23 Mart 2016

ALTI KİŞİYE PİJAMA


1985 yılında ilk gösterimini yapan ve 2014 yılında ise Broadway’de sahnelenmeye başlayan Marc Camoletti’nin “Don’t Dress For Dinner” adlı komedi oyunu, ayrıca Londra’da yıllardır da oynanıyor. Eril Erdem tarafından kurulmuş olan Tiyatro Karadut, bu oyunu “Altı Kişiye Pijama” adı altında, ülkemizde de sahneye koydu.

Kısa bir süre önce özel bir davet üzerine Moda’da yer alan Kadıköy Duru Tiyatro’da oyunu izleme fırsatını yakaladım. Yerim en ön sırada, ben ise neredeyse sahnenin içindeydim. Tiyatronun ilk sırası ile sahne arasındaki mesafe çok kısa olduğundan bana, oyundaki tüm mimikleri rahatlıkla birebir yakalama imkanı da doğmuş oldu. Özellikle oyunun aldatmacalar üzerine kurulu bir komedi olması ve birbirlerinin arkasından yapılan bolca hareket içermesi, mimiklerin de fazlasıyla iyi takip edilmesini gerektiriyor. Salon güldürüleri adı altında değerlendireceğimiz “Altı Kişiye Pijama”, aralıksız tek perde şeklinde ve1,5 saat kadar sürüyor. Fakat oyun o kadar akıcı ve eğlendirici ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamanız mümkün değil.

Hikaye adı üstünde altı kişinin tek bir çatı altında toplanmasını anlatıyor. Konusu için kısaca anlatmak gerekirse demek isterdim ama, oyunda bir arapsaçı durumu mevcut olduğundan biraz uzun ve karışık durabilir konu. Bernard ve karısı Jacqueline hafta sonunu Paris'e iki saat uzaklıktaki sayfiye evlerinde geçirmek isterler. Bernard, Robert isimli eski arkadaşını da davet etmiştir. Robert geldiği zaman Jacqueline ile arasında gizli duygusal bir ilişki olduğu anlaşılır. Bu arada Bernard da bir süre önce tanıştığı genç bir manken olan Suzan adlı kızı eve davet etmiştir. Bernard eşine yakalanmamak için, arkadaşı Robert'e benim sevgilimin sevgilisi rolünü, yani Suzan ile sevgili rolünü oynayacaksın diye ısrar eder. Robert eve gelen aşçıyı(Suzi) Suzan zanneder ve manken aşçı, aşçı ise manken rolüne girmek zorunda kalır. Aşçının gerçek kocası da eve gelince işler iyice karışır ve komik olaylar birbirini takip eder.

Tabii ki okuyunca herşey normal, ama seyrederken aynı evin içinde dönen dolapları iyi anlamak için diyalogları ve mimikleri gerçekten iyi takip etmek gerekiyor. Öncelikle oyun başından sonuna kadar çıtayı yükselten bir ivme ile hızla ilerliyor. Başından sonuna kadar  hikayeyi sahiplenen ve evin sahiplerine hayat veren; Jacqueline’i canlanrıran Ebru Kaymakçı seksapel, akıllı kadın rolünü ve Serkan Atar ise, çok uyanık olduğunu zanneden sevimli koca rolünü çok iyi şekilde oynuyorlar. İkilinin arasındaki uyum ve diyaloglar hiç bozulmadan oyunu sona kadar taşıyor. Yalnız oyunda fazlasıyla ön plana çıkan çok başarılı iki karakter daha mevcut;Robert ve Suzi. Robert rolünü oynayan Eril Erdem, oyuna dahil olduğu andan, son sahneye kadar seyirciyi kesintisiz güldürüyor. Konuşma şeklinden mimiklerine kadar komple çok iyi. Zaten oyundaki en önemli karakterin ve diyalogların kendisine verildiği de çok açık ve net. Aşçı Suzi rolünü üstlenen Zehra Erkuş ise, ara sıra görünmesine rağmen oyunculuğundaki coşkuyu ve enerjiyi kesinlikle seyirciye birebir yansıtıyor, ki bu tiyatroda başarılması çok zor olan bir durumdur. Oyunun diğer karakteri olan Susan rolünü üstlenen Nehir Büyükakçay ise, oyun sırasındaki diyaloglarda kısa sıkıntılar yaşamasına rağmen çabuk toparlamayı başararak sahiplendiği şımarık ve çok da zeki olmayan manken kızın hakkını veriyor. Sonlara doğru çıkan aşçının kocası George’ı canlandıran Yiğit Aksütlü ise, kendisine verilen kısa ama önemli rolü gösterdiği düzgün performansı ile güzelce sahiplenmeyi başarmış.

