29 Temmuz 2015

STARGATE SG-1 ( Yıldız Geçidi )


Bilim-Kurgu severlerin yıllarca gözdesi olmuş televizyon tarihinin en uzun soluklu yapımı Stargate SG-1, 1994 yapımı Kurt Russel’ın başrolde oynadığı eski mısır tarihine mistik açıdan yaklaşan Stargate (Yıldız Geçidi) filminden  esinlenerek yaratılmış mükemmel bir dizidir. İlk iki sezon bölümlerin normal seyrettiği fakat 3.sezondan sonra kendi içinde ortak bir konuya bağlanıp uçuşa geçmiş olan dizi tam 10 sezon herkesi ekran başına yapıştırmayı başarmıştır. Eski mısır tanrıları ile uzaydaki diğer yaşayan ırkların yaşam biçimlerini araştırmak üzere kurulu bir ekibin maceralarını anlatan Stargate SG-1, 1997-2007 yılları arasından yayınlanmış ve kendisine inanılmaz bir hayran kitlesi yaratmıştır. Halen bu diziyi bilmeyenler ya da  tekrardan hatırlamak isteyenler için bu nostaljik tanıtım yazısı işinize yarayabilir.

Stargate SG-1, nın bu kadar fazla beğenilmesinde içerdiği hikayenin yanı sıra ana karakterlerin de payı oldukça fazla.. Dizinin en kıdemli ve disiplinli askeri olan Albay Jack O’Neill karakterini canlandıran Richard Dean Anderson’ı 80’lerin dizisi MacGyver’dan hatırlıyoruz. Jack, en önemli yerlerde verdiği kritik kararları ve yarattığı esprili ortamları sayesinde dizinin baş kahramanı ve sevilen bir karakteridir.Ekibin ordu subayı ve kadın karakteri  Samantha Carter (Amanda Tapping) feminist ve sevecen hallerinin yanında insancıl tavırlarıyla da ön plana çıkarak kısa sürede dizinin sevilen yüzü haline gelmiştir. Amanda Tapping bu dizide meşhur olduktan sonra Sanctuary adında bir bilim-kurgu / gerilim dizisinde daha uzun süre rol almıştır. Yine dizinin en sempatik karakteri Daniel Jackson (Michael Shanks) ise arkeoloji ve dil bilimi uzmanı olarak tüm gezegenlerdeki keşiflerde yeni uygarlıkların tanınmasında en önemli rolünü üstlenir. Ekibin diğer üyesi, Jaffa ırkından olan Teal’c (Christopher Judge) ise bir tanrı olarak gördüğü Apophis’in eline düşmüş esir durumundayken SG-1 tarafından kurtarılarak takımın arasına katılır. Kısa sürede ekibe ayak uyduran Teal’c gruptaki pek çok şeye karışmaz, espri yapmaz ve çok ciddidir. Teal’c aynı zamanda kendi ırkının hepsinin bedeninde yaşayan Goa’uld parazitine de sahiptir. Neredeyse dizinin tüm sezonları boyunca bol bol karşımıza çıkacak olan Goa’uld’lar hakkında biraz bilgi vermekte fayda var. Goa’uld’lar parazit bir ırk olup çok tehlikelidirler ve ses efektli konuştuklarından kolayca fark edilirler.Larvalar halinde doğarlar ve insanların bedeninde konukçu olarak yerleşirler. Jaffa ırkındakilerin bedeninde yaşayan bu parazitler çıkarıldıkları zaman bedenin ölmesine neden olurlar. Ayrıca  Goa’uld’lar diğer canlı organizmalarla beraber yaşayabilir ve onların bilincini de ele geçirebilirler. Bu yüzden farklı ırklardan elde ettikleri teknoloji sayesinde tüm gezegenleri gezebildikleri gibi, hastalıkları tedavi edebilir, ölüleri diriltebilir ve yüzyıllar boyu hayatta kalabilirler.

Yıldız geçidi içinden geçildiğinde milyonlarca ışık yılı uzağa insanları taşıyan Naguadah adında bir elementten yapılmış üstünde 39 ayrı sembolün bulunduğu bir cihazdır. Geçide girilen 7 adet sembol sayesinde gidilecek gezegene olan yolculuk başlar. Amerikan Hava Kuvvetleri’nin komutası altında bulunan bu geçit sayesinde SG-1 gibi farklı gruplar oluşturularak başka gezegenlere yolculuk yaptırılır. Bu keşif yolculuğunun amacı, yeni ırklar keşfedip onlarla uyum sağlamak ve iyi ilişkiler kurmaktır. Bir dağın eteklerinde kurulu olan bu üssün başında General George Hammond (Don S.Davis) bulunur ve SG-1 ekibi ile de kendisi ilgilenir ve çok iyi anlaşır. Böylesine bir keşfin ekibe ve üsse getirdiği hastalıklar, virüsler ve farklı türden uzaylılar gibi tehlike arz eden pek çok şey de vardır tabii ki. SG-1’ın gezegen keşfinin yanı sıra diğer görevi de Goa’uld’lara karşı her türlü silah donanımına ve bilgiye sahip olmaktır.

10 sezon boyunca  yapılan keşiflerde ve maceralarda Ancients (Kadimler) , Asgard, Furlings, Nox, Tauri , Tok’ra , Tollan , Jaffa , Alterans, Goa’uld , Replicator, Aschen, Unas, Re tu gibi karşımıza farklı birçok ırk çıkar. Bu ırkların ya da uygarlıkların iyi olanları olduğu gibi kötü güçlere sahip olanları da mevcut tabiî ki. Aralarında en önemli yere sahip olan Kadimler normal insan ırkının ilk evrimidir. Zihin okuma, telekinezi gibi büyük yeteneklere sahip olan bu ırk aynı zamanda gezegenler arası yolculuk yapan en büyük ve en hızlı yıldız gemisi Atlantis’in yaratıcısı ve Dron adı verilen silah sisteminin de sahipleridir. Oldukça fazla sayıdaki bu ırklarla ilgili bilgi vermeye başlarsak eger yazı alır başını gider ve yeni izleyecekler için de bir esprisi kalmaz. Diziyi seyrettikçe bu uygarlıkları tanıyıp onlara iç içe olmanız çok daha iyi olacaktır.

