25 Mart 2015

KOCAN KADAR KONUŞ



Yani , sen bu halinle asosyal takılarak daha ne kadar evde oturacaksın? Millet bebekle geziyor parklarda sende hala tık yok ! Yok anam yok senden hiçbir şey olmaz !.gibi kadınlar üzerinde baskı yaratan cümlelerden yola çıkılarak yazılmış çarpıcı bir kitaptan uyarlanmış bir film “Kocan Kadar Konuş” . Özellikle Türkiye’de sıkça rastlanan “kızlar belli bir yaşa geldi mi hemen evlenmelidir” baskısını anlatan kitabın yazarı Şebnem Burcuoğlu hikayeyi “Patron Mutlu Son İstiyor” filminden hatırladığımız yönetmen Kıvanç Baruönü ile beraber filme uyarlamış.Filmde Ezgi Mola’nın canlandırdığı Efsun karakteri sosyal medya ile fazla ilgisi olmayan bir dergide çalışan kendi halinde fakat sürekli ailesi tarafından eleştirilen bir tip. Hayalleri ile gayet mutlu olan ve kendine ait bir dünyası bulunan Efsun’un tek hayali evlenmek. Efsun’un sergilediği %100 Türk  Kızı imajı ve yaşadığı tüm olaylar aslında gerçek hayatta sık sık karşılaştığımız durumlardan ibaret. Efsun’un kafasında yarattığı kendisine akıl veren bir karakterle konuşmaları,  düşündüklerini monolog olarak seyirciye dönük anlatması ,hayalle gerçek arasında gidip geldiği sahneler filme mükemmel bir renk katmış. Etrafındakilerin söylediklerine fazla aldırış etmeyen kendi bildiğini okuyan ve erkeksi bir kadın imajına sahip Efsun’un başı ilk sevgilisi ile dertte. Kısa zamanda ondan kurtulmayı planlarken karşısına eski liseli platonik aşkı Sinan (Murat Yıldırım) çıkınca olaylar tamamen değişiyor. Bu dakikadan sonra ne yapacağını şaşıran Efsun , Sinan’ı elde etmek için türlü türlü çareye başvuruyor.

İçinde bulunduğumuz sosyal meydanın artık hayatımızın merkesi haline geldiğini gözümüze sokan “Kocan Kadar Konuş” bir yandan da hepimiz hayat dersi veriyor. Filmdeki yaşananlar her ne kadar kadınların başına gelen olaylar üzerinden anlatılsa da bu filmi erkeklerin de seyretmesi gerekiyor. Evli misin ? Sevgilin Var mı? Hımm yok mu ? Hay Allah ! gibi insanı delirten laflara maruz kalan kadının üstündeki baskıyı güzel bir dille anlatmayı başaran “Kocan Kadar Konuş” aynı zamanda filme çok yakışan müzikleri ile de dikkat çekiyor.
Diğer yandan Efsun’un odasında gözümüze sokulan bazı detayların seyirciye mesaj vermek amacıyla hazırlandığı ortada. Kapıda yazan “ Kitabı filmiyle yargılama” yazısı, gelebilecek birçok eleştirinin önünü şimdiden tıkıyor. Odada arka plandaki kütüphaneyi sıkça gösteren sahnelerde aynı kitaplardan üçer dörder adet olduğu hatta yan yana dizildiğini görüyoruz. Bunlar filmin uyarlandığı kitabın yayınevine ait kitaplar mı yoksa kitaplık dolu dolu gözüksün diye mi dikkatsizce dizilmiş tam anlam veremiyoruz.Aynı özensizliği Sinan karakterinin lise yıllarındaki haline baktığımızda da görüyoruz . Liseli Sinan’ın gününümüzdeki hali ile tek farkı sarı botları. Her ne kadar eğlencelik komedi filmi olsa da uzun yıllar öncesini anlatan lise sahnelerinde yine de sakallı bir öğrenci olması biraz rahatsız ediyor. Seyirciyi filmden soğutuyor mu asla. Filmin yakaladığı gittikçe yükselen ivmesine bu tarz ufak detaylar zarar vermiyor. Ayrıca filmin birçok yerinde güzel göndermeler yapmayı ihmal etmeyen “Kocan Kadar Konuş” özellikle hamam sahnesinde Efsun’un Adile Naşit i hayal etmesi, asla unutamadığımız bu usta oyuncuya büyük bir saygıydı. Medya ile iç içe yaşadığımız bu günlerde erkeklerin kadınlardan ne tür beklentileri olduğunu ama nelerle karşılaştıklarını, sosyal medya faktörlerinin yanlış kullanıldığında aslında ikili ilişkilere yarardan çok zarar verdiğini “Kocan Kadar Konuş” güzel mizahi ince detaylarla bir bir sergiliyor.

Filmin kesinlikle bir Ezgi Mola filmi olduğunu söylemek mümkün. Başından sonuna kadar doğal,samimi, sıcacık halleriyle filmi alıp götüren Mola, filmin birçok yerinde seyirciye gerçekten uzun uzun kahkahalar attıracağının garantisini veriyor. Ayrıca sizi çok güldürecek olan Efsun’un şarkı söylediği sahneleri unutamayacağınızı belirtmekte yarar var. “Kim ne derse dersin her zaman kendin gibi olduğunda kazanırsın” gerçeğini başarılı bir şekilde işlemiş olan “Kocan Kadar Konuş” uzun zaman akıllarda kalacak bir yapım olarak komedi filmleri arasında yerini koruyacak gibi duruyor. Komedi severlerin atlamaması gereken eğlenceli hoş vakit geçirmelik bir film.


22 Mart 2015

UPSIDE DOWN


Çoğu zaman uyurken kafamızda kurduğumuz uçuk bir evren gerçekleşmesi mümkün olmayan sıra dışı olaylar bize uyandığımızda keşke aynı yerde olsak da kaldığımız yerden devam etsek dedirtmiştir. Fantastik olan her türlü film ya da kitap beynimizde gerçekten iyi kurgulanırsa bizi farklı dünyalara paralel evrenlere taşır. Bu tarz yapımlar genelde zihninimizi karıştırıp kurcalar ve  normalden iki kat fazla düşünmemizi sağlar. Paralel evren konusunu kitaplardan sonra artık filmlerde ve dizilerde de sıkça rastlamak rastlamak mümkün. Özellikle 2000 den sonra bu tip filmler ardı ardına çekilmekte ve çok da iyi eleştiriler almakta.