Ayrıca Ali Yenel tarafından yaratılan sahne dekorunun cıvıl cıvıl renkleri ile kostümlerdeki canlı renklerin uyumu, bu konuda çok titiz davranıldığını gösteriyor. Özellikle böyle bir komedi oyununda renklerin doğru seçilmesi ve oyunla bir bütünlük sağlaması gibi detayların atlanmaması da, işin ciddiyetle yapıldığının bir kanıtı.

Sonuç olarak; Çetin Etili’nin yönettiği ve Can Kapyalı’nın çevirisini yaptığı “Altı Kişiye Pijama” oyunu, arapsaçına dönmüş komik hikayesi ve aralarda kafa karıştıran zihin oyunlarının yanı sıra, bol kahkaha atma garantisi olan eli yüzü düzgün, tavsiye edebileceğim bir komedi oyunu.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

HECTOR HERNANDEZ VICENS ile RÖPORTAJ


Korku filmleri röportaj serisinin bu defaki konuğu, Hector Hernandez Vicens. Kendisinin ilk uzun metrajlı filmi olan The Corpse of Anna Fritz (Ölüm ve Ötesi) morgda geçen nekrofili üzerine kurulu başarılı bir tek mekan gerilim filmi. Gerçek bir morgda ve gerçek seslerle çekilmiş olan film, sonuna kadar izleyeni ekrana kitleyen bir yapıya sahip.

Sosyal medya üzerinden tanıştıktan sonra ufak bir sohbetin ardından  kendisine yönelttiğim soruları çok kısa bir sürede cevaplayan Hector Hernandez Vicens’e, beni kırmadığı için çok teşekkür ediyorum.

KE- The Corpse of Anna Fritz ‘ın hikayesi nasıl ortaya çıktı? Neden nekrofili ?

HHV- Çok uzun yıllar önce, lisedeyken, çalıştığı hastanenin morgundaki cesede tecavüz eden bir hademeyle ilgili bir haber okumuştum ve ceset dirilmişti. Bu gerçek hikayede hademe daha sonra doktorları bulmaya gitmişti. Ama muhtemelen aklında  cesedin nasıl dirildiğini açıklamakla ilgili sorular vardı. Annesini, çocuklarını ve arkadaşlarını düşündü belki de. Bu onun sosyal anlamda ölümü demekti. Herkes onu sapık olarak görecekti; herkes daima ona bakacaktı. Onun ilginç bir karakter olduğunu ve bir hikaye için ilginç bir başlangıç olduğunu düşündüm. 

KE- Daha önce dram/aile türünde TV dizi ve sinema filmleri için senaryo yazarlığı yapmışsınız. İlk filminiz olan The Corpse of Anna Fritz'de neden gerilim/korku türünü tercih ettiniz?

HHV- Ben seçmedim, hikaye kendi türünü seçti. Ben sadece izleyicilerle karakterleri yakınlaştırmak istedim. İzleyicileri onlarla beraber morga koymak istedim. Sonuç olarak bir korku/gerilim filmi oldu. Bir korku filmi yapacağımı hiç düşünmemiştim. Ben sadece bir film yapacağım diye düşünmüştüm. Tabi ki korku türünü seviyorum ama öbür türleri de seviyorum
.
KE- The Corpse of Anna Fritz tek mekanda geçen basit bir hikaye, fakat film oldukça ürpertici ve sessiz bir gerilimi var. Bunu nasıl başardınız?

HHV- Belki de "Gerçekçilik" ile. Gerçekçilik var olan bir şey değildir ; o hep bir gelenektir. Belki de "gerçek karakterler" var etmeye çalışmak. Gerçek bir morg. Gerçek sesler. Sonra da müzik ve ışık eşliğinde karakterlerin içine bakmak. Onları filmin renkleriyle açıklamak. Bir başka karakter daha olan atmosferi yaratmak. Temelde, izleyicilerin duyguları anlamasını sağlamaya çalışmak. 