Dizinin ayrıca 2008 yapımı Ark of Truth ve Continuum adında 10.sezondan sonrasında yaşananları konu alan iki adet önemli TV filmi de bulunmaktadır. Eğer halen diziye başlamamış olanlar varsa diziyi bitirdikten sonra bu iki filmi seyretmeleri gerekiyor. Ayrıca dizinin getirdiği başarının ardından Stargate Atlantis (2004-2009 yıllarında 5 sezon süren ve SG-1’ın 8.sezonu ile paralel olarak ilerleyen yan dizisi ) ve Stargate Universe (2009-2011-2 Sezon) adında iki adet Stargate temalı dizisi de bulunuyor. Stargate Atlantis’i mutlaka seyretmenizi tavsiye ederim ki zaten SG-1’i izlerken ister istemez Atlantis maceralarına da tanıklık edeceksiniz. SG Universe biraz Stargate havasının dışında kalan vasat bir dizi olduğundan çok fazla tavsiye etmiyorum. İzleyip izlememek tamamen size kalmış. Diğer önemli iki yapımda Stargate sevenler için hazırlanmış belgeseller. İlk belgesel True Sience, Amanda Tapping’in sunumu ile solucan deliği ve zamanda yolculuk üzerine yapılmış farklı teorilere bilimsel açıklamalar getiriyor. 2.belgesel, Behind The Mythology de ise, oyuncular, yapımcılar ve dizinin mitolojik yönden başarısını anlatan uzmanlar ile yapılan söyleşilere yer veriliyor.

Her bölümde alternatif gerçekler, zamanda yolculuk, teknolojik gelişmeler gibi birçok farklı konuya uzanan Stargate SG-1, bugüne kadar bilim-kurgu seven herkes tarafından olumlu eleştiriler almış, seyrettikçe bağımlılık yaratan ve yıllar geçse de defalarca izlemekten asla bıkmayacağınız bir başyapıt. Başlarda klişe giden 40’ar dakikalık sürede her türlü macerayı bir çırpıda tamamlayan bir dizi olarak başlamış, fakat  sezonlar ilerledikçe senaryosu ve kurgusu oturmuş mükemmel bir bilim-kurgu efsanesine dönüşmüştür. Antik mısır uzaylılarıyla devamlı bir mücadele içinde olan SG-1, bizlere farklı kültürlere sahip uygarlıkları anlatan ve hayal gücümüzün sınırlarını zorlayan yarı aksiyon, yarı felsefik  oldukça eğlenceli bir bilim-kurgu dizisidir.

Tüm sezonları bitirdiğinizde çok üzülecek, Jack’in esprilerini ve ekibin arasındaki harika diyalogları özleyecek ve karşınıza çıkan her bilim-kurgu dizisini Stargate SG-1 ile kıyaslayacaksınız ki bu da size maalesef diğer dizilerden fazla zevk almamanıza sebep olacak. İşte bu yüzden birçok SG-1 fanatiği gibi sizde yıllar sonra bu diziyi arşivinizden çıkarıp tekrar tekrar izleyeceksiniz. Yeni başlayacaklara şimdiden ne mutlu diyorum !

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

24 Temmuz 2015

RAVENOUS



Karşımızda 2013 yılında hayata veda eden bazı Tv filmi, mini seri ve dizilerin birkaç bölümüne el atmış ve toplamda ise dört filmi bulunan kadın bir yönetmen var, Antonia Bird . Kendisinin yapımı Ravenous ( Yırtıcı ) gibi enteresan bir senaryoyu kimseye kaptırmadan beyazperdeye uyarlaması, yaptığı diğer işlerin yanında kesinlikle en iyisi. Kıyıda köşede kalmış henüz keşfedilmeyi bekleyen kara mizah soslu bir korku - gerilim filmi Ravenous. Tanıdık oyuncuların yer aldığı böylesine garip bir film,  izlediğiniz zaman kendinize “ Bugüne kadar nasıl gözümden kaçmış ? “ dedirtecek kadar başarılı. Filmin yapımına baktığımızda ise Çek Cumhuriyeti, USA, UK gibi üç ayrı ülkeyi görüyoruz, demek hepsi filmin bir yerinden tutmuş olsa gerek ki ortaya tam karışık bir yapım çıkmış. Soğuk vekarlı mekanlarda geçen Western tadındaki bu gerilim filmi daha ilk başından Friedrich Nietzsche‘nin “Canavarlarla savaşanlar dikkat etsinler zira günün birinde kendileri de canavara dönüşebilirler” sözüyle size gerekli mesajı bırakıyor zaten.

1800’lü yıllarda Amerika-Meksika iç savaşında geçen hikaye, aslında alt metninde yatan Weendigo adlı bir Kızılderili efsanesine dayanıyor. Spencer kalesine günün birinde gece yarısı sığınan Colqhoun ( Robert Carlyle )adlı birinin anlattıkları herkesi şaşkına çevirir. Hikayeye göre Albay Ives komutasındaki birlik yoğun kar yağışı sonrası mağarada mahsur kalır ve Ives günler geçtikçe  açlıktan ölmemek için tüm ekibini tek tek öldürerek yemiştir. Bu yamyamlık gösterisinden en sona  Colqhoun ve yaşlı bir kadın kalır. Fakat Colqhoun bir şekilde Ives’in elinden kurtulur ve bu kaleye sığınır. Anlattıklarını ibretle dinleyen yüksek rütbeli asker Boyd ( Guy Pearce ) ve Albay Hart,kadının hala mağarada olabilme umudunu ve bu anlatılanlarının gerçekliğini ortaya çıkarmak için Colqhoun eşliğinde bir grupla mağaraya doğru yola koyulurlar. Ancak mağaraya ulaştıklarında şok edici bir gerçekle ve ummadıkları bir sürprizle baş başa kalırlar.