Daha önce Christopher Nolan imzalı “Inception” da gördüğümüz yapışık şehirler mantığı Upside Down’da da yer almakta. Yönetmen Juan Diego Solanos fazla beynimizi yormadan zengin fakir hikayesini bilim kurgu ve romantizm ile harmanlayıp önümüze koyuyor. Film boyunca birbirlerine kavuşmaya çalışan iki sevgiliyi Kirsten Dunst ve Jim Sturgess oynuyor. Yukarı baktığınızda gökyüzü olarak gördüğünüz yerde farklı insanların yaşadığı ayrı  yerçekimine sahip bir dünya olduğunu düşünün. İşte filmin tüm kurgusu bu yapıya sahip. Yukarıda üst sınıfların yer aldığı aristokrat ve daha refah bir toplum yer alırken alt dünya dediğimiz yerde ise ezilmiş ikinci sınıf muamelesi gören bir toplum yer almakta. Üst sınıftakiler Transworld denilen iki dünyayı birbirine bağlayan ve köprü vazifesi gören bir şirket ile alt dünyadan petrol sağlıyor.

Yönetmen  film boyunca sömürgeci bir toplum ve sınıf farkları üzerine bir sistem eleştirisi yapmaktan da kaçınmıyor. İki dünya arasındaki temel kural bir dünyadan diğerine geçiş yasağı olması. Sefaletin kol gezdiği dünyada ailesini ufakken kaybetmiş olan ve teyzesi ile yaşayan Adam bir gün dağın tepesine çıktığında yaptığı kağıt uçak yerçekimine karşı süzülerek üst dünyada yaşayan Eden ın yanına düşer. İki dünyayı birbirine en fazla yakınlaştıran dağ sayesinde  Eden ve Adam daha küçük yaşlarında birbirlerine aşık olurlar. Hem ters yerçekimi  hem de tüm yasaklara rağmen bir halat sayesinde bir şekilde birbirleriyle görüşürler ve bunu devamlı hale getiriler. Fakat günün birinde bir devriye tarafından görülünce Eden aniden yüksekten karların içinde düşer o günden sonra bir daha bu ikili asla görüşemez. Adam yıllarca Eden dan haber almaz ve artık öldüğünü düşünür. Fakat bir gün televizyonda Eden’ı görünce muhteşem zekasını kullanarak üst dünyada ona ulaşmak için elinden geleni yapar.

Filmin ana hikayesi bu hatta buna giriş kısmı diyebiliriz. Bundan sonrasında ise Adam’ın yukarıdaki şirkete nasıl girdiği, nasıl Eden a kavuştuğu ,başına neler geldiği ve finalinde ne gibi sürprizler olduğu anlatılıyor. Filmde gerçekten nerdeyse yerçekimi ile dalga geçecek derecede başarılı sahneler var. Tabii ki mantık dışı olaylar olunca ve bazı hataların da olmaması imkansız. Fakat filmin geneline fantastik olaylar hakim olduğunda seyirciyi bu kısımların fazla yormuyor “Biz farklı dünyaların insanlarıyız” cümlesi üzerine kurulmuş film gerçekten bu klişe yargıyı bize çok harika bir uslupla anlatıyor. Engelleri aşıp sevgilisine kavuşmak için Adam’ın yaptığı fedakarlıklar sırasında zekasının sınırlarını zorladığı zekice planlanmış sahneler gerçekten çok başarılı. Bu kadar özgün ve değişik bir senaryo belli ki daha iyi şekilde pazarlansaydı çok daha farklı olabilirdi. Fazla bilinmeyen geri planda kalan film  60 milyon gibi bir bütçeyle çekilmiş ve sadece 22 milyon hasılat getirmiş. Fakat bazı filmleri seyretmek için hasılat ve puana aldanmamak gerekiyor.

Bazen sinema dünyası iyi takip edildiğinde bunun gibi özgün yapımları diğer filmlerin arasından keşfedip çekip çıkartmak mümkün olabiliyor. “Upside Down” her ne kadar tüm yaratıcı fikirlerine ve görselliğine rağmen olumsuz eleştiriler alsa da birçok sinefil tarafından oldukça beğenildi.Bilim-kurgu olsun,fantastik dünyada geçsin içinde aşk da olsun diyorsanız bu filmi ıskalamamanızda fayda var.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

16 Mart 2015

AGENTS OF S.H.I.E.L.D.


Marvel in iki senedir bizi besleyen süper ajanlar dizisi Agents Of Shield tam gaz devam ediyor. Dizi Nick Fury eşliğinde kurulmuş olan SHIELD in başındaki Marvel filmlerinden tanıdığımız Ajan Phil Coulson ve ekibi etrafında dönüyör.Her bölüm filmlerle paralel ilerlerken Shield ajanlarının enteresan güçlere sahip düşmanları nasıl alt ettiklerini görüyoruz. Avengers dan sonra New York da ortaya çıkan süper kahraman şeklindeki kötüler ve normal insanlar arasındaki birçok olayı çözmek üzere kurulan May,Ward,Skye,Fitz ve Jemma dan kurulu ekip daha sonraki bölümlerde yeni ajanların katılmasıyla adeta güçlenerek diziyi mükemmel bir duruma getirdi. Marvel fanatiklerinin şu sıralar çok fazla keyif alarak izlediği dizi başlarda karakterlerin marvel sinematik evreni ile bağlantılı olmaması yüzünden çok eleştirildi. Avengers filminde Loki tarafından Coulson ın ölmesi ve dizide tekrardan canlı olarak nasıl karşımıza çıktığını görmek izleyenleri hayli şaşırttı. Fakat bölümler geçtikçe dizi bizlere ne nasıl nerede şeklindeki tüm sorularımıza mantıklı açıklama getirdi. Avengers in tekrar kurulması için Nick Fury nin Coulson ı nasıl kullandığını ve tüm gerçekleri öğrenmiş olduk. İlk sezonundan ortasından sonra konunun Hydra ya bağlanması ve ekipteki köstebek durumları her bölüme ayrı bir heyecan kattı.
“Thor The Dark World” ve “Captain America : The Winter Soldier” ile bağlantılı olan bölümler ile dizinin çıtası yükseldi. Asgard dan Lady Sif e ,Peggy Carter dan Nick Fury e kadar sinema filmlerinden konuk oyuncuların gözükmesi hayranlarının diziyi daha çok sevmesine neden oldu. Karakterler ve konular her geçen bölümde daha çok olgunlaştı. Akıllara durgunluk veren , seyirciyi merak içinde bırakan bir dizi haline gelen “Agents Of Shield” in “Avengers: Age of Ultron” la bağlantılı olması durumu kesinleşti. Çok iyi planlanmış ve orijinal senaryosu ile bu dizinin ilerde Marvel dünyasında çok konuşulacağı kesin. İkinci sezonda yeni karakterlerin diziye dahil olması ve normal insanların gizemli güçlere sahip olan birer süper kahramana dönüşmesiyle en çok beklenen ve tahmin edilen “Inhumans” olayı gerçek oldu. Tüm fanların hayranlıkla beklediği Marvel evrenindeki süper kahramana benzeyen bir ırk olan Inhumans ların yavaştan ortaya çıkması ve karakterlerin de şekillenmesiyle seyirciler farklı teoriler üretmeye başladı. Seyirciler Coulson tarafından yazılan sayıların ne anlama geldiğini bulmaya çalışırken bir yandan da  Skye ın bir Inhuman olan Quake karakterine nasıl dönüşeceğini düşünür hale geldi. Fakat halen son bölümlerdeki olayların meydana geldiği şehrin Inhumans ların yaşadığı Attilan olup olmadığı kesinleşmiş değil.Bu dakikadan itibaren dört sene sonra filmi gelecek olan Inhumans ların temelleri hazır bu dizi ile atılmışken biraz Inhumans lar hakkında bilgi vermemiz gerek.Çünkü dizinin gelişim sürecinde karşımıza bu ırktaki karakterler bol bol çıkacak .

