28 Eylül 2016

SIBERIAN EDUCATION


Ülkemizde  olduğu kadar tüm dünyada beğeni kazanmış sıcacık , içi yaşam dolu bir film olan Mediaterraneo ( Akdeniz )’nun yönetmeni  Gabriele Salvatores’in yönettiği Siberian Education ( Sibirya Mafyası) farklı bir tarzda , suç ve dostluk üzerine oldukça etkileyici bir film.  Akdeniz’den sonraki yirmi iki senelik bir zaman diliminde oldukça değişik filmlerle karşımıza çıkan Salvatores’in çok da popüler olmuş yapımlara imza attığını söylemek mümkün değil. Fakat bu defa kamerasını farklı bir yöne çeviren Salvatores , Siberian Education’da ele aldığı tarih kokan önemli bir konu ile yeniden adından sıkça söz ettireceğe benziyor. Nikolai Lilin’in 1980 yılında yazdığı aynı adlı romanından esinlenerek yazılmış olan film , Transnistria’da yaşayan Urka adında bir cemiyetin içindeki suç olaylarını konu alıyor.

Siberian Education’ın  geçtiği yer Sovyetler birliği dönemi ve Güney Rusya . Eziyet görmüş çeşitli ailelerin bolca yer aldığı Sibirya, her ne kadar şiddete dayalı farklı grupların kontrolü altında olsa bile Sibiryalılar, fakir bir topluluk olmasının yanı sıra en fazla korkulan kesimdir. Burada yaşayan bir mafya örgütünün başında bulunan Kuzya Dede , şiddet görmüş bir toplumun bilge temsilcisi olarak anılmaktadır. Kendi torunu Kolyma ve kan kardeşi Gagarin’i mafya örgütüne yakışır bir biçimde yetiştiren Kuzya, aynı zamanda kendilerine Sibirya gibi tehlikenin kol gezdiği bir yerde nasıl hayatta kalınması gerektiğine dair de öğütler verir.

Siberian Education aslında her ne kadar şuç olaylarına ışık tutan bir film olsa da Kolyma ,Gagarin ve arkadaşlarının el ele verdiği bir grubun iniş ve çıkışlarla dolu dramatik yaşamlarını anlatıyor.  Aslında filmin en önemli kısımlarını oluşturan dostluk, bağlılık ve ihanet gibi önemli değerlere ayırmış olan Salvatores, döneme imzasını vurmuş olan diktatör Stalin’e de bolca politik göndermeler yapmayı ihmal etmiyor. Genç yaştan beri suç işlemeye karşı eğitilen Sibirya halkının bir baş kaldırı simgesi olan dövmeler, filmde sıkı sık karşımıza çıkıyor. Peter Stormare ise, filmde dönemin en ünlü dövmecisi “Ink” rolünde oldukça başarılı. Çocuk oyuncuların bile performanslarının  asla göze batmadığı Siberian Education’ın en büyük şansı  usta oyuncu John Malkovich’in filmin ana karakteri Kuzya’yı canlandırması.

Sibiryalılar’ın yaşam tarzı her ne kadar şiddete dayalı da olsa, yine etrafta polise karşı direnen, gelenek ve göreneklerine bağlı, dövme sanatına çok düşkün bir topluluk olarak görülmektedirler. İtalyan mafyalarının genel yapısını oluşturan aile ve onur temasını bol bol gözümüze sokmaktan kaçınmayan Salvatores, filmi geçmiş ve gelecekten sahnelerle  ayırarak karmaşadan uzak çok daha anlaşılır ve sade bir hale getirmiş. Filmin en güzel yerlerinde çalan Emir Kusturica tarzı müzikler, seyirciyi biraz olsun karanlık atmosferin hakim olduğu sahnelerden uzaklaştırıp, karlarla kaplı beyaz bir ortamda rahatlamasını sağlıyor. Özellikle lunapark sahnesinde çalan David Bowie’nin “Absolute Beginners” parçası izleyiciye çok keyifli anlar yaşatıyor.