Tarihi bir dönem filmine Western sosu katarak üstüne bir de gerilim ve korku ögeleri serpiştirince işte ortaya böylesine değişik bir film çıkıyor. Sinir bozucu müziklerininde katkısıyla, beyazların hakim olduğu kış görüntüleri eşliğinde yamyamlık dersleri veren Ravenous, aralardaki hiç mi hiç sırıtmayan kara mizahın da etkisi ile sonuna kadar kendisini izlettiren bir film. Filmde asıl işlenen Weendigo ( Kızılderililerin dağlarda dolaştığını sandıkları bir ruh ) efsanesine göre, canlı insan eti yiyerek beslenmek, yediğin kişinin gücünü alıp onun kadar sağlıklı olmaya yarıyor.Ravenous’un Cannibal Holocaust(1980) filmindeki gibi belgesel şeklinde bir uslübu yok, Alive (1993)’daki kadar da gerçek bir hikaye de değil ama kendi başına ayrı bir tarzı olan ustaca hazırlanmış bir yapım. Görüntü yönetmeninin, özellikle mekan tasarımındaki ince detayları ve karla kaplı doğanın güzelliklerini harika bir şekilde ön plana çıkarması titiz çalıştığının bir örneği.

Filmin en güçlü oyuncuları Guy Pearce ve Robert Carlyle gösterdikleri solo performansları ile adeta oyunculuk dersi veriyorlar.Filmde ufak da olsa önemli bir rolü üstlenen Scream filminin aksak polisini canlandıran David Arquette de yer alıyor. Yönetmen filmin başlarında sönük geçen diyaloglu sahnelerin ardından, birliğin ormana daldığı kısımdan itibaren sarsıcı müziklerin gıcırtısıyla birlikte, filme hızlı bir ivme kazandırarak sonuna kadar izleyiciye kedi fare oyunu eşliğinde merak uyandıran bir gizem yaratıyor. Yalnız bazı sahnelerdeki mizahi ögeler her ne kadar filme yakışsa da yer yer yaratılan gerilimi alt seviyeye taşıyor.Yamyamlığın sanki bir zerafetten ibaret olduğunu gösteren rütbeli askerden yapılan insan eti yahnisinin severek yenildiği sahneler size bir müddet bir şey yedirmeyebilir.

Ravenous ,1840’larda Amerika’da yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmış bir hikaye bile olsa, senaryo ve kurgusu fazlasıyla fantastik olduğundan filmde gerçeklik payı pek fazla gözükmüyor. Bu senaryo Robert Rodriguez ya da Quentin Tarantino’nun eline geçmiş olsaydı akıllara zarar bir şekilde nakış gibi işlerlerdi. Antonia Birdde elinden geleni yapmış ve ortaya gerilimi ve mizahı yerli yerinde olan, alternatifi fazla  bulunmayan, seyircide farklı bir haz bırakacak, hoş ve enteresan bir film çıkarmış. Yamyamlık üzerine işlenmiş tarihi bir Western gerilimi olarak adlandırabileceğimiz Ravenous’u eski bir film olduğundan biraz araştırdığınızda bulmanız mümkün. Herkesin kolay kolay beğeneceğini ummadığım filmin, peşinden farklı yorumları da getireceğine eminim.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

AFFLICTED


Blair Witch Project ile başımıza musallat olan found footage tekniği aslında korku sinemasında deneysel bir tür. Titreyen kamera hareketleri ile belgesel havası verilerek çekilen ve önceleri bağımsız filmlerde yer alan bu teknik, zamanla korku sinemasının ana kaynağı haline geldi. Rec, Cloverfield, Paranormal Activity gibi yapımlar bu akıma yön verirken, son yıllarda çekilen Grave Encounters, The Den , V/H/S gibi filmler ve benzerleri ile halen gittikçe artmaya devam ediyor. Seyredenin midesi bulanır mı, başı döner mi, filmin sonunu getirir mi, düşünen yok. Neyse sonuçta korku filmi sevenlerin öyle ya da böyle katlandıkları found footage tekniğine yeni bir örnek olan Afflicted, biraz daha farklı, fazla göz yormayan, akıcı, gerilimi ve aksiyonu iyi bir film. Kanada yapımı film düşük bütçesine rağmen, çekim teknikleri, görselliği ve merak uyandıran ilerleyişi ile diğer korku filmlerinden bir iki gömlek üstte kalıyor. Filmi yazan ve yöneten Derek Lee ve Clif Prowse, aynı zamanda filmin oyuncuları olarak da karşımızdalar hatta karakter isimleri bile kendi isimleriyle aynı olarak.

Bu zırdeli ikilinin önlerinde başarmak istedikleri bir programları var. Dünya seyahatine çıkıp her türlü deneyimlerini adım adım kameraya çekerek, Ends of the Earth isimli bloglarında bu videoları yayınlayıp sosyal medya aracılığıyla tüm dünyaya yaymak.  Yalnız Derek’te beyin anevrizması var ve bu hayati tehlike taşıyan hastalığından dolayı bu gezi onun için çok önemli, hatta onun son yolculuğu bile olabilir. Avrupa gezilerine başladıktan kısa bir süre sonra Derek, Paris’te geceyi birlikte geçirdiği bir kadın tarafından sabah ısırılmış ve yaralanmış olarak uyanır. En yakın arkadaşı ve can dostu olan Clif kendisini bu halde görünce bir şok yaşar, ne olduğunu anlamaz fakat Derek’in tıbbi yardım almama isteği üzerine yollarına devam ederler. Fakat Derek gün geçtikçe kusmaya ve değişim yaşamaya başlar. Yavaş yavaş enfekte olmuş vücudu kendisine normal olmayan üstün güçler kazandırmaya başladıkça Clif’in Derek’teki bu değişimin her anını videoya çekme hevesi tavan yapar. Derek gün geçtikçe motosikletle yarışacak kadar hızlı, dev kayayı eliyle tek vuruşta ikiye ayıracak kadar güçlü ve istediği yere zıplayacak kadar çevik bir hale gelmeye başlar. Hoşlarına giden bu süper kahraman halleri bir müddet sonra eğlenceden çok şiddete dayalı bir gerilime dönüşür. Tek yapmaları gereken şey, Paris’te Derek’in başına bu virüsü yayan o kızı yani Audrey’i bulup bu beladan nasıl kurtulacaklarını öğrenmektir.