KE- Gerilim filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

HHV- Tek bir mekanda çekim yapmak kolay bir iş değildir. Eğer iyi iş çıkartamazsanız ortaya film değil bir tiyatro oyunu çıkar, ama The Corpse bir sinema filmi olmak zorundaydı. Setteki en zor anlar, ihtiyacım olan tüm çekimleri yapacak zamanımın olmadığı hallerdi ve  bu yüzden bazı şeyler hakkında yeniden düşünmem gerekti. Aynı zamanda bütün ekip dört haftadır bir morgda çalışıyordu. Bir aydan beri otuzdan fazla insan küçük bir alana kapanmış günde on dört saat çalışıyordu. Orada, filmi yapmak için ihtiyacımız olan gerilime sahiptik. 

KE- Bize yeni projeleriniz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Korku/gerilim filmlerine devam mı?

HHV- Yapacağım. The Corpse ile beraber bir tarz yaratmaya başladım. Bazı konular üzerine konuşmaya başladım ve bu işi bitirmek zorundayım. Yani daha fazla Korku/Gerilim filmleri yapacağım ve onlar her zaman psikolojik filmler olacak çünkü korku üzerine konuşuyorum.
  
KE- En beğendiğiniz korku filmlerini ve yönetmenleri nelerdir?

HHV- Sadece 3 ve 3 ? Gününe göre değişir...
Üç korku filmi :Funny Games, Haneke / Night of the Living Dead, George A. Romero
Psycho, Hitchcock.
Üç yönetmen : Roman Polanski / Gaspar Noe/ Brian de Palma

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

21 Mart 2016

MARKO PAŞA MÜZİKALİ

Franz Von Schönthan ve Gustav Kadelburg tarafından yazılan Marko Paşa, Nejat Uygur tarafından dilimize ve geleneksel Türk tiyatrosuna uyarlanmış. Yaklaşık 25 yıl önce oynanmış olan oyun, bu defa Nejat Uygur’un oğulları Süheyl & Behzat Uygur tiyatrosu tarafından yeniden düzenlenerek müzikal olarak sahneleniyor.

Müzikalleri çok severim, hele ki böylesine komedi yüklü bir oyun olursa gerçekten izlemesi çok keyifli oluyor. Çocukluğumdan beri Nejat Uygur’un tiyatro oyunlarını izleyerek yetişmiş biri olarak bugüne kadar büyük usta ile tanışamasam da, oğulları Süheyl & Behzat Uygur ile tanışmak ve kendileri ile sahne alacakları mekânda röportaj yapmak oldukça gurur vericiydi. İki usta tiyatro oyuncusu, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladılar. Çok güzel geçen sohbetimizin ardından davetiyemi alıp salonun en ön sırasındaki yerime kuruldum vee oyun başladı.

Marko Paşa Müzikali, paşanın adını bile duyduğunda kaçacak yer arayan ve asla kendisine yanaşamadığı, hatta iki senedir elini bile süremediği karısından korkan bir iç güveysi damat (Süheyl Uygur) ve onun çok yakın cesur avukat arkadaşı (Behzat Uygur) üzerine kurulu olaylar zincirini anlatıyor. Damadın karısı rolünü oynayan Şahnaz Çakıralp, oyunu yöneten ve Marko Paşa rolünü üstlenen Uğur Babürhan ikilisi, adeta oyunun otoritesini üstlenmiş durumdalar. Bu arada yerine göre sert, yerine göre yumuşak bir karaktere bürünerek oyunculuğunu konuşturan Şahnaz Çakıralp, eminim ki bu müzikalde seyirciden tam not almıştır. Yan rollerde ise çok başarılı tiplemeler, arada bir ortaya çıkarak oyuna renk katıyorlar. Oyun sırasında aniden nereden çıkacağı belli olmayan (seyircinin arasından bile çıkabiliyor), hafif kafadan noksan doktor rolündeki Önder Keskin ki benim seyrettiğim oyunda bu rolü Kahraman Sivri canlandırıyordu ve hizmetçi rolündeki Ömer Yılmaz, en neşeli sahnelerde oyuna eşlik ediyorlar. Yine oyunun en hareketli ve bıcır bıcır karakteri olan Mürüvvet rolünü canlandıran Leyla Yüngül’ün, seyirciyi bolca güldürmeyi başaran enerjisi ise gerçekten çok başarılı. Oyunun sonlarına doğru çıkan kısa süreli ama çok dokunaklı bir rolü olan Güzin karakterine ise Burcu Afşin hayat veriyor. Gelelim oyunun en önemli ismine. Yıllardır sahnede olan usta tiyatrocu Nejat Uygur’un eşi Nejla Uygur, kısa süreli rolüne rağmen mükemmel performansı ile Marko Paşa’nın duyduğunu yanlış yorumlayan yaşlı karısını canlandırıyor. 25 yıl sonra aynı rolü tekrardan oynayan usta oyuncu, seyircinin en çok güldüğü sahnelerde yer alan harika performansı ile de, olgun yaşına rağmen adeta genç oyunculara ders veriyor.