Başlarda bir belgesel havasında ilerleyen Siberian Education, ortalarına doğru suç ,din, aile meseleleri ve kardeşlik üzerine kurulu olaylar örgüsünde ilerleyerek isabetli bir finale doğru gidiyor. Politik yönüyle de ağır basan bir film olmasına karşın asla seyirciyi sıkmayan sonuna kadar ilgi ile kendini izlettirmeyi başaran, çarpıcı diyalogların ve sahnelerin yer aldığı bir suç draması Siberian Education. Farklı bir film izlemek isteyenlerin kaçırmaması gereken ve aklınızın bir köşesine yer edecek kadar itinalı çalışılmış bu yapıma bir şans vermek size kalmış. 
     
Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

26 Eylül 2016

LEVAN BAKHIA ile RÖPORTAJ


Korku sineması üzerine yaptığım röportajlar bu aralar yabancı yönetmen ve oyuncularla devam ediyor. Bu defa 247F ve Landmine Goes Click  adında iki gerilim filmi çekmiş olan Gürcü yönetmen Levan Bakhia ile güzel bir sohbetimiz oldu. Tür filmlerine pek alışık olmayan Gürcistan’dan İngilizce olarak çekilmiş yapımların çıkması ve festivallerde ilgi ile karşılanması gayet güzel bir durum. Bu durumdan oldukça memnun olan yönetmenin psikolojik /gerilim türündeki, rahatsız edici bir yapıya sahip olan son filmi Landmine Goes Click hakkında konuştuk.

Kendisi beni kırmadı ve sorularımı kısa sürede cevapladı. Levan Bakhia’a yeni projelerinde başarılar diliyoruz.

KE- Landmine Goes Click hikayesi nasıl ortaya çıktı? İlham aldığınız filmler oldu mu?

LB- Basit, bu fikir bir çok kez beyin fırtınası yapılmış yüksek konsept fikirlerinden biriydi. Ayrıca benim için önemi olan bir görev ve iş modeli çerçevesinde düşünüldüğünde yapımcılar için -yapımcı olarak ben dâhil- iyiydi. Dahası belirli sınırlandırmalar içinde kendin için önemli olan bir şey yapmaya çalışmak da enteresan bir meydan okuma. Hikayeyi yazma süreci böyle bir şeydi. Bu hikayeyi yazmaya öncesinde 247F’de birlikte çalıştığımız yazar Llyod S. Wagner ile başladık fakat proje bu şekilde yürümedi. 2  yıl sonra Adrian Colussi ve ben başka bir metin üzerinde çalışıyorduk ve onun durumdan yararlanma fikri bir şekilde bize bir veri oluşturdu. Böylece hikayeyi yeniden keşfettik ve artık biliyordum ki bunun benim için önemi büyüktü, çünkü intikam türü ve bu türün psikolojisi konusunda çok meraklıydım. Bilirsin, formül basit, sana bir kurban ve bu kurbanın sonrasında yaptığı korkunç şeyleri gösterirler. İçten içe buna maruz kalan adamların bunu hak ettiğini hisseder ve şiddete katılırsın. O kadar kızarsın ki kurbana yaptıkları için, onlara yapılan işkenceyi onaylar ve hatta bundan zevk alırsın. Bence bu iyi bir ders değil. Bu nedenle bence Adrian çok iyi bir metin yazdı ve Tiflis’te bunun üzerine çalıştık. Adrian aslında Kanada’lı ama bu iş için yazım süreci ve çekimler sırasında bütün bir yılı Gürcistan’da geçirdi. Ayrıca şunu da eklemek istiyorum, Lloyd ile yazdığımız orijinal hikayenin bazı karakter isimleri dışında final versiyonla hiçbir alakası yok. Yine de filmde yazar olarak gösterildi, çünkü eğer onun harika ilk taslağı olmasaydı, hikayenin son hali de olmazdı.

KE- Neden Daniel ile ilgili bir intikam hikayesi yazmadınız? (Landmine Goes Click’in finali için).  Aslında herşey onun yüzünden başladı.