Filmin kalanı hakkında yazılacak çok detay varken susmayı ve geri kalan tüm gerilimin aksiyona nasıl dönüştüğünü ekran karşısında birebir yaşamınızı tercih ediyorum.Değişim süreçlerinde Derek’in şekilden şekle girdiği sahneler, makyajlar ve özel efektler şaşırtıcı derecede çok iyi. Beklediğinizden fazlasını size veren Afflicted, başlarda bahsettiğimiz tekniği her ne kadar içerse de fazla yorucu olmayan kamera  teknikleri sayesinde kısa sürede sizi ekrana bağlıyor. Sürekli her anı videoya çeken bir ikili var ve devamlı boynunda kamera ile ordan oraya koşturuyor, düşündüğünüz zaman böyle bir işi başarmak o kadar da kolay değil hele ki  enfekte olmuş yaralı, eskisinden daha güçlü ve saldırgan bir arkadaşınız yanınızda devamlı değişim geçiriyorsa. Filmin başlarında,“ne oluyor? nasıl yani?”gibi bir sürü sorularla seyirciyi boğuşturan Derek ve Clif ikilisi, ilk yarıda filmin yavaştan hızlıya doğru ilerleyen gerilimini, sonlara doğru playstation oyunları tadındaki kamera tekniği ile aksiyona dönüştürüyor.Ortasından sonra daha da net anlaşılan konunun ana fikrine baktığınızda hiç de yabancısı olmadığımız klişeleşmiş bir olay olduğuna şahit oluyoruz. Ama her ne kadar klişe de olsa filmin kurgusu ve oyunculuklarıo kadar başarılı ki, size türünün örneklerine göre daha farklı bir deneyim yaşatıyor. Derek Lee’nin oyunculuğu tartışılmaz derecede iyi, Clif deseniz onun da aşağı kalır yanı yok. Kısaca adamlar yazmış, yönetmiş ve oynamışlar üstüne bir de filmdeki ürpertici atmosferi ve gerilimi seyirciye her an yaşatmışlar, bunun karşılığında Toronto Film Festivali En İyi Film ödülü dahil birçok ödülü kapmışlar,haliyle izleyici olarak bize de takdir etmek ve seyretmek düşer
.

2013 yapımı Afflicted, enfeksiyon kapmış birinin gün geçtikçe neler yaşadığını, fiziksel ve ruhsal değişim sürecini anlatan gerilimi bol ve aksiyonu yerinde bir film. Her ne kadar bir korku başyapıtı olmasa da, orijinal anlatımı ve çekimleri sayesinde kendisini, bu tür filmlerin arasından sıyırıp diğer koltuğa oturtuyor. 

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

19 Temmuz 2015

ANT-MAN



Marvel  evreninde Spider-Man’e benzer eğlenceli tarzıyla çizgi roman dünyasında sevilen bir kahramandır Ant-Man. Kendisi aslında Avengers’ın kurucularından olup aynı zamanda Ultron yapay zekasını da bulan bir bilim adamıdır. Hatta serinin ikinci filmi olan Avengers: Age of Ultron’ da kendisine yer verilmemesi fanatiklerini de epey şaşırtmıştı. Esas ismi Dr. Hank Pym olan Ant-Man yaptığı bilimsel deneyler sonunda cisimlerin boyutlarını değiştirebileceğini kanıtlamış oldukça başarılı bir biyokimyacıdır. Pym’in  üzerinde çok çalışıp keşfettiği bu kostüm, giyeni bir karınca kadar küçültebildiği gibi istediği zaman da kendi boyutuna döndürebilen bir teknolojiye sahiptir. Ant-Man karıncalarla iletişim kurup, onları yönetebilme becerisinin yanı sıra Captain America tarafından eğitilmiş çok iyi dövüş stilleri sahibi ve usta  bir dalgıçtır.

Filmimizin baş kahramanı olan Scott, hapisten yeni çıkmış, eski karısının yanında kalan küçük kızına çok düşkün ve hayatını yeninde kurmaya çalışan işinin ustası sevimli bir hırsız. Girdiği işlerde tutunamayıp kovulan ve paraya ihtiyacı olan Scott, kısa bir süre içinde herşeyi ile planlanmış bir tanışma olayına ön ayak olacak yeni bir hırsızlık oyununa dahil olur. Fakat bu defa para yerine bir kostüm bulan Scott bu sayede yaşlanmış Dr.Hank Pym ( Michael Douglas ) yani eski Ant-Man ile tanışır. Pym kendisinden büyük bir sırrın değerli bir parçası olan bu kostümü, eski asistanı (şimdiki kötü karakterimiz) Darren’dan koruması için bir teklif alır. Miras niteliğinde bir devir teslim olayından sonra kostümün yeni sahibi Scott, Ant-Man olarak bir yandan karıncalarla iletişim kurup onları yönetebilme becerisi üzerine çalışırken diğer yandan da Pym’in kızı Hope’dan dövüş teknikleri öğrenerek stajına başlar. Ant-Man in kötü karakteri Yellow Jacket(Darren) rolünde The Strain dizisinden tanıdığımız Corey Stoll yer alırken, Pym’in kızı Hope Van Dyne rolünü Lost dizisinin Kate’i Evangeline Lilly üstleniyor. Scott karakterine hayat veren Paul Rudd için söylenecek tek şey ise Ant-Man için çok iyi seçilmiş bir oyuncu olması. Film boyunca rolüne yakışır şekilde sevimli karınca kahramanını, sempatikliği sayesinde bize sevdirmeyi başarıyor.