Müzikalin en büyük topları tabii ki, Süheyl ve Behzat kardeşler. Süheyl Uygur, korkak damat rolü ile neredeyse baştan sona tüm oyunun yükünü sırtlamış durumda. Kâh dans ediyor, kâh yerlerde geziniyor. Oyun boyunca yaptığı taklitleri ve Nejat Uygur’a selam çaktığı konuşma şekli ile de övgüyü hak ediyor. Behzat Uygur ise asi, çokbilmiş ve korkusuz tavırları ile avukat Suat rolünün hakkını verdiği gibi, kıvrak dansları ile de göz dolduruyor. Ayrıca oyun sırasında yaptığı hem magazinsel, hem de Türkiye’nin politik durumuna yönelik ince zekâ ürünü esprileri ile izleyenleri kahkahaya boğuyor.

Marko Paşa Müzikali’nin ilk perdesi normal seviyede mizah yüklü diyaloglarla geçerken, ikinci perdede ise oyun çıtayı inanılmaz yükselterek adeta coşuyor. Dekorlar, danslar, kostümler ve koreografi mükemmel, şarkı seçimleri çok düzgün ve oyunla çok uyumlu. Bir müzikalde aranılan her şey oyunda mevcut. Yazılan diyalogların ve esprilerin hem eski döneme, hem de günümüze göre uyarlanmış olması da oyunu daha izlenebilir ve komik bir hâle sokuyor. Oyunculuklarda göze batan bir abartı olmadığı gibi, tam tersine doğal ve sade performanslar ile her rolün hakkı sonuna kadar verilmiş. Oyun bittikten sonra Behzat Uygur’un samimi konuşmasını ve babası Nejat Uygur’u andığı güzel dizelerini dinlemek hem hüzünlü, hem de çok gurur vericiydi.

İçinde bulunduğumuz bu sıkıntılı günlerde yapılacak en iyi şey sanırım biraz kafayı dağıtmak ve gülmek. Bunun için size tavsiyem, Marko Paşa Müzikali’ne dair bu yazdığım samimi izlenimlerime güvenerek övgüyü sonuna kadar hak eden bu müzikale bir şans vermeniz. Ve size son sözüm ise şöyle; “ Reveraaansss “ J
Oyuncular
Süheyl Uygur, Behzat Uygur, Şahnaz Çakıralp, Uğur Babürhan, Leyla Yüngül, Kahraman Sivri, Burcu Afşin, Ömer Yılmaz, Nejla Uygur
Yazan: Franz Von Schönthan ve Gustav Kadelburg
Çeviren: Nejat Uygur
Yöneten: Uğur Babürhan
Reji Asistanı: Burcu Afşin
Süre: Ara dahil 120 dk.
Tür: Müzikal
Müzik: Serpil Günseli
Aranjör: Uğur Cümbüşel
Kostüm: Sadık Kızılağaç
Işık Tasarım: Ali Tümay
Afiş Tasarım: Jr. Behzat Uygur
Prodüktör: Çiğdem Uygur
Sahne Teknisyeni: Murat Ekşi, Ahmet Ekşi
Koreografi: Ömer Yılmaz
Yapım: Uygur Gösteri

 SÜHEYL & BEHZAT UYGUR ile RÖPORTAJ

KE- 25 Yıl önce usta tiyatrocu, babanız Nejat Uygur’un oyunu olan Marko Paşa’yı yeniden klasik bir tiyatro oyunu yerine müzikal olarak uyarlamak fikri nasıl ortaya çıktı?

S&B Uygur : Aslında biz Marko Paşa’yı Behzat’la yıllar önce düşünüyorduk. Fakat oyundaki karakterlerimiz için yaşımız bu rollere uygun değildi. Bir buçuk sene önce yönetmenimiz Uğur Babürhan, ben ve Behzat Marko Paşa müzikali için toplandık. Yıllar önce Nejat babanın oynadığı Marko Paşa’yı nasıl daha değişik bir hale getirebiliriz diye düşündük. Ve bunun yıllar sonra iyi bir müzikalle tekrar sahneleneceğine karar verdik. Günler süren çalışmanın, provaların sonucunda Marko Paşa müzikali geçen sene 27 Mart 2015’de Dünya Tiyatrolar gününde seyircilerin karşısına çıktı.