LB- Daniel’e hiçbir zaman geri dönmedim, ikisinin arasında neler oldu kim bilir. Bence intikam yanlış, ne olursa olsun,  ve Daniel şu an bunu biliyor. Ne o, ne de Chris işlerin böyle olmasını, böyle şeyler yapmayı istememişlerdi.

KE- Festivallerde Gürcistan korku filmlerine nasıl tepkiler geliyor?

LB- Bence izleyici bu konuda meraklı. Çünkü çoğunun Gürcistan’dan haberi yok ve birden ortaya tuhaf, Gürcistanlı bir yönetmenden İngilizce çekilmiş bir film çıkıyor. Gürcistan tür filmleriyle bilinmiyor.

KE- Oyuncu seçimlerinde en çok nelere dikkat edersiniz?

LB- Oyuncular her zaman öyküyü yaratmanın en önemli görünüşüdür. Hatta neredeyse bu kadar öneme sahip tek şeydir bile diyebilirim. Oyuncu seçiminde çok özel bir formülüm ya da yaklaşımım yok, çünkü benim için o kadar önemli ki sonunda bu sürecin kendisi bir metot halini alıyor.

KE- 247F ve Landmine Goes Click, aslında korku filmi değiller fakat fazla rahatsız edici ve tansiyon yükselten filmler. Bu tarz hikayelere devam edecek misiniz?

LB- AI (Yapaya Zeka), her şeyin zekası, bilinçlilik, duyarlılık, farkındalık, gerçek ve ZAMAN şu sıralar beni ilgilendiren şeyler. Bakalım bunlardan nasıl bir film çıkar.

KE- Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

LB- Tecavüz sahnesi. Bunu çekmek korkunçtu. Bu olay gerçekten orada yaşanıyordu ve kamera gerçekte nasıl hissettirdiğini tam anlamıyla gösteremez. Ve bu gerçekten korkunçtu. Keşke böyle bir şey kimsenin başına gelmese. Keşke kimse başkasına böyle şeyler yapmasa. Film icabı olsa bile böyle bir şeye tanık olmak berbat bir deneyimdi. Spencer neler yaşadı tahmin bile edemiyorum. Bence bu Kote Tolordava için de çok zordu. Gerçek hayatta çok hoş bir adam, çok tatlı ve sevecendir. Canlandırdığı şeyin gerçek gibi olması için cesaret gerekiyordu. Sanırım ekip, oyuncular ve ben bu sahnenin gerçekleşmesi için birbirimize yeterince güveniyorduk ve sette bu güven ortamı sağlandığı için çok minnettarım.

KE- Korku sinemasında farklılık yaratmak için neler yapmayı düşünüyorsunuz? İlerde "Evet bu bir “Levan Bakhia” filmi" diyebileceğimiz türden yapımlarla karşılaşacak mıyız?

LB- Bilmem. Gerçekten bilmiyorum. Ün peşinde koşmuyorum, ama yavaş yavaş anlıyorum ki film kendimi ifade etmem için bir araç ve dürüst olmak gerekirse ifade edilecek çok fazla şeyim var. Korku türü için belirli bir kalıp var mı? Hayır, bence alakası yok. Türün fanı değilim, umarım kimseyi düş kırıklığına uğratmam. Hatta 247F ya da Landmine’ı klasik görüşe göre bir korku filmi saymam. Yine de bu kalıp , “saunada kilitli kalmak” ya da “mayın tarlasında sıkışıp kalmak” benim stilim midir bilmiyorum, ama bu kurguyu seviyorum. Yine de zorunlu değil tabi ki.

KE- En beğendiğiniz 3 korku filmini ve 3 yönetmeni yazar mısınız?