Karıncalarla içli dışlı olan onlarla beraber hareket edip istediğini yaptıran, küçülen ve büyüyen bir kahraman olan Ant-Man sanırım Marvel’in en esprili, en sevimli karakterlerinden birisi. Spiderman de gördüğümüz şen şakrak tavırların hemen hemen hepsine sahip olan kahramanımız bir nevi, ufalıp her delikten içeri sızabilen bir casus. Bu özelliği sayesinde Avengers takımında çok da iyi işler başaracağı açıkça ortada. Ant-Man’in Marvel Sinematik Evrenine dahil olduğu zaten önceden açıklanmıştı, fakat filmde gördüğümüz Falcon’la olan sahnelerini ve diğer Marvel filmlerine yapılan bolca referansları gördükten sonra kahramanımızın yeni gelecek Captain America filmi olan Civil War’daki yerinin kesinleştiği apaçık ortada. Scott’ın ustası olan yaşlı Pym yani Michael Douglas çıkarttığı tartışılmaz başarılı oyunculuğu ile filmin en ağır toplarından birisi tabii ki. Bu arada filmde harika bir iş çıkaran soyguncu ekibinin en matrak üyesi Luis’i canlandıran Michael Pena, komik bir rolle karşımıza çıkarak görüldüğü her sahnede seyirciyi kopartıyor. Konuyu toparlamakta asla zorlanmayan ve ikinci yarıda ise seyircinin tüm beklentisini sonuna kadar karşılayan Ant-man, senaryosunun sağlam duruşu sayesinde hiç kafa karıştırmadan net şekliyle önümüze sunuluyor. Yalnız, çizgi romanlarda Pym’in karısı Wasp’ın bolca yer aldığı gözlenirken filmde Wasp karakterinin üstünden çok kısa geçiliyor fakat yine de bununla ilgili ufak ve önemli bir sürprize de yer veriliyor.

Filmin yönetmeni Peyton Reed, daha önceleri komedi ve gençlik filmleriyle haşır neşir  olmasının kendisine kazandırdığı mizah anlayışını seçtiği ilk Marvel filmi Ant-Man üzerine nakış gibi işlemesi ve altından başarıyla sıyrılması, gelecek projeler için kendisine büyük bir referans örneği. Perspektif açıdan çok iyi işler çıkaran Peyton Redd, karakterin küçülüp büyümesinin yanı sıra kaçma ve kovalamaca sahnelerindeki görselliği üç boyuta titiz bir şekilde taşıyor. Ant-Man’in sulardan ve kurşunlardan kaçışı, finalde oyuncakların arasında geçen trenli aksiyon sahneleri, animasyon tekniğinin tavan yaptığı ve seyirciyi en fazla eğlendiren bölümler.

Diğer Marvel yapımlarındaki süper kahramanların solo filmleri ve Avengers ekibi kadar ciddi bir konuma sahip olmayan casus karıncamız Ant-Man’in  eğlenceli ve yardımcı bir yan kahraman olarak bundan sonraki Marvel filmlerine renk katacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Uzun lafın kısası Ant-Man,  Spider-Man serisi ve Guardians of The Galaxy tadında, onlar kadar hoş vakit geçirten bol esprili ve komedi ağırlıklı görülmeye değer bir Marvel filmi.

NOT: Filmin finalinde yazılar başladığında yerimizden kalkmadan beklediğimiz klasikleşmiş iki after credits sahnesi sayesinde kafanız rahat ve huzurlu bir şekilde salondan ayrılıyorsunuz.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

STRANGERLAND



Fırtınanın Ortasında adıyla gösterime giren Strangerland, içinde barındırdığı bir dakikalık kum fırtınası yüzünden bu ismi kullansa da siz filmi orijinal ismiyle bağdaştırarak izlemeye başlayın yoksa çok şeyler bekleyerek hüsrana uğrarsınız. Avustralyalı yönetmen Kim Farrant ilk sinema filmi olan Strangerland’ı, daha önce kendi ülkesinde çektiği  belgeseller ayarında karşımıza çıkarıyor. Nicole Kidman kendi anavatanı Avustralya’da film çekmenin verdiği mutluluktan olsa gerek mükemmel bir performans gösteriyor. Açıkçası kendi adımaNicole Kidman’ı Eyes Wide Shut’dan beri, bu kadar başarılı bir oyunculukta izlediğimi hatırlamıyorum. Tabii bu oyunculuk filmin çıtasını her ne kadar yükseltse de genel olarak Strangerland için çok başarılı bir yapım demek zor.

Fırtınanın ortasında olmasa da, çölün ortasında tuhaf insanların yaşadığı bir kasabada geçen Strangerland, ayaklı pervanelerin karşısında uyumaya çalışan ve baygınlık geçiren insanların yaşamlarını bize izletirken, onlar bunaldıkça biz de burada bunalıyoruz. Hikayede bir ailenin daha öncesinde 15 yaşındaki kızları Lily’nin  başına gelen kötü bir deneyim yüzünden yaşadıkları yerden bu sıcacık kasabaya taşınması ve sonrasındaki bir kaybolma olayı anlatılıyor. Cinsel dürtülerle fazla ilgili bir genç kız olan Lily ve ne olduğu bilinmeyen durgun bir halde gezinen ufak erkek kardeşi Tommy,ansızın bir gece yarısı evi terk ederler, gidiş o gidiş. Sabah evin içinde yaşanan büyük telaşın ardından kasabanın kıdemli polis memuru ve tüm halkı bu geniş çaplı araştırma için seferber olur. Fakat incelemeler sırasında olayların perde arkasında Lily’nin gizli gerçekleri  su yüzüne çıkmaya başlarken bir yandan da Parker ailesinin tuhaf davranışları yüzünden etraftaki dedikodular gittikçe artar.Bu sırada başlayan kum fırtınasının ardından gizemli bir şekilde kaybolan iki kardeşin azgın çöl sıcaklarında çok da fazla yaşam şansının olmayacağı gerçeği üzerine, ailede psikolojik travmalar ve gerginlikler boy gösterir.