Inhumans lar ilk kez Marvel evrenine kendi başına bir seri olarak 1975 yılında giriyor. Inhumanslarda iki uzaylı ırk var Kree (Guardians of the Galaxy de gördüğümüz ırk) ler ve Skrull lar. Bu ırklar yıllarca birbirleriyle savaşırlar ve sonunda Kree ler kendilerine bir üs kurarlar. Burada keşfettikleri insan ırkı üzerinde deney yaparak süper askerler yaratmak peşinde olan Kree ler bir süre sonra deneyleri yarım bırakmak zorunda kalırlar. Yarıda bırakılan ırk kendi gelişimlerini sürdürerek Inhumanslar olarak hayatlarını Attilan da sürdürür. Daha sonra  Terrigen adı altında bir dumanın bu ırkın süper güçlere sahip olmasına neden olduğu anlaşılır.Yalnız bazıları bu dumandan kötü etkilenip birer mutant haline dönüşür. Reaksiyon vermeyen ve mükemmel olanların  ise üremesine karar verilir. Mutant geçirenler ise çok farklı şekillerde şehirde gezerler. Inhumansların diziye girmesiyle gerçekten her bölümde ayrı bir heyecan ve merak başladı. Bir sonraki haftayı iple çeken izleyici kitlesi dizilerde ortaya çıkan bazı karakterlerle ilgili yeni dizi projelerini de az çok tahmin eder oldu. Marvel dünyasının dizi sektörüne el atması ve bu dizilerin de filmlerle olan bağlantıları sayesinde çizgi-roman kültüründen gelmiş olan hayranların dışında sadece filmleri izlemiş olan bir kesimin de tetiklendiğini görüyoruz. Sadece çizgi-romanlarda kalmayıp beyazperdeye de Marvel dünyasını taşıyan büyük usta “Stan Lee” ye çok şey borçluyuz.

13 Mart 2015

2014 ün EN BEĞENDİĞİM FİLMLERİ


Seçtiğim bu 16 film gerek vizyonda oynamış ,gerekse gösterime girmemiş fakat internet ortamlarında sık rastladığımız filmler. Bana izlediğimde en çok keyif veren özellikle tekrar sıkılmadan izlenebilecek filmleri bir araya topladım. Her türden film izleyen bir sinefil olarak , listemde izlemedikleriniz varsa denemenizi tavsiye ederim.

GUARDIANS OF THE GALAXYGalaksinin Koruyucuları.. Aksiyon dolu bir epik uzay macerası. Bir Marvel fanı olarak çok önyargılı izleyip sonunda bayıldığım bir film oldu. Macera peşindeki kahramanımız Peter Quill evreni tehdit eden kötü karakter Ronan ın elindeki bir gök cismini çaldıktan sonra işler karışır ve ödül avcıları peşine düşer. Şans eseri Ronan ın peşinde olan birbirinden farklı dört karakterle işbirliği yapan Peter uzayda muhteşem bir maceraya atılır. Görsel efektlerin yanı sıra Filmin soundtracki de müthiş güzel

DELIVER US FROM EVILBizi Şeytandan Koru .. Eric Bana nın rol aldığı aksiyon ve gerilimi beraber yürüten oldukça başarılı bir film. Başlarda “Seven” tarzında giden film daha sonra şeytan çıkarma olaylarına dönüşerek izleyiciyi kendine bağlıyor.

THE MAZE RUNNERLabirent: Ölümcük Kaçış .. Film bir üçleme olan kitap serisinin ilk romanının sinemaya uyarlanmışı. Hayatta kalma mücadelesi vererek bir labirentten kurtulmaya çalışan bir grup çocuğun akıl almaz macerası. Film hem çok heyecanlı hem de adrenalin dozu yüksek.

INTERSTELLARYıldızlararası .. Christopher Nolan ın yönettiği müthiş bir fantastik bilim-kurgu filmi. Yaşamak için yeni bir gezegen bulmak üzere yola çıkmış bir ekibin uzay serüveni. Seyirciye adeta uzay bilimi dersi veren ,görsel olarak da oldukça başarılı bir film.

CAPTAIN AMERICA :THE WINTER SOLDIERKaptan Amerika : Kış Askeri Marvel den yine mükemmel bir film. Kaptan Amerika bir Shield ajanı öldürülünce kendini dünyayı tehlikeye sokan bir olayın içinde bulur. Ve karşısına geçmişten sürpriz bir düşman çıkar “Kış Askeri”. Çekimleri ve konusu ile diğer Marvel filmlerine göre daha başarılı olan film aynı zamanda çok sağlam bir senaryoya sahip.

PREDESTINATION .. Ethan Hawke” ın başrolde olduğu,zaman paradoksu üzerine işlenmiş akıllara durgunluk veren bir konuyu ele alan beyinlere zarar bir film. İzlediksen sonra biraz sarsılacaksınız.

BEGIN AGAIN.. Keire Knightley ve Marc Ruffalo dan müzik grubu temalı çok sıcak ve samimi bir romantik drama. Hem müzikleri hem oyunculukları çok güzel.

WHIPLASH.. Bir orkestrada davul çalan inanılmaz hırslı bir öğrenci ile karşısında ondan daha hırslı ve deli bir öğretmen. Harika oyunculuk harika kurgu müthiş sarsıcı bir final.

THE HUNDRED FOOT JOURNEY- Aşk Tarifi .. Yemek konusunda oldukça başarılı Hintli bir aile Fransanın bir kasabasına gelip oranın en ünlü mutfağının bulunduğu restoranın karşısına bir yer açarsa neler olur ? “Helen Mirren” ın müthiş oyunculuğuyla birlikte harika müzikler ve görüntülerle süslü sıcacık bir film. Yemek yapma sanatı,aşk,hırs,tartışmalar komedi hepsi bir arada . Mutlaka izlemeniz gerek.