LB- Favori korku filmim yok ama bir deney yapabilirim. Çocukluğumdan başlayıp hafızamda neler kaldı bakabilirim. Bakalım. Hatırladığım kadarıyla genç ben Hayvan Mezarlığı’ndan çok korkmuştu. Sonra Omen var, birçok seride gerçekten korkutmuştu beni. Televizyondaydı. Halka hafızama kazınan havalı bir deneyimdi, sanırım izlediğimde ilk gençlikten daha büyük falandım. Sonra Shining’i izledim ama izleyiciden çok izlenilmesi gerekli bir klasik olduğu için izledim. Sanırım bu film beni bir şekilde mahvetti. The Others gerçekten çok başarılıydı ve beni korkuttu. Biliyorum 3’ten fazla oldu ama elimden geldiğince soruyu cevaplamaya çalıştım.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

16 Eylül 2016

TRAIN TO BUSAN


2000’li yıllarda yükselmeye başlayan uzak doğu korku filmleri, aralarında kaliteli olduğu kadar oldukça vasat yapımlara da el attı. Bizde olduğu gibi, uzak doğuda da aynı sistem ön planda tabii ki. Önüne gelen bol hayaletli korku filmi çekti. Uzadıkça kendini tekrarlayan The Grudge (Garez) serisine benzer pek çok klişesi bol, vasat yapım ortalarda dolaşır oldu. Ben o aralar, hepsi birbirinin aynısı ve asla ayırt edilemeyen her çekik gözlü oyuncunun bulunduğu korku filmlerini izler olmuştum, ama bir süre sonra yavaştan uzaklaştım. Yalnız son yıllarda Güney Kore sinemasında gerilim ve dramanın iç içe olduğu harika filmler ortaya çıkmaya başladı ve yeniden aralarda rastladığım iyi filmlere göz atar oldum. Sadece gerilim ve korku değil, savaş, felaket, intikam ve slasher (seri katil) türündeki filmler de bolca ortaya döküldü. Özellikle The Terror Live (2013) ve The Flu (2013) filmlerini çok başarılı buldum. Hollywood filmlerinden aşağı kalmayan başarılı efektleri ve gerçekçi savaş sahneleri ile göz dolduran Tae Guk Gi (The Brotherhood of War, 2004) ve Mai Wei (My Way, 2011)’i de savaş filmi sevenlere tavsiye etmeden geçmeyelim.

Gelelim öncesinde iki adet anime çeken Sang-ho Yeon’ın, ilk uzun metrajlı film deneyimi olan Train to Busan (Busan Treni,2016)’a. Gerçekten zombi kıyamet filmleri diye tanımladığımız film furyasının içinde iyi bir yere sahip olacak kadar sıkı bir yapım var karşımızda. Film, ülkede salgının başladığı sırada durumdan haberdar olmayan bir grup yolcunun Busan’a giden hızlı trendeki macerasına odaklanıyor. Öyle bir macera ki bu, durmak bilmiyor ve film de trenle aynı hızda ilerliyor. Tren yolculuğu sırasında ülkede inanılmaz bir kaos başlıyor ve kimyasal bir sızıntıdan doğan salgın giderek büyüyor. Ve bu salgına yakalanan bir genç, trene gizlice kendini atınca film orada başlıyor ve sonuna kadar bitmek bilmeyen bir yaşam mücadelesi ile devam ediyor. Lise beyzbol takımı, sinir sisteminizi alt-üst edecek tren şefi, korkak iş adamı bir baba-ufak kızı ve hamile eşiyle yolculuk eden iri kıyım, kas torbası bir eşten oluşan grup, filmin ön plana çıkan karakterleri.
Filmde aslında salgına yakalananlara zombi demek yanlış olur. Enfekte olan insanlar sadece sese duyarlılar ve karanlıkta göremiyorlar. Film boyunca da, birbirlerini ısırmaya meyilli değişime uğramış insanlar görüyoruz. Yalnız asla The Walking Dead’deki gibi yavaş yürüyen walkerlar yok ortada. Parçalanan etler, bağırsaklar ve kan revan bir görüntü kalabalığına da yer verilmemiş. Isırılan insanların ani değişimleri, hızlı hareket etmeleri ve koşturmaları filmin gerilimin dozunu fazlasıyla arttırmış. Zombilerin makyajları da, Hollywood filmlerini aratmayacak kadar son derece başarılı. Gerçekten 2 saatlik süre boyunca filmdeki heyecanın dozu asla azalmadığı gibi, sonlara doğru ise yükselişe geçiyor. Sadece aksiyon ve gerilim dolu bir zombi filmi değil Train to Busan. Hikayenin içine güzelce dramatik ögeler de itinayla yerleştirilmiş. Fedakarlık, bencillik, yardımseverlik ve ihanet gibi pek çok farklı kavram da, film boyunca seyirciye eşlik ediyor. Tam gaz devam eden yaşam mücadelesinin yanında, bencil bir baba ve kızı arasındaki ilişki, aile üzerine kurulu güzel mesajlar veren şık diyaloglar da filme renk katıyor.