KE- Oyunun içinde geçen hatta seyircinin en çok kahkaha attığı kısımlarda yer alan siyasi ve magazin içerikli esprileri yazarken tedirdinlik yaşadınız mı? Bu espriler ile ilgili hiç sorun yaşadınız mı? Bu soruya ek olarak şunu da sormak istiyorum, bu esprilerin oyun sırasında doğaçlama olduğu anlar oluyor mu?

S&B Uygur:  Oyunun içinde yer alan söylediğiniz o espriler tekstin içinde olmayan espriler. Espriler bizim tarzımız oyunlarda gündeme göre değişir. Seyircilerimiz de zaten bunu bilerek de gelir. Hiçbir sorun yaşamadık. Tabiiki oyunun belli bir teksti var, yukarıda da söylemiştim. O an sahnede biz zaten anlaşırız ve doğaçlama espriler yaparız.

KE- Genelde sanatçı ailelerin sanatçı çocukları olur cümlesinden yola çıkarsak, babanız ve annenizin tiyatrocu olması, sizlerin de onların izinden gitmenize nasıl sebep oldu? Başlarda bir zorlama söz konusu oldu mu?

S&B Uygur: Öncellikle şunu söyleyebiliriz ki, ne annemiz ne de babamız bizi zorla tiyatrocu yapmadılar. Zaten tiyatro zorla yapılacak bir şey değildir. Biz tiyatro kulislerinde büyüdük. Nejat babanın her oyununu sahne arkasında defalarca seyrederdik. Nejat babanında oyunları bizi çok etkilemiştir. Kendi tiyatromuzu kurduğumuzda başlarda baya bir zorluk çektik. Seyirci Süheyl&Behzat Uygur tiyatrosuna ilk kez geliyordu. Haklı olarak da biraz ön yargılılardı. Çünkü yıllarca Nejat Uygur’a gelmişlerdi. Bakalım evlatları ne yapacak diye merakla bekliyorlardı. Tiyatromuzu kurduktan birkaç ay sonra bu zorluklardan kurtulduk. Sahneye yeni oyunlar koyarak seyircinin bu anlamda bize güvenmesini sağladık. Artık seyircilerimiz her yeni oyunumuzda Süheyl&Behzat Uygur Tiyatrosuna geldikleri zaman güleceklerini bilerek kesin olarak geliyorlar.

KE- Müzikaldeki kadro çok başarılı. Bu ekibi bir araya toplarken nelere dikkat ettiniz? Bu güzel kadro nasıl ortaya çıktı?

S&B Uygur: Tiyatroda sahnenin dışında en başta kulisin uyumu çok önemlidir. Dolayısıyla, kulise uyum sağlayan arkadaşları öncellikle tercih ettik. Daha sonra da, teksteki karakterlere göre sanatçı arkadaşlarımızı belirledik. Tabii ki bu belirlemede yönetmenimiz sayın Uğur Babürhan’ın çok katkısı olmuştur. Hem sahne üzerinde, hem kuliste çok iyi anlaştığımız bir ekibimiz var. Tiyatroda uyumlu ekip çok önemlidir. Sadece sahne üzerindeki arkadaşlarımız değil, teknik ekibin de oyuna adaptasyonu çok önemlidir.

KE- Müzikal oyunun, klasik tiyatro oyununa göre zorlukları var mı? Varsa nelerdir?

S&B Uygur: Tabii ki zorlukları var. Öncellikle maddiyat. Normal bir oyunun gideri ile, müzikallerin arasında dağlar kadar fark var. Müzikalde dekor, kostüm, aksesuar, efekt, şarkılar, şarkı sözleri, müzikler vazgeçilmezlerdir. Ama seyircilerimizde gelen güzel tepkiler bu zorlukları bizlere unutturuyor.

KE- Sizleri “Şahane Pazar” ve benzeri TV programları dışında, dizi ya da sinema filmlerinde gördüğümüzü hatırlamıyorum. Eski kuşak tiyatrocuların, yeni dönem sinema işlerinde pek yer almaması durumu sizi de kapsıyor sanıyorum. Bunun sebepleri nelerdir?