LOVE,ROSIE.. Meg Ryan ,Julia Roberts filmleri tadında şeker gibi bir romantik komedi. “Erkek ve kızdan arkadaş olmaz” ilkesinden yola çıkan film ,Rosie ve Alex in inişli çıkışlı 12 seneye yayılmış hikayesini anlatıyor.Bu tarz sevenlerin bayılacağı bir film.

SNOWPIERCER..Hikaye buzul çağında durmadan ilerleyen bir trende geçiyor. İnsanlığın sonuna gelmiş ve hayatta kalanlar ise bu trende kendilerini belli sınıflara ayırmış olan bir diktatörlük  sisteminin parçası olmuşlardır. Buradaki yönetime karşı gelmek üzere bir ayaklanma başlar.Başrolde “Captain America” rolündeki “Chris Evans” yer aldığı akıcı ve gerilim dolu bir macera filmi. Çok farklı bir senaryo mükemmel bir final .

BEAUTY AND THE BEASTGüzel ve Çirkin..Klasikler arasında yer alan masalın mükemmel bir Fransız uyarlaması. Romantik unsurların yanında gerilim tonuda olan filmin müzikleri ve görüntüleri mükemmel. Orijinal hikayenin dışında güzel şekilde ayarlanmış bazı değişiklilkler ile süslenmiş olan film çok daha zevkle izlenir hale gelmiş.

GONE GIRLKayıp Kız..”David Fincher” imzalı film gizem dolu bir gerilim filmi. Nick ve Amy nin evlilik yıldönümleri hazırlığı sırasında aniden Amy ortadan kaybolur. Bulunan kanıtlar sonucunda kocası Nick (Ben Affleck) in bu işi planladığı ortaya çıkar. Fakat araştırmalar sürdükçe işler göründüğü gibi olmaz. Çok başarılı bir senaryo ve Amy rolündeki “Rosamund Pike” dan müthiş bir performans.

DIVERGENT Uyumsuz.. Açlık Oyunları gibi distopik fimler/kitaplar serisinin başka bir versiyonu olan film farklı mıntıkalara ayrılmış insanların bulunduğu bir sistemdeki başkaldırıyı anlatıyor. Sorgudan uzak yaşayan bu insanlar diktatörlük rejimi ile yönetilirler ve yapılan testler sonucunda kurallara uymayan uyumsuzları cezalandırılar. Farklı bir hikaye üzerine kurulu film çok sakin başlayıp gittikçe heyecan dozunu arttıran bir yapım.

RELATOS SALVAJES (WILD TALES) - Asabiyim Ben.. İçinde 6 farklı hikayenin bulunduğu filmdeki tüm olaylar genelde hırs,intikam,aldatma,asabiyet,toplumdaki çarpık düzen,rüşvet gibi konular üzerine kurulu. İçindeki bulunduğumuz sistemin değişmeyen yanlışlarını anlatan aynı zamanda çok iyi seçilmiş müziklerle dolu mükemmel bir film.

THE LOFT-  Çatı Katı..Film eşlerini aldatmak üzere bir çatı katı kiralayan beş arkadaşın hikayesini anlatıyor.Bir sabah bu evde bir ceset bulunur ve üzerinde bir yazı. Beş arkadaşın birbirlerinden süphelenmesiyle başlayan tartışma dolu gerilim filmin sonuna katil kim sorularıyla sizi uğraştırıyor. Ve tabii ki tahmin bile edilemeyecek mükemmel bir final .

9 Mart 2015

THE BROTHERHOOD OF WAR ve MY WAY

Güney Kore den savaş temalı iki başyapıt.

Güney Kore nin uzun zamandır çok iyi yapımlara el attığını çok iyi biliyoruz. Hatta Hollywood un bu filmlerlerin çoğunu tekrardan çevirip önümüze koyduğuna da şahit olduk. Özellikle drama ve gerilim filmlerinde atak yapmış olan Güney Kore, savaş filmlerine de girmekten de kaçınmadı. Bahsedeceğimiz iki film de Je-Gyu kang tarafından çekildi ve korede yapılan her oylamada  ilk başlarda yerini aldı.  Başarılı efektleri , gerçekçi savaş sahneleri ve mükemmel oyunculukları ile Kore sinemasında birer başyapıt olarak anılmakta olan bu iki filmin etkisinden kurtulmanız biraz zor. Dramatik yönden de seyirciyi oldukça etkileyen bu filmlerin olay kurgusu adeta nakış gibi işlenmiş ve dört dörtlük.

THE BROTHERHOOD OF WAR ( Tae Guk Gi )- 2004

Girişte kısmı ile Er Ryan filmine benzetilen film sıradan iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Kuzey-Güney Kore savaşı sırasında yapılan kazılarda bulunan bazı eşyalar Jin Tae (Dong-gun-Jang) ye ulaştırılır. Savaşta kaybolan ağabeyinin halen yaşadığını düşünen Jin Tae anılarına dalar ve film geçmişten başlar. Jin Tae ve ailesinin huzur dolu yaşamları savaşın başlaması ile bozulur ve birer mülteci olarak  yollara koyulurlar. Bu sırada iki kardeşten ufak olanı askere alınması üzerine ağabeyi onu korumak için gönüllü olarak savaşa yazılır. Tek amacı savaşta başarı gösterip kardeşini eve yollamaktır. Fakat savaşın verdiği zorluklar iki kardeş içinde güç bir durum yaratır. Psikolojisi bozulan  ağabey bir süre sonrası amacından sapar ve savaş sırasında dost düşman herkesi öldürmek üzere programlanmış bir ölüm makinası haline gelir. Jin Tae bir süre sonra ağabeyinin taraf değiştirmesi ve kuzeylilerin yanında savaşması üzerine ne sevdiği kardeşi ile karşı karşıya gelecektir..Filmin en unutulmaz sahnelerinden birisi olan savaş meydanındaki karşılaşma ve hesaplaşma anı asla aklınızdan çıkmayacak. Savaş sırasında askerlerin çektiği sıkıntıları , başarıları,ruhsal bozuklukları çok iyi anlatılan filmin  çoğu sahnesi için  görsel efekt yerine gerçek patlama sahneleri tercih edilmiş  ve bolca figüran oynatılmış. Daha önce kore filmi izlememiş olanlara oyuncuların konuşmaları ve mimikleri önce garip gelse de bir süre sonra filmin akışına kapılıp unutuyorsunuz. Siyasi anlamda mesajlar da vermeyi  de ihmal etmeyen film duygusal olarak da çoğu yerde izleyiciyi kendine bağlıyor. Reytingi çok yüksek olan, imdb de halen 8.2 gibi bir puanı bulunan ve kore sinemasında çok iyi bir yeri olan “TaeGukGi”  oyuncu ,yönetmen ve film dallarında birçok ödül almıştır. Bana göre son yıllarda izlediğim birçok savaş filminden çok daha başarılı ve etkileyici.