Filmin içinde önemli bir yere sahip olan cinsel sapkınlıklar, sanki ailedeki dişi kadın karakterlerin üzerine kara bulut gibi yapışmış bir durumda. Ne zaman neden olduğu anlaşılmayan hâl ve hareketler, karşı cinsi kışkırtmalar yer yer filmin dramatik gidişine ters düşüyor. Parker ailesinin çaresizliğini, ruhsal bozukluğunu çok iyi şekilde analiz ederek seyirciye birebir aktaran yönetmenin bunu başarmasının altında kesinlikle oyuncu seçimindeki titizliği yatıyor.Neredeyse True Detective ile eşdeğer olan Strangerland, aynı dizideki gibi derin karakterler tahlilleriyle iç içe ve oldukça ağır ilerleyen cinayet soruşturmasına sahip bir film. Senaryo daha önce defalarca işlenmiş, klişe bir kayboluş hikayesi olmasından dolayı fazla bir beklenti içine giremiyorsunuz, çünkü hikayede yoğun oyunculuk gücü dışında farklı hiçbir şey yok. Polis memuru David rolünde meşhur Ajan Smith’imiz Hugo Weaving ve Parker ailesinin baba karakterini üstlenen Joseph Fiennes gerçekten filme yakışır şekilde ustaca oynuyorlar. Nicole Kidman’ın alacakaranlıkta çölde sergilediği solo performansı tek kişilik tiyatro gösterisi edasında çok ihtişamlı ve görülmeye değer.

Kasabada yaratılan başarılı mekan tasarımını, kızgın güneşin kasabayı kızıla boyamasının filme kattığı psikolojiyi ve çölde geçen sahnelerin kamera tekniğini gördükçe, filmin daha önce belgesellerle iç içe olan uzman bir ekibin elinden çıktığına hak veriyorsunuz. 2015 Sundance Film Festivali’nde oldukça ilgi görmüş olan Strangerland, benim tarafımdan ilgi görmeyerek bilindik hikayesi ve anlamsız ve boş finaliyle sınıfta kalan, fakat oyunculuk adına övgüyü sonuna kadar hak eden bir film. 

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

13 Temmuz 2015

“ SİZİ AYAKTA TUTACAK 6 FİLM” SERİSİ

6 Films to Keep You Awake ( Peliculas para no dormir )

Peliculas Para No Dormir, 2006 yılında Tv için hazırlanmış korku-gerilim temalı altı filmden oluşan başarılı bir mini seridir. İspanyol korku sinemasının gündemde olmasının temellerini atan bu mini seride serideki tüm filmler sinema için yapılmış birçok filmden daha fazla atmosfer ve kurgu bütünlüğü içeriyor. Ortalama 70-75 dk süren  tüm filmler Masters of Horror serisi gibi birbirlerinden bağımsız bölümlerden oluşuyor. Korku / Gerilim tarzı sevenlerin kaçırmaması gereken bu 6 filmi şiddetle tavsiye ederim. Şimdiden iyi seyirler.

Regreso a Moira ( Spectre ) - Filmin yönetmeni Mateo Gil , aynı zamanda yönettiği filmlerin de senaristi. Yazdığı filmler arasında Tesis, Open Your Eyes (Vanilla Sky) ve The Sea Inside bulunan yönetmenin önceki senaryolarına baktığımızda nasıl bir filmle karşılaşacağımız anlamak mümkün. Filmin konusu : Yaşlı bir yazar büyüdüğü kasabayı ziyarete gider. Anıları canlanır ve kasabanın sokaklarında gezmeye başlar. Gezerken küçükken aşık olduğu kadını görür. Kadın bir yaş bile yaşlanmamıştır. Kadını takip eder ve bunun gizemini çözmeye çalışır. Fakat bulacağı şeye hiç hazırlıklı değildir. Spectre ağır ilerlemesine rağmen izleyeni sıkmıyor, uyutmuyor.

La Culpa ( Blame ) - Filmin yönetmeni Narciso Ibáñez Serrador'u "Who Can Kill a Child?" ve "The House that Screamed" adlı filmlerden hatırlıyoruz. Filmin konusu :Tek başına bir anne olan Gloria'nın ekonomik problemleri ortaya çıkınca, iş arkadaşı Dr. Ana Torres onu altı yaşındaki kızıyla yaşadığı büyük evinde yaşamaya davet eder. Ev aynı zamanda bir jinekoloji kliniği olarak kullanılmaktadır. Bunun karşılığı olarak, Gloria Ana'ya asistanlık yapacaktır. Kısa sürede Gloria, Ana'nın kliniği bir kürtaj kliniğine çevirdiğini, lezbiyen olduğunu ve kendisine aşık olduğunu keşfeder. Blame serinin en zayıf halkası olmasına rağmen asla vasat değil.

La Habitacion Del Nino ( The Baby’s Room ) - Mutant Action, Day of the Beast, Common Wealth, gibi filmlerin yönetmeni olan Álex de la Iglesia kesinlikle serinin en iyi filmini çekmiş. Filmin konusu : İspanya'da Juan ve eşi Sonia'nın mükemmel bir hayatları vardır. Yeni bebekleri olmuştur ve iyi bir mahallede onarılması gereken eski bir eve taşınmışlardır. Juan'ın kız kardeşi ve onun kocası çifti ziyarete geldiklerinde onlara bir bebek monitörü verirler. Gece boyunca Juan ve Sonia sesler duyarlar fakat odada kimse yoktur. Ertesi gün Juan eve bir alarm sistemi kurar ve bebek odasını gözlemlemeye başlar. Juan odada bir adam görünce bıçağını alır ve oğlunu korumaya gider. Fakat Sonia Juan'ın deli olduğuna inanmaktadır ve bu yüzden annesinin evine taşınır. Bu arada gazeteci bir arkadaşı Juan'a paralel evrenlerden bahseder ve o evden ayrılmasını, yoksa paralel evrende sıkışıp kalacağını söyler. Gerilim dozu yüksek olan bu filmi asla unutamayacağınız kesin.