S&B Uygur: İkimiz geçmişte hem sit-com, hem de bir iki dizide oynadık. Fakat daha sonraları gelen bazı sit-com ve dizi seneryolarını beğenmediğimiz için kabul etmedik. Bizim için asıl olan sadece ve sadece tiyatrodur.

KE- Oynadığınız oyunlar sırasında, sahnede başınıza gelen komik ve ilginç anılar var mı? Mutlaka fazlaca vardır da, en unutamadıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?

S&B Uygur: Hassta Etme Adamı’nı oynadığımız zaman(ki, ara sıra bu oyunu oynarız) ön sıralardan bir abinin telefonu çaldı. Abi telefonunu açtı, arkadaşıyla konuşmaya başladı. Bizler durduk, seyirciler de durdu, herkes abiyi izliyor. Abi yüksek sesle “Süheyl&Behzat Uygur tiyatrosundayım, oyun izliyorum, çok gülüyorum, inanmıyomusun? İnanmıyosan dur bak Süheyl abiye telefonu vereyim,” dedi ve telefonu bana verdi. Ben de aldım telefonu. “Alo abi ben Süheyl Uygur’um,” dedim. Telefondaki kişi Süheyl Uygur olduğuma inanmadı. “Oldu ben de Brad Pitt’im” dedi, telefonu kapattı. Seyircilerde, bizlerde çok gülmüştük. İlk aklıma gelen bu.

KE- Dünya tiyatrosundan veya müzikallerden en çok sevdikleriniz hangisidir ?

S&B Uygur: Mamma Mia, Grease, West Side Story, Shakespear Company’nin Shakespear’in Oyunları adlı tiyatro oyununu çok sevmiştim.

KE- Marko Paşa Müzikali daha ne kadar devam edecek? 

S&B Uygur: Marko Paşa müzikali seyirciler tarafından çok yoğun ilgi görüyor. O yüzden sanırım daha birkaç sene daha oynayabiliriz. 

 Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.
http://www.populersinema.com/roportaj/marko-pasa-muzikali-izlenimleri-ve-suheyl-behzat-uygur-ile-roportaj-28944.htm

17 Mart 2016

TONY RANDEL ile RÖPORTAJ


Clive Barker’ın yarattığı Hellraiser filminin ardından bir seri haline dönüşen korku filminin sonuncusu Hellraiser: Judgment, 2017 yılında vizyona giriyor. Filmin kült karakteri haline gelen Pinhead’in yeni posteri ise şu sıralar internette dolanıyor. Yaptığım röportajlar serisinin içindeki John Carpenter ve Jack Sholder gibi efsane isimlerin yanına bu defa da, Hellbound: Hellraiser II filminin yönetmeni Tony Randel eklendi. Biraz kendisini ikna etmem zor olsa da, sonunda röportaj teklimi kabul ettirmeyi başardım.

Usta yönetmen, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladı.

Tony Randel’a bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyorum.

KE- Genelde korku gerilim türünde filmler çektiniz. Korku filmlerine olan ilginiz nereden geliyor?

TR-Los Angeles California’da büyüdüm. Altmışlarda ben küçük bir çocukken geceleri bir sürü korku filmi yayınlayan kanallar vardı. Filmleri severdim ve korku filmleri ilgimi çekerdi, çünkü korkutulmaya bayılırdım.

KE- Clive Barker’ın yarattığı Hellraiser filminin devamı olan Hellbound size ait. Bundan sonraki devam filmlerini neden siz çekmediniz?

TR- Çünkü, Hellraiser III'ün yapımcısıyla tartıştım ve hem o projeyi, hem de serileri tamamen bıraktım.

KE Hellraiser’ın kült bir seri olmasının sebepleri nelerdir ?

TR- İnsanlar Pinehead'i ve onun etrafındaki dünyayı seviyor. O karakter her ne kadar ürkütücü bir şekilde olsa da, filmin tüm yaratıcılığını ateşliyor.

KE- Çektiğiniz filmler arasında en beğenilenleri hangisi oldu?

TR- Hellbound açık ara en popüler filmim. Bugün bile yıllar sonra da olsa benden onun hakkında konuşmamı bekliyorlar. Örneğin sizin gibi. Bu güzel bir şey.

KE- Korku filmi çekmenin ne gibi zorlukları var? Sette yaşadığınız zor anlar mutlaka olmuştur. Bize biraz anlatır mısınız?