Train to Busan’daki oyunculuklara gelirsek, en önemli kısmı The Flu (2013)’daki gibi sevimli ve harika performans gösteren minik kız çocuğu (Soo-ann Kim) oluşturuyor. Bunun yanı sıra başrol sayılan bencil babanın (Yoo Gong) performansının yerine, iri kıyım eş dediğimiz Dong-seok Ma’nın oyunculuğu çok daha fazla göz dolduruyor. Filmin hikayesine göre dağıtılmış olan farklı karakterlerin, seyirciye o heyecanın arasında değişik duygular yaşatması kesinlikle doğru düşünülmüş bir olay. İzlerken en azından o diyalogların ve planların yapıldığı kısımlarda biraz da olsa nefes alıyorsunuz.

Yönetmen Sang-ho Yeon, salgının çıkışı ve yayılması ile ilgili fazla detaya girmeden direk filmi gerilimle ve bol aksiyonla süslemiş. Filmin bazı yerlerinde World War Z’yi andıran çekimler ve üst-üste yığılan balık istifi şeklindeki zombilere de rastlamak mümkün. İlk başlarda çekik gözlü oyuncularımızın değişime uğrama sahneleri biraz komik dursa da, bir süre sonra başlayan ve hızlanan gerilimle birlikte bu yadırgama hadisesi unutulup gidiyor. Filmin en can alıcı ve en iyi çekilmiş sahneleri bana göre, zombilerle dolu vagonları tek tek aşmak için grubun verdiği mücadele bölümü. The Walking Dead’den her ne kadar alışkın olsak da bu duruma, bir Güney Kore filminde bu kadar itinalı çekilmiş sahnelere rastlanması şık olmuş.

Train to Busan, son zamanlarda izlediğim, bitmek bilmeyen aksiyonu ve yaşattığı gerilimi ile unutulması zor bir film oldu benim için. Güney Kore filmlerini sevmeseniz bile ön yargılı davranmayın, korelilerin itici şivesini ve konuşmalarını bir kenara bırakıp izlemeye başlayın. Pek çok Hollywood yapımı zombi filmlerinden kat kat üstün bir film. Salgın, virüs, kıyamet ve zombi temalı filmlere düşkün olanlara Train to Busan, ilaç gibi gelecektir. Bu arada bir zombi filminde ağlanır mı diye düşünmeyin elbette ağlanır.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

7 Eylül 2016

LANDMINE GOES CLICK


Gürcistan yapımı Landmine Goes Click, Levan Bakhia tarafından yazılmış ve yönetilmiş enteresan geçişleri olan rahatsız bir film. 2015 yılında Porto kentinde düzenlenen Fantasporto korku filmleri festivalinde Gürcistan dahil olmak üzere Portekiz ve Macaristan yapımı değişik korku filmleri yer aldı. Landmine Goes Click’de bu festivalden En İyi Seyirci Ödülü’nü alarak geri dönmüş bir yapım. Bakhia, daha önce Beka Jguburia ile birlikte saunada geçen ve yine psikolojiyi alt üst eden orta derecede bir gerilim filmi olan 247F (247 Fahrenheit)’e el atmıştı. Filmde gençlerin saunada kilitli kalışı ve artan ısı artışı karşısında fiziksel ve psikolojik güçlerinin sınırlarını zorlaması durumu, ister istemez izleyici de filmin içine taşımıştı.