Cuento De Navidad ( The Christmas Tale )  - REC filmlerinin üçüncüsünü yöneten Paco Plaza’nın elinden çıkmış olan filmin konusu: 1985 yılında bir kıyı şehrinde arkadaşlar Koldo, Peti, Tito, Eugenio ve Moni, ormanda sıkışmış, Noel Baba kostümlü bir kadına rastlarlar. Grubun bir kısmı polis merkezine gidip yardım isterken, diğerleri bir ip bulup kadına yardım etmeye çalışırlar. Polis merkezine giden grup, kadının aranan bir soyguncu olduğunu öğrenirler. Ormandaki grup da kadını aç susuz orada bırakmakla tehdit edip çaldığı parayı vermesini isterler. 80’lerin nostaljisini yaşamak isteyenler için ideal olan The Christmas Tale, Stephen King’in Stand By Me filminin biraz daha piskopatçası olmuş.

Adivina Quien Soy ( A Real Friend ) – Filmin Yönetmeni Enrique Urbizu , aynı zamanda Johnny Depp’in başrolde oynadığı gerilim filmi The Ninth Gate (9.Kapı)’nın senarisiti. Filmin konusu : Estrella iyi bir öğrenci ve zeki bir gençtir fakat okulda dışlanmaktadır. Estrella boş vakitlerini korku romanları okuyarak ve korku filmleri izleyerek geçirirken annesi de bir hastanede hemşiredir. En sevdiği yazar Stephen King'dir. Annesi Angela'nın çözülemeyen bir travması vardır ve hem hastanedeki yabancılarla hem de apartmanlarının kapıcılarıyla garip şekilde seks yapma alışkanlığı vardır. Birçok korku/gerilim filmlerinin karakterlerine göndermeler yapan film A Real Friend,fantastik gerilim türüne iyi bir örnek.

Para Entrar a Vivir ( To Let ) – Jaume Balaguero, REC serisini hayata geçirmiş ve toplam 3 filmini yönetmiş bir yönetmen olarak, serinin en heyecanlı filmine de el atarak kendine has üslubu ile renk katmış. Filmin konusu :  Mario ve hamile sevgilisi Clara'nın acilen bir ev bulmaları gerekmektedir. Çünkü evlerini satmışlardır ve taşınmak için 15 günleri vardır. Mario'ya güzel bir evin reklamı ulaşınca, sevgilisi Clara'yı kendisiyle beraber gidip evi görmeye ikna eder. Şehirden oldukça uzağa giderler ve terk edilmiş bir mahalledeki eski bir evin önünde bir emlakçı ile tanışırlar. Çift daireyi gördüklerinde pek de beğenmezler fakat kalmak zorundadırlar. To Let, Serinin en temposu düşmeyen ve sürekli bir gerilim yaşatan filmlerinden birisi.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

6 Temmuz 2015

DARK PLACES



Gone Girl’ın yazarı Gillian Flynn’ın romanından uyarlanan filmin yönetmeni Gilles Paquet-Brenner . Kendisi aynı zamanda daha önce benim de çok sevdiğim bir film olan ikinci dünya savaşı draması Sarah’s Key (Sarah’ın Anahtarı)’in yönetmeni ve senaristi. Gillian Flynn’in 2009 yılına ait bir romanı olan Dark Places (Karanlık Yerler), ne yazık ki Gone Girl kadar çarpıcı bir yapıya sahip değil. İçerdiği şiddete dayalı olay örgüsü , psikolojik unsurları ve sonuna kadar merakta bırakan gizem dolu hikayesiyle bile maalesef seyirciye Gone Girl tadını veremiyor.

Dark Places, 1980’lerde bir evde yaşanan toplu katliam sahnesinin ayrıntısız ve saf haliyle açılıyor. Bu evdeki katliamdan tek başına kurtulan evin küçük kızı Libby Day (Günümüzdeki haliyle Charlize Theron) aradan geçen 25 yılın ardından, cinayet çözümlerine oldukça meraklı birisi olan Lyle (Nicholas Hoult) ile tanışır. Lyle çözümlenmemiş cinayetleri araştıran Cinayet Klubü adındaki ilginç kişilerden oluşan bir grubun üyesidir. Bu topluluk, yıllarca Libby’nin yaşadıklarını araştırmış ve  halen hapiste olan evin tek erkek çocuğu Ben’in gerçekten tüm bu katliamın sorumlusu olup olmadığının gerçeğini ortaya çıkarmayı kafaya takmıştır. Lyle ile beraber cinayet gecesi yaşananların perde arkasını araştırmaya başladıkça,  karşısına çıkan ipuçları Libby’ye aslında bildiğini sandığı tüm gerçeklerin farklı olduğunu gösterir.

Gilles Paquet-Brenner film boyunca  geçmişi gösteren flashbackler ile günümüzde yaşanan olay örgüsü arasında güzel bir bütünlük kurması, seyircinin sıkılmadan izlemesine yardımcı oluyor. Ayrıca yönetmen 80’leri yansıttığı sahnelerde, hikayenin içeriğinde önemli bir yere sahip olan heavy metal akımı ve hayvan katliamını ele aldığı satanistlik gibi o dönemin popüler temalarına da oldukça sert bir şekilde yer veriyor. Dark Places’ın, bir cinayet vakasını anlattığı hikayesinden çok, gençleri ele geçirmiş olan uyuşturucu bağımlılığını ve ülkemizde de o yıllarda oldukça yaygınlaşmış olan satanistlik üzerine kurulmuş tarikatların topluma verdiği dehşeti başarıyla anlatması ile seyirciden tam not alacağı bir gerçek.