MY  WAY (Mai Wei) – 2011

“TaeGukGi”  nin başarısından sonra Güney kore boş durmayıp yine muhteşem bir savaş filmiyle karşımıza çıktı. Dong-gun-Jang ın başarılı oyunculuğuna bu filmde de yer veren yönetmen Je-Gyu kang yine adından çok söz ettirecek bir yapıma imza atıyor. Yaklaşık bizim paramızla elli milyon tl gibi bir rakamla çekilen filmde hiçbir masraftan kaçınılmamış ve ortaya harika bir savaş draması çıkmış. Gerçek bir öyküye dayanan film 2.Dünya savaşında Japonyanın işgali altında olan Koredeki iki arkadaşın hikayesini anlatıyor. Film Londrada olimpiyat oyunlarındaki maraton koşusu ile başlıyor. Küçük yaştan beri birbirleriyle rekabet halinde olan Tatsuo ve Jin Shik yıllarca ulusal turnuvalarda iyi dereceler alırlar. Tokyo olimpiyat oyunlarında yine aralarında çekişme başlar fakat Korelilerin başlattığı bir ayaklanma ile isyan çıkınca ortalık karışır. Bizim iki arkadaş tutuklanıp Japonya ordusuna hizmet etmek üzere göreve alınırlar. Birbirlerini düşman olarak gören iki arkadaşın savaş sırasında zamanla tüm duyguları değişir. Esir düşmeleri ,gördükleri zulümler ve acılar sonucunda birbirlerine olan bağlılıkları son derece güçlenir. Hikayede anlatılacak çok şey var fakat gerisini izleyip değerlendirmek size kalıyor. Filmde olağanüstü bir oyunculuk gözümüze çarpıyor. İki arkadaşı oynayan Dong-gun-Jang ve Jo Odagiri adeta size savaşı ve dramı sonuna kadar yaşatıyorlar. Bu arada filmde İsmail Deniz adında Almanya için savaşan Karim adında bir karakteri canlandıran türk oyuncu da yer almakta. Oldukça realistik savaş sahnelerine sahip dramatik bir yapım “My Way” . Sahneler arası geçişler ve kurgu mükemmel . Savaş filmlerinin kaçınılmazı olan algı karışıklığı bu filmde hiçbir şekilde yaşanmıyor . Tam bir ahenk içinde geçen filmin  kusursuz savaş sahnelerinde görüntü yönetmeni çok iyi iş çıkarmış. Filmin en önemli ve en iyi çekilmiş kısmı olan Normandiya kıyılarındaki savaş sahneleri adeta izleyiciyi büyülüyor.

Savaş draması sevenlerin asla kaçırmaması gereken bu iki filmi seyrettikten sonra eğer kore yapımlarına karşı bir  önyargınız varsa o da ortadan kalkacaktır. Kendi adıma böyle başarılı savaş  fimlerini  bize izleme şansı verdiği için  Güney Kore sinemasına saygı duyuyorum.

7 Mart 2015

GÖZÜNÜZDEN KAÇMIŞ OLABİLECEK 3 FİLM


Bazı filmler vardır ya hiç ummadığınız birisinden duyarsınız ya da bir anda karşınıza bir yazısı çıkar ilginizi çeker bulur izlersiniz. Benim nedense bu tür ilginç filmler hep karşıma çıkmış ve beni bulmuştur. Özellikle seyrettiğim bir film gerçekten çok etkileyici ise o yönetmenin nesi varsa arar bulurum. Sanırım sinema merakı ve aşkı da böyle gelişiyor işte.

SARAH’S KEY ( Elle S'appelait Sarah )-Sarah’ın Anahtarı-2010

Gilles Paquet-Brenner” ın yönettiği “Tatiana de Rosnay” ’ın aynı adlı romanından uyarlanan “Sarah’nın Anahtarı” sizi sonuna kadar uzun bir yolculuğa çıkartan nefis  bir Fransız filmi. Başrolde İngiliz Hasta dan tanıdığımız “Kristin Scott Thomas” yer almakta. Film hikayesi ve oyunculukları ile ön plana çıkan bir  2.Dünya savaşı draması . Gerçekten tanıtımı,reklamı  iyi yapılsaydı eminim hayat hikayesine dayanan dönem filmleri arasındaki yerini korur, klasiklere girerdi.Hikaye Fransada yaşayan Amerikalı gazeteci bir kadının “Vélodrome d’Hiver“toplama kampındaki bir olayla ilgili makale yazma göreviyle başlıyor.Sarah Starzynski” Fransızlar tarafından yakalanmış binlerce yahudi çocuktan birisi , fakat yaptığı bir hata, verdiği çok büyük bir söz vardı. Evdeki küçük kardeşini yakalanmaması için gizli bir bölmeye kapatmış ve geri döneceğine dair söz vermişti. Mutlaka Sarah bir gün geri dönecekti. İşte böyle bir hikayeyi araştıran gazeteci kadınımız geçmiş ve günümüzden bağlantılarla gizem dolu bir yolculuğa çıkar. Filmde rahatsız eden bir çok şey var tabiî ki ama bu da zaten 2.Dünya savaşında geçen soykırımlarla ilgili yapılmış dramaların olmazsa olmazı. Diyalogların kısa ,geçişlerin çok olduğu bir yapım olmasına rağmen bu sizi asla rahatsız etmiyor tam tersine sonuna kadar sizi ekrana bağlıyor. Bu arada Sarah ın küçüklüğünü oynayan “Mélusine Mayance” ın performansının çok başarılı olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ayrica filmin sonlarında ise ufak ama çok önemli kilit bir rolde “Aidan Quinn” e rastlamak mümkün.

Günümüzde halen Pariste yer alan bir anıtta “Vélodrome d’Hiver“toplama kampına 1942 yılında polis gözetiminde  toplam 4000 civarı yahudi çocuk ve 2000 civarı da yetişkinin insanlık dışı bir şekilde getirildiği ve sonrasında hiç birinin bulunamadıığı yazmaktadır. Hikayesinden dolayı gizemini sonuna kadar koruyan Sarah’ın Anahtarı ,bu tarz filmlere ilgi duyanları kesinlikle memnun edecek bir yapım.