Landmine Goes Click ise, üç gencin Gürcistan’daki eski bir savaş alanına kamp yapmaya gidişi ile başlıyor. Evlenme kararı alan Alicia ve Daniel’ın mutluluklarını yanlarındaki en yakın dostları Chris’de onlarla paylaşır. Güzel ve eğlenceli bir gecenin ardından herşey güzel giderken, Chris gündüz bir mayına basar. Hareket ettiği an patlamaya hazır olan bu mayın ve üzerindeki Chris, az sonra başlayacak olaylar zincirinin en büyük temel kaynağı haline gelir. Kısa bir süre sonra gerginlik artar, arkadaşlıklar tekrar gözden geçirilir, ortalık karışır ve Alicia ile Chris çaresizlik içinde yalnız başlarına kalırlar. Chris ayağının altındaki mayından kurtulmayı düşünürken, ne yapacağını bilemeyen Alicia’nın başına ise, farklı bir bela musallat olur. Artık ortada iki büyük sorun vardır. Film hakkında izleyeceklere fazla spoiler vermemek için, en önemli detaylarına fazla girmeden yazmak gerekiyor. O yüzden konuyu burada, yani ortasında kesmek yeterli olacak diye düşünüyorum.

Yönetmen Bakhia, hikayenin başlarda mayın üstüne kurulu ve bol diyaloglarla beslenmiş bir gerilim filmi gibi gözükmesini gayet güzel sağlamış. Filmin ortasına kadar “Olaylar hep böyle mi gidecek?” sıkıntısına girdiğiniz anda, yönetmen ustaca bir manevrayla birlikte hayatta kalma mücadelesini sert bir intikam olayına dönüştürüyor. İçinde bulundukları o stres dolu ortamda, ne yapacaklarını bilemedikleri bir durumla karşılaşan ve gittikçe sıkıntılı dakikalarla boğuşan Alicia ve Chris’in yerine ise, maalesef kendinizi koyamadan duramıyorsunuz. Ölüm korkusundan o an kendinizi feda etmenin dışında nasıl kurtulursunuz ve en akıllıca seçim nedir?, Ben olsaydım ne yapardım? sorusunu film boyunca ve özellikle finalde kendinize bol bol soruyorsunuz.

Bakhia düşük bütçeli olan bu filmi iki farklı kısıma ayırmış; Mayın ve İntikam. “Kimden, ne için intikam alınması gerekiyor?” cevabını almak için de, sizin yerinizde olsam fragmanı bile izlemeden direk filme başlardım. Ne yazık ki fragmanlar, kimi zaman neredeyse filmin tamamını hakkında gerekli ipuçlarını verebiliyor.

Ayrıca filmde elle tutulur derecede bir oyunculuk gösterisi yok, hatta tamamen amatör oyuncuların yer aldığı bir yapım gibi duruyor. Çekimlerin de çok titizce olduğu söylenemez. Ama diyaloglar kesinlikle doğaçlama yapılmış kadar iyi ve bu da gerilimin şiddetini arttırıyor. Levian Bakhia, film boyunca “I Spit on your Grave” havasını seyirciye koklatarak ilerlerken, en önemli kısmı finale saklıyor ve gerilimi açık alandan kapalı mekana taşıyarak “Funny Games” tarzında bitiriyor. Dostluk, ihanet, saldırganlık, işkence ve intikam gibi pek çok karışık duyguyu içinde barındıran Landmine Goes Click, bana göre rahatsız edici ve şiddet içeren filmler kervanına rahatlıkla girer. Türün meraklıları için tavsiye edilir, yalnız sinirden dişlerinizi çok sıkmayın!

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

3 Eylül 2016

DAN MYRICK ile Röportaj


Yaklaşık bir sene önce başladığım yerli/yabancı yönetmen veya oyuncular ile yaptığım korku filmleri röportajlarım tüm hızıyla devam ediyor. The Blair Witch Project (Blair Cadısı) filmiyle found footage (el kamerası) akımını dünyaya tanıtan yönetmen Dan Myrick (Eduardo Sanchez ile birlikte yönettiler ) ile yaptığım söyleşide aklıma takılan ne varsa sordum.