Charlize Theron, Libby’nin halen katliam gecesinden kalan travmatik hallerini iki saat boyunca sevimsiz ve suratsız haliyle bizlere de yaşatırken, Mad Max:Fury Road’daki rol arkadaşı Nicholas Hoult’ın yavan performansı ve karabatak gibi bir yok olup bir çıkması Lyle karakterinin sönük kalmasına neden olmuş. İki oyuncunun birlikteliğindeki uyumsuzluk filmin akışı boyunca seyircinin karakterlere ısınmasını da engelliyor. Carrie’nin son uyarlamasında seyrettiğimiz yeni parlamaya başlayan genç yetenek Chloe Grace Moretz ise, Ben’in gençlik aşkı, asi ve rahatsız bir kız olan Diondra’yı başarılı bir şekilde canlandırıyor. 25 yılını hapiste geçiren “Ben” karakteri , bana göre gençlik dönemindeki hataların ve yanlış fedakarlıkların bir hayatı nasıl söndüreceğini ele alması bakımından filmde önemli bir yere sahip.

Bu kadar tüyleri diken diken eden bir hikayenin biraz daha gerilim dozu yüksek ve daha çarpıcı bir finali olsaydı tadından yenmezdi. The Killing ve True Detective dizilerinde gördüğümüz ağır ve kasvetli havayı Dark Places’da içinde barındırmasına rağmen, sarsıcı ve güçlü bir işleyişi olmadığından aklımızda sadece ağır ilerleyen ve merak duygusu yaratan basit bir yapım olarak kalacağı kesin. Aynı yazarın elinden çıkan iki ayrı roman uyarlaması olmalarına rağmen devamlı Gone Girl ile kıyaslama yapmamızın nedeni belki de senaryosu ve kurgusu sağlam olan bu hikayelerin yönetmenler tarafından beyazperdeye iyi aktarılamamış olması. Gizem ve gerilimini son ana kadar sürdürmeyi başarmış bir film olan Gone Girl, David Fincher tarafından ustalıkla yönetilirken Dark Places ise, henüz yolun başında olan Fransız Gilles Paquet-Brenner’ın akıcı olmayan, durgun anlatımıyla maalesef izleyenleri konunun içine hapsetmeyi başaramıyor. Charlize Theron’un adına sığınmış, orta halli bir film olan Dark Places, çok fazla beklentiyle izlenmemesi halinde sonuna kadar merakta bırakan senaryosu sayesinde iyi vakit geçirtebilir.

Bu Yazım Popüler Sinema'da yayınlanmıştır.

1 Temmuz 2015

MCFARLAND,USA

Hoş bir başarı öyküsü

Uzun zamandır spor,hırs ve başarı üzerine odaklı hangi filmi seyretsem aklıma koçluk ve aile ilişkilerini başarıyla anlatan Friday Night Lights dizisi geliyor. Bu diziyi seyredenlerin gerçek hayattan alınan bir öykü üzerine yaratılmış olan McFarland USA’de de aynı keyfi alacaklarına eminim.

Filmin konusu 1980’lerde Meksikalıların yaşadığı fakir bir kasaba olan McFarland’de geçiyor. Takım koçluğu rolüne oldukça yakışan Kevin Costner’ın canlandırdığı Jim White, kariyerindeki bazı iniş çıkışlardan dolayı yaşadığı yerden uzaklaşarak zorunlu olarak ailesiyle beraber McFarland’e yerleşir. Burada yaşayan Latin Amerikanın gençleri, ailelerinin yaşadıkları ekonomik sıkıntıları atlatmaları için onlara destek olmak adına  gündüzleri tarlalarda akşamları da başka işlerde hayatlarını sürdürürler. Bu kadar işi bir arada yapabilmenin en temel yolu hızlı olabilmek ve zamanla yarışmaktır. Buradaki bir okulda beden eğitimi derslerine giren Jim White, bir süre sonra neredeyse Amerikan futbolunun tüm kurallarını katleden bir takımın başına yardımcı koç olarak atanır. Farklı bir kültüre sahip olan Latin Amerika halkına karşı hem kendisini, hem de ailesini alıştırmaya çalışan Jim White, okulda geçirdiği zaman zarfında aslında takımdaki gençlerin Amerikan futboluna değil, hızlı ve seri olmalarından dolayı koşuya daha fazla yatkın olduklarını fark eder. Öğrencilerle yaşadığı bir takım problemler kendisini bu işten soğutmaya yetmediği gibi tam tersine daha fazla hırslandırıp önüne çıkan tüm engellere karşı koymasına sebep olur. Tatlı, tatsız yaşanan bazı olayların ardından kendisini de artık iyiden iyiye takımdaki gençlere sevdiren Jim White, tüm ekibi dağ koşusu sporuna karşı ikna edip, yakın zamanda gerçekleşecek olan ulusal bir yarışmaya hazırlamak üzere sıkı bir eğitime başlar.

Yönetmen Niki Caro, 2005’de çektiği ve Charlize Theron’un başrolünü üstlendiği North Country filmine benzer bir yapıya sahip McFarland USA, yine toplumsal olayların karşısındaki bir başarıyı ele alan hikayesiyle seyirciye bir takım mesajlar veriyor. Sadece bu filmde değil birçok spora dayalı başarı öykülerinin yer aldığı yapımlarda klişeleşmiş finali tahmin etmek pek zor olmuyor tabii ki. Fakat bu tarz eğitim ve kazanmaya odaklı filmlerde karşılaştığımız takım ruhunun güzelliğini yansıtan sahnelerde  gözlerimizin dolmasına neden olan hissin, senaryonun gerçek bir hikayeden uyarlanması değil midir ? O zaman sonu iyi ya da kötü bitsin konusu  ve oyunculukları sağlam olduktan sonra bana göre, her zaman bir filmin açıklamasında spor/aile/dram yazıyorsa kesinlikle  bir şans verilmeli.

Kevin Costner’ın sadece bu filmde değil son zamanlarda dramaya ağırlık verdiği Swing Wote, Black or White ve Draft Day gibi yapımlarda da harika oyunculuk sergilediğini söyleyebiliriz. Bu tip filmlere düşkün olanların zevkle seyredeceği ve sonunda izleyende hoş bir duygu bırakan McFarland USA, heyecanlı yarışma sahnelerinin yanı sıra  öykünün alt metninde yatan insan ilişkileri üzerine de güzel bir ders veriyor.

Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.