INSENSIBLES  Duyarsız- 2012

“İncendies” ( İçimdeki Yangın) den sonra yine sizi ekrana yapıştıracak bomba gibi bir İspanyol gizem/gerilim filmi. “Juan Carlos Medina” filmin yönetmeni  ve başka bir filmi de bulunmuyor güzel bir senaryo yakalamış ve çekmiş . Hafızaya aldığım bu yönetmenin ilerde çok iyi işler yapacağına eminim.. Bence bu tür filmlerin en sağlam örneklerinden birisi olduğu kesin.Film iki ayrı hikaye şeklinde ilerliyor. Tabii ki zamanla bu hikayeler birbirleriye bağlanıyor.
İlkinde İspanyadaki savaş döneminde akıl hastanesindeki çocukların fiziksel acı çekmeye karşı duyarsızlaştırılmaları anlatılmakta. İkinci hikayede ise ilik nakline ihtiyacı olan bir beyin cerrahının biyolojik anne-babasını araması konu ediliyor. Filmin özellikle akıl hastanesindeki karanlık ve ürkütücü atmosferi çok başarılı. Hakkında çok az yerde yazı bulabileceğiniz bir yapım. Yine bu filmin pek çok kişinin gözünden kaçmış olabileceği bir gerçek. Konu sizi içine çekmeyi başardığı gibi kendinize  kim neden acaba niye gibi her türlü soruyu sordurtuyor ve finalde İspanyollar  yine yapmış  yapacağını diyorsunuz. Başarılı bir performans sergileyen Berkano rolündeki “Tómas Lemarquis” , “Noi Albinoi”  ( Buzdan Hayaller)  den hatırlayacağınız bir oyuncu. Kendisi İzlandaca,Fransızca ve İngilizce bildiğinden pek çok filmde yer almakta ve 13 yaşında geçirdiği bir hastalıktan dolayı da vücudundaki tüyleri kaybetmiş.

DAGLICHT - 2013
  
Hollandalı yönetmen “Diederik Van Rooijen” ın “Marion Pauw”  un yazdığı bir kitaptan uyarladığı ikinci uzun metrajlı filmi. Gerilim ve heyecan dozu yüksek olan ilk filmi “Taped” ın aldığı olumlu yorumlar üzerine bu filmi çekmeye karar vermiş. Genelde Avrupa yapımlarında dizi ya da film olsun  ,seyrettikten sonra yönetmen ve oyuncu avına çıktığınızda karşınıza farklı türlerde harika filmler çıkabiliyor.Filmde, genç bir avukat olan Iris günün birinde cinayetten hapiste yatan otistik bir üvey ağabeyi olduğunu öğrenir . İlk başlarda umursamasa da daha sonra araştırmaya başladıkça ağabeyinin kendi otistik oğlu Aron a çok benzediğini anlar ve onun suçsuz olduğunu düşünür. Iris olayları çözmeye çalışırken karşısına ailesinin geçmişteki gizemli gerçekleri çıkar.Iris in erkek kardeşini aramaya başlaması ile gerilimin yavaş yavaş arttığını görüyoruz.
Diğer gerilim filmlerinde bolca rastladığımız seyircide merak uyandıran ufak ayrıntılar Daglicht te de bulunuyor fakat olayların düzgün gidişatı ve kurgunun güçlü oluşundan dolayı bunlar sizi rahatsız etmiyor. Her ne kadar filmin sonunu tahmin edebilseniz bile yinede de Daglicht türünün başarılı örneklerinden birisi. Gizemi bol ,merak dolu bir senaryosu ve çarpıcı finali  ile karşımıza gösterişsiz aynı zamanda otizm konusunda bilgilendiren bir yapım ortaya çıkmış. Daglicht,yine çok sevdiğim İskandinav filmleri furyasından birisi daha. Hollywood  bu yapımı yakın zamanda gerilimi ve tempoyu arttırararak süslenmiş bir remake olarak önümüze sürerse şaşırmayın. 

5 Mart 2015

RELATOS SALVAJES ( Wild Tales )

 Asabiyim Ben


Pedro Almodovar'ın yapımcılığını üstlendiği film, içinde 6 farklı trajik ve gerilim dolu hikayeler barındırıyor. Sistemdeki bozuklukları ve bunların hayatımıza yansıyan olumsuz etkilerini farklı ve başarılı bir anlatımla karşımıza çıkaran yönetmen Damien Szifron u gerçekten böyle farklı bir filmi bize sunduğu için tebrik etmek gerek. Daha önceleri “21 Gram”, “Amores Perros” ve özellikle bir Ps3 oyunu olan “The Last of Us” için yaptığı müziklerle tanınan Gustavo Santaolalla ya ait muhteşem bir jenerik müziği ile başlıyor film. Daha ilk bölümle sizi içine çekmeyi başaran yapım peşinden gelen bölümlerdeki ilginç ve şaşırtan olaylarla daha da büyülüyor. İlk iki hikayeyi kısa tutan yönetmen üçüncü hikayeden sonra süreleri biraz daha arttırıyor ve aynı zamanda filmin biraz daha havasını değiştirerek biraz daha sarsıcı hikayelere yöneliyor. Günlük hayatta yaşanan hepimizin başına gelebilecek olayları anlatan film size de kendinizi sorgulamak için bayağı zaman veriyor. “Asabiyim Ben” adından da anlaşılacağı gibi asabilik,aldatma, yolsuzluk,intikam gibi duyguların hayatımızı nasıl etkilediğini ne boyutta olaylara yol açacağını  en önemlisi öfke kontrolünü kaybetmenin yarattığı trajediyi çok güzel parlak bir zeka ile sunuyor.

