen ve Forest Whiteaker’ın ise, az ama öz olan oyunculukları filmi renklendirmeye yetmiş. Ekibin droidi K2’nin zekice esprileri ve asilere olan bağlılığı C3PO ile fazlasıyla bağdaşıyor. Daha önce Return of the Jedi’da Endor gezegeninde asileri yönetmiş olan deneyimli Mon Mothma’yı, Leia’yı evlatlık alan Bail Organa’yı ve Ölüm Yıldızının önemli karakteri Vali Tarkin’i yeniden görmek çok keyifli. Ayrıca kısacık da olsa Darth Vader ile karşılaşmak filmin en önemli unsuru.

Bu arada Gareth Edwards, filmin pek çok sahnesinde  arka plana eski tanıdık karakterleri bolca yerleştirmeyi başarmış. Dikkatli izlediğinizde Cantina Bar’ın müdavimleri olan değişik yaratıkları, Hoth gezeninin Wampa’sı ve gözlemci droidi, Jabba’nın dansçısı vb. gibi nostaljik karakterleri eftrafta yakalamanız mümkün. Filmin hikayesi kesinlikle çok dikkatlice ve kusursuz işlenmiş ki, zaten filmin finaline doğru bunu rahatlıkla anlıyorsunuz. İlk yarısı planlama ve organize olma yolunda ilerleyen Rogue One, ikinci yarı üstüne yapışan ağırlığı silkeleyerek donanımlı ve görkemli bir aksiyona dönüşüyor. AT-AT, AT-ST’ler ve Deathtrooper’lar sahildeki tropik ortamda asilerle savaşırken, yukarıda ise, X-Wing ve U-Wing’ler imparatorun Tie Fighter’ları ile kıyasıya bir mücadele içine giriyorlar. Uzaydaki savaş sahnelerinden tutun da, asi pilotların kıyafetlerine, gemilerin ve trooperların tasarımlarına kadar her detay tam bir retro havasında. A New Hope’daki çekim tekniklerine çok yakın duran uzaydaki savaş sahneleri adeta büyülüyor. İçinizden “Şimdi oldu bu film, yavaştan ilk filme bağlanıyor” derken, sarsıcı ve muhteşem bir final sürprizi ile birlikte “İşte Star Wars budur” diye bağırmak geliyor içinizden. Artık gözleriniz mi dolar, ağlar mısınız bilemem, bu içinizde taşıdığınız Star Wars aşkı ile ilgili.

Rogue One, adeta tanımadığımız karakterler ile orijinal Star Wars ruhunun güzelce harmanlanmasından oluşturulan bir ana yemek olarak önümüze çıkıyor. Yanında eski üçlemenin nostaljik sosları da var. Yemeğin sonuna doğru ise, tepemizden bir Empire Strikes Back rüzgarı da esmiyor değil hani. Kısacası Gareth Edwards, içinde Jedi’lar ve Jar Jar Binks’ler olmadan kısacık bir yan öyküyü epik bir Space Western haline başarıyla dönüştürmüş. Hem de tüm eski tatları seyirciye vererek. 


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.