Kendisi hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum  soruları beni kırmayarak cevapladı.

Dan Myrick’e  bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz.

KE- Eduardo Sanchez ile birlikte “found footage” akımının başlangıcı sayılan Blair Witch Project’in bir belgesel şeklinde çekilmesine nasıl karar verdiniz? Nereden çıktı el kamerası ile film çekme fikri?

DM- Ed ve ben 70’lerin “In Search Of” ve “Ancient Astronauts” gibi TV programlarından esinlendik. Bu programlar “sahte” belgesel formatında çekilmişti, ama bize göre oldukça ilgi çekicilerdi.

KE- Blair Witch Project’den sonra birbirine benzeyen fazlasıyla found footage tarzı filmler yapıldı. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Sizce bu kadar fazla film yapmak bu türün kalitesini düşüyor mu?

DM- Tarz bakımından sayıca çok fazla benzer film vardı, ama yalnızca bir kaçı iyi kotarılmıştı. “Paranormal Activity”  aynı format ve türdeki filmler arasında anca 10 yıl sonra yapılabilen ilk başarı hikâyesiydi.

KE- El kamerası ile çekilen filmleri izlerken gözleri çok yorduğu bir gerçek. Bu konuyla ilgili ne gibi tepkiler aldınız? Sizce bunun daha kolay ve rahat izlenebilir bir yöntemi var mı?

DM- Blair Witch gibi bir filmi büyük ekranda izlemek çok zor. Aslında sinema gösterimi için değil, ev videosu olarak çekilmişti. Yine de gösterimin ilk günlerinde sersemlemiş ve hastalanmış insan geri bildirimleri bizim işimize yaradı.

KE- 2008 yapımı The Objective’in konusu farklı ve politik bir bilim-kurgu gerilimi. Hikayesi nasıl ortaya çıktı? Ne gibi araştırmalar yaptınız bu konuda?

DM- The Vimāna (Vimanas) Hindu ve Sanskrit efsanelerinde anlatılan mitolojik uçan saray ya da savaş arabası anlamına geliyor. Bizim ülkemizde UFO fikrini ateşleyen derin mitoloji türünü temsil ediyor. Bu konuda duyduğum öykülerden ve dünyanın bu bölümünden büyülenmiştim ve modern zaman bilim kurgusu için harika bir öncül ve uygun ortam yaratabilecek, aynı zamanda Amerika’nın hakkında hiçbir şey bilmediği çatışmalara girme eğilimi hakkında sosyal bir eleştiri yapabilecek gibi hissettirdi.

KE- Book of Shadows: Blair Witch 2 filmine birlikte destek verdiniz fakat filmi siz yönetmediniz, Neden?

DM- Biz yalnızca karakterlerin bazılarının yaratılmasında görevlendirilmiştik. Dick Beebe ve Joe Berlinger asıl yazarlardı. Ed ve ben başka bir Blair filmi için çok erken olduğunu düşündük, fakat Artisan(o zamanki stüdyo), Blair başarısını kapitalize etmek için zorunlu hissetti ve yeni filmi aceleye getirdi.

KE- Filmografinizde 2008 yılından sonra hiç projeniz yok. Bıraktınız mı sinema sektörünü?

DM- Aslında 2014-2015’te çektiğimiz “Under the Bed” adındaki filmi yeni bitirdim. Film bir kadının evine taşınan takipçi bir sapık hakkında bir gerilim. Yılın ilerleyen zamanlarında vizyona girmesini umuyoruz.

KE- Çok yakında yeni bir Blair Witch (16 September 2016)  filmi geliyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda, ilk filmin yerini tutar mı sizce?

DM - Bence oldukça eğlenceli olacağa benziyor. Bütün yeni bir izleyici jenerasyonunun Blair mitolojisini deneyimlemesi fikrini seviyorum.

KE- En beğendiğiniz 2 korku filmini ve 2 yönetmeni yazar mısınız?

DM- ‘The Exorcist’ William Friedkin and ‘The Shining’ Stanley Kubrick

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.