İlk Hikaye : Uçakta yaşanan iki kişi arasındaki diyalogların ardından kısa sürede ortak birçok noktaya sahip kişilerin konuya dahil olmasını ve yaşanan gerginliği anlatıyor. Suçlamalar üzerine yapılmış kısa ve çarpıcı bir bölüm.
İkinci Hikaye: Bir restoranda yaşanan olayda garson kız ile ansızın gelen bir müşteri arasındaki geçmişte yaşanan intikam hesaplaşması anlatılıyor. İlginç bir finale sahip kısa bir hikaye.
Üçüncü Hikaye: Diğerlerine  göre gerilim dozu en yüksek olan bu bölümde yolda birbirleriyle atışan iki araç sahibinin öfkeleri  sonucunda yaşananları anlatan sağlam ve çarpıcı bir olay anlatılıyor. Yıllar öncesinden “Flashdance” filminin soundtrack inden harika iki parça da bölüme eşlik ediyor.
Dördüncü Hikaye: Bu bölüm filmdeki en çok beğendiğim birinci hikaye oldu. Bunda tabiî ki “El secreto de sus ojos” (Gözlerimdeki sır)ve “Septimo” dan tanığımız usta uyuncu Ricardo Darin in payı çok büyük. Bizlere en fazla ders veren  bu bölümde bomba uzmanı bir adamın park ettiği arabasının haksız yere çekilmesi üzerine şirkete karşı verdiği mücadele anlatılmakta. Sistem sorgulaması üzerine yapılmış zekice bir hikaye.
Beşinci Hikaye: Bu seferki  hikayede avukat ,polis memuru, yalancı şahit ve bir babanın üzerine kurulu etkileyici diyaloglara şahit oluyoruz.  Bu bölümde ise,alkollü iken sürdüğü araçla hamile bir kadına çarpıp ölümüne sebep olan oğlunun ceza almaması için direnen bir babanın her türlü yolsuzluğa nasıl boyun eğdiği anlatılıyor. Paran varsa her şeyi elde edersin mantığını en güzel anlatan bir hikaye.
Altıncı Hikaye: İkinci olarak en çok beğendiğim oldukça  akıcı ve güzel bir hikayeye sahip olan bu bölümde bir düğün sırasında yaşanan aldatma trajedisinin ortalığı nasıl karıştırdığını görüyoruz.  Bir anda meydana gelen olayların çok güzel giden bir ortamı nasıl kararttığını  izlerken şaşırmadan yapamıyoruz. Çalan nefis balkan parçaları eşliğinde adeta bu bölüm bize Tarantino filmlerini hatırlatıyor. Oldukça keyifli enteresan tam bir kara mizah örneği olan bir hikaye.

Bu filmin yıllar sonra da çok konuşulacağından emin olmakla beraber tüm sinema sevenlere şiddetle tavsiye ederim.


1 Mart 2015

87. OSCAR GECESİNİN ARDINDAN



Yanında çok daha güçlü ve çarpıcı filmler varken Crash / Sheakspare in Love/ American Beauty / The Hurt Locker ( ki o zamanlar kategoride 5 film olurdu ) gibi seyret unut tarzındaki yapımları En İyi Film kategorisine taşıyan akademiye  küskünlüğüm her ne kadar devam etse de  yine Oscar zamanı gelince heyecanlanır adayları izler  kendimce bir şeyler karalarım . Tüm teknik vs gibi yan kategoriler hakkında değil daha çok ilgilendiğim üzen ve sevindiren kısımlara değinirim.. Bu sene diğer yıllara göre biraz daha çekişmeli bir ortam vardı sanki Oscar gecesinde. Fakat uzun zamandır Oscar gecesindeki gösterileri sunumu sürprizleri yeterli bulmadığımdan bu kısımlara değinmek bile istemiyorum. Ben hala “Billy Crystal” esprilerini ve o dönemlerdeki showları özlüyorum .

Bu yıl da  “Birdman” in En İyi Filmi alması yine Oscara olan kızgınlığımı arttırdı. İnanılmaz derecede şişirilen yazılan çizilen bu film sonunda akademinin de gözüne nasıl sokulduysa artık Oscarı kaptı. Oylamalarda ne türlü olayların döndüğünü bilmek mümkün değil ama insaf yani, yanında yedi tane daha aday varken ve bunların içinde Boyhood / The Grand Budapeşt Hotel /Whiplash / The Theory of Everything / The Imitation Game gibi gerçekten seyrederken size farklı duyguları yaşatan sıkı yapımlar dururken “Birdman “gibi sıkıcı neredeyse tamamı tek mekanda geçen olağanüstü oyunculuklarında bulunmadığı  fantastik/sanat tarzındaki bu filme Oscarı neye dayanarak verdiler anlamış değilim. Sahnelerin tek planda çekilmiş olması, kamerayı yönetmenin iyi kullanmış olması sonucunda En İyi  Sinematografi  Oscarını da aldı hak ettiği şekilde , bu kısmı anladık.  Ama en iyi yönetmen ödülü nedir ? Niye “Boyhood” ile “Richard Linklater” alamadı mesela ? On iki sene içinde farklı zamanlarda beklemiş yılmamış aynı oyuncuları bir araya getirmiş oynatmış ortaya bir film çıkarmış emeği daha büyük değil mi ? “The Grand Budapeşt Hotel”  ile Wes Anderson adeta yönetmenlik dersi verip harika bir film yapmamış mıydı ?21 Gram,Amores Perros gibi filmleri yönetmiş olan Alejandro González Iñárritu Birdman gibi bir filme neden el atmış o da belirsiz. Sevgili Keaton sen zamanında Batman oldun gel bir de Birdman ol hem bak dile de hoş geliyor yanına da Edward Norton u koyarız bir de Emma Stone u veririz ki  kız Spiderman de kalmasın yaparız bir sanat filmi o da ön plana çıkar diye düşündüğünü aklıma getirmek istemiyorum JBu arada Michael Keaton çok beğendiğim bir oyuncudur kesinlikle Birdman da iyi oynadığını da düşünüyorum ama aday olacak kadar değil. Fakat ondan iyisi de vardı ki o da almasını çok istediğim fakat alamayacağını düşündüğüm “Eddie Redmayne” dı. “The Theory of Everything” deki Stephen Hawking rolünü hakkıyla verdi  ve oscarı da kucakladı. Sanki rolünü oynamamış ta bir Hawking belgeseli izliyorduk  o da kendisiydi. Bu kadar mı güzel oynar bir aktör rolünü .Gerçekten .87.Oscar ödüllerindeki beni en fazla sevindiren ödül En İyi Erkek oyuncu dalında Eddie Redmayne in başarısı oldu.Bunun yanında kesin gözüyle baktığım hatta başka hiçbir adayı gözümün görmediği muhteşem performansı ile “Whiplash” in bizi ekran başında delirten öğretmeni “J.K Simmons” vardı . Altın küre ödülünün ardından akademi nasıl olduysa  J.K Simmons a hakkını vererek bizi şaşırtmadan En iyi Yardımcı Erkek ödülünü verdi. En İyi Kadın oyuncu kategorisinde ise sinema dünyasında oyunculuğunu Merly Streep kadar çok başarılı bulduğum her tür filmin altından başarıyla kalkan Julianne Moore u zaten Oscar gecesinde elinde Oscarla görmemek ayıp olurdu. İlk başlarda Oscara aday olmamasına çok şaşırdığım  film olan Gone Girl deki performansı ile Rosamund Pike ın kesin oscarı alacağını düşünmüştüm. Fakat Still Alice ı seyredince düşüncelerim değişti. Alzheimer hastalığına yakalanmış bir kadının durumu ancak bu kadar güzel anlatılırdı. Oynamamış yaşamıştı Moore rolünü. The Imitation Game filmini çok beğendim En İyi uyarlama senaryo ödülünü hakkıyla aldığını düşünüyorum. The Grand Budapeşt Hotel ise istediğim kategorilerde olmasa da yine birçok ödülün sahibi oldu  ama ben pek yeterli bulmadım aldığı Oscar heykellerini.  Bu kadar yan kategorideki ödüllerin yanında Wes Anderson ı En İyi yönetmen ya da En İyi Film  dallarında  The Winner is… cümlesinin ardından Oscarı elinde havaya kaldırmış  görmek isterdim.

Bu arada bu sene kesinlikle hakkının yenildiğini düşündüğüm iki film daha var. Bunlardan birincisi  ( akademinin “Christopher Nolan” la ne alıp veremediği var bilmiyorum ama ) 2014 ün en başarılı bilim/kurgu filmi uzay fantastiği “Interstellar” dı. Filmden sonra çekimlerini anlatan Nolan ın anlatımı ile belgeseli yapılmış , üstüne yüzlerce övgü dolu yazılar yazılmış  bu filmi akademi sadece nasıl görsel bir film olarak kalmasına göz yumdu bu da enteresan .O kadar aday var bari oraya bir yere iliştirin bu filmi öyle değil mi ? Diğer film ise “Nightcrawler”.  “Jake Gyllenhaal “ın performansı kesinlikle akademinin gözden kaçmış olmalı ki erkek oyuncu dalında aday bile gösterilmedi. Bence bu film En İyi Film kategorisinde bile bulunabilirdi.
Neyse bu seneyi de atlattık seyrettik heyecanlandık sevindik üzüldük artık seneye ne gibi sürprizler çıkar bakacağız.

AGENT CARTER


Marvel dünyayı saran projelerinin yanında filmleri ile de bağlantılar kurarak seyircilerini sevindiren önemli dizi projelerine de el atmıştı.. 2013 de ilk başarılı dizi uyarlaması olan Agents of S.H.I.E.LD ın inanılmaz ilgi görmesi üzerine yakın zamanda Captain America nın spin-off u olarak tasarlanmış olan ikinci dizisi Agent Carter ı ortaya çıkardı. Kesinlikle bu karaktere hayat vermek oldukça mantıklı ve doğru bir işti. Marvel ve ABC nin ortak yapımı olan dizi  Captain America : The First Avenger ın kaldığı yerden yani Steve Rogers ın ölümünün hemen ardından devam ediyor. 1946 yıllında geçen dizide ajan Peggy Carter rolünde Hayley Atwell ve Captain America yı ortaya çıkartan o dönemin icat ustası olan Howard Stark rolünde ise Dominic Cooper yer almakta. Sene 1946. Hayatının aşkını ( Steve Rogers ) kaybettikten sonra Peggy Carter Gizli bir kurum olan SSR ( Stratejik Bilimsel Rezerv) de çalışmaktaktadır. Savaşın bitiminden sonra daha çok erkeklerin bulunduğu bir dönem başlamıştır. Bu da Peggy Carter ın sıradan bir ajan olarak görülmesine ve fazla ilgilenilmemesine rol açar. Bu arada Howard Stark ( Günümüzde Iron Man olarak tanığımız Tony Stark ın babası )için  elindeki  en güçlü silahları yüksek ücret verenlere sattığı yolunda suçlamalar vardır. Bunun üzerine eski dostu olan Peggy den yardım ister ve uşağı Jarvis ( kendisini Iron Man in yardımcısı  yapay zeka olarak biliyoruz) i bunun için görevlendirir. Tipik bir İngiliz kibarı olan Jarvis rolundeki James D’Arcy dizinin en iyi oyuncularından birisi . Peggy karakteri ile olan uyumu adeta bize her bölümde ayrı bir parodi yaşattı. Dizinin neredeyse iki ana karakteri (James D’Arcy ile Hayley Atwell) için bir dip not düşmek gerekirse ; 2007 de Mansfield Park adlı tv dizisinde yine beraber buluşmuşlardı. Yine dizideki diğer bir ağır top One Tree Hill den beri pek ortada olmayan Chad Michael Murray. Oyuncu Peggy nin ukala ve gıcık ekip arkadaşı Jack Thompson rolüyle karşımıza çıkıyor.Dizinin oynadığı her bölümde diğer Marvel filmleri ile bağlantılar vermeye başlaması ile kesinlikle dizinin kalitesinin kat ve kat arttırdığını görmekteyiz. İlk bölümden beri oldukça olumlu eleştiriler alan Agent Carter Ocak 2015 de başlayan ilk sezonunu 24 Şubat ta yayınlanan 8. Bölümle tamamladı. Kesinlikle ağzımıma bir parça bal süren dizinin geleceği hakkında henüz belirlenmiş bir şey yok. Zaten  tek sezon olarak tasarlanmış  dizinin gördüğü yoğun ilgi üzerine yeni sezonunun çekilmesi büyük bir ihtimal olarak gözüküyor. Özellikle final bölümündeki son sahnenin ardından devamının gelme olasılığı çok büyük. 

Dizinin ilerleyen bölümlerinde yer alan Peggy in arkadaşı olarak gözüken baş belası bayan Dottie nin ise ilerde Marvel sinematik evreni ile bağlantılı olması kesin gibi. Kendisinin Leviathan ( küçük yaşta kızlara savaş ve dövüş teknikleri vererek ajan olarak yetiştiren üs ) ajanı ve Black Widow ( Natasha Romanoff u Avenger a dönüştüren program)un önemli bir unsuru olduğu ortada. Ayrıca bu detayların direk Age of Ultron la bağlantısı olabileceği yönünde söylentilerde  yazılmakta . Görüldüğü gibi dizi harika şekilde tasarlanmış bir yapım. Marvel filmlerinin de en güzel yanı bu değil midir zaten ? Her filmin  sonunda gelecek diğer Marvel filmleri ile ilgili acaba ne gibi bağlantı olacak ? Film bittiğinde yazılardan sonra karşımıza ne çıkacak diye bekliyoruz ? Bu gizemi şimdi de dizilerinde kullanan Marvel bu konuda izleycilerinden ve fanlarından tam puan almakta. Dizi tam bir film havasında ilerliyor ve ayrıca Dum Dum Dugan gibi ilk filmde Steve Rogers la birlikte savaşan bazı yan karakterleri de dizide görmek çok keyifli. Dizinin en güzel sürprizlerden birisi de Marvel filmlerinde mutlaka kendisini ufak bir rolde de olsa gösteren  Stan Lee nin gözükmesi.  Dizide kullanılan çekim tekniklerinin mükemmelliği ve koyu rengin hakim olmasından dolayı daha çok puslu gibi gözüken sahnelerin tercih edilmesi size adeta1940 ları yaşatıyor. Şunu kesin söylemek gerekiyor . Agent Carter son zamanlarda Marvel tarafından yapılmış şüphesiz en iyi yapım.