TR- Sette, Hell'in olduğu sahnelerde Frank'ın odasını yangın yerine çevirmeye çalıştık. Fakat aynı zamanda başka bir yanma efekti vardı, bu Clair Higgin'in sırtındaki yanıktı. Oldukça şaşırdık ve telaşlandık. Ama bence, korku filmindeki en zor şey, filmin izleyiciyle buluştuğunda yeterince korkutucu olup olmayacağına dair şüphesi ve kendini sorgulamasıdır. 

KE-  2015 yapımı aile komedisi olan Hybrids tamamen tarzının dışında bir film. . Farklı türlerde filmler denemeyi seviyor musunuz? Yeniden korku filmlerine dönecek misiniz? 

TR- Komediyi seviyorum ve dürüst olmak gerekirse bir daha korku filmi çekip çekmeyeceğimden emin değilim.

KE- Günümüze göre kıyaslama yaparsanız korku sinemasına olan ilgi 80-90’larle nasıldı? Neler değişti son 30 yılda korku sinemasında?

TR- Seksenler korku filmleri açısından müthiş zamanlardı, çünkü seyirci filmlerin yapım aşamasından çıkan sonuca kadar herşeyle ilgiliydi. Fanların takip ettikleri yönetmenler vardı ve onların işlerini büyük bir merakla beklerlerdi. Bugünün izleyicisinin belki de, korku filmleri adına piyasada çok fazla çeşit olduğundan başları dönüyor. Ve bunun sonucunda ise daha ilgisiz, daha az haberdar oluyorlar birçok şeyden. Bugünkü korku filmleri eskilerini kopyalıyor ve bunu da kötü bir şekilde yapıyor.

KE- En beğendiğiniz 3 korku filmini ve 3 yönetmeni yazar mısınız?

TR- 1. Texas Chainsaw Massacre (original version) Tobe Hooper / 2. Night of the Living Dead (1968) George Romero / 3. Zombie (1969)  - Lucio Fulci 

 Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

LÜTFÜ EMRE ÇİÇEK ile RÖPORTAJ


Türkiye’den ve yurtdışından yerli/yabancı yönetmenler ve oyuncularla yaptığım röportajlarımın bu defaki konuğu, psikolojik gerilim filmlerine meraklı,  çektiği gerilim yüklü kısa filmleri ile tanınan yönetmen Lütfü Emre Çiçek. ABD Screamfest ve İtalya Ravenna Nightmare film festivallerinde oldukça ilgi gören lk uzun metrajlı filmi Naciye  Türkiye’de ilk defa !f İstanbul’da gösterilmişti. Gördüğü ilgi üzerine vizyonda da yerini alan filmin başrolünde ise,  usta oyuncu Derya Alabora yer alıyor.

Kendisi ile bol bol korku/gerilim filmleri üzerine sohbet ettiğim Lütfü Emre Çiçek hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladı. Kendisine bana vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyor ve Naciye filmine gişede bol başarı diliyorum.

KE- Korku/gerilim filmlerine olan ilginiz nereden geliyor? Bize biraz sinema sektöründe yaptığınız işlerden bahseder misiniz?

LEÇ- Çocukluğumda babam ile birlikte kendi beğendiği klasik korku filmlerini birlikte izlerdik. Kendinin zaten geniş bir sinema koleksiyonu var, çok sık da sinemaya götürürdü. Korku filmlerinin bana yaşattığı gerilim ve adrenalin çok hoşuma giderdi, ki hala güzel korku filmleri bana aynı heyecanı yaşatıyor. İlk kısa filmlerim de bu türde. New York'ta yaşarken ağırlıklı kurgu ve kameramanlık olmak üzere bir çok kısa film setinde farklı pozisyonlarda çalıştım. Düşük bütçeli bir uzun metraj korku filmi setinde production assistant lık yaparak ilk set deneyimimi gerçeklestirmiştim. Naciye'den önce kısa filmlerimden bir tanesinden esinlenerek ilk uzun senaryomu yazdım, Atlanta Film Festivali'nin senaryo yarışmasını kazandı, başka bir kaç yarışmada da derece aldı. Sonra Naciye'yi yazdım. Sektöre katkım şimdilik bundan ibaret :)
 
KE- Çektiğiniz kısa korku/gerilim filmlerinden sonra hikayesini de yazdığınız ilk uzun metrajlı filminiz olan Naciye, ABD Screamfest ve İtalya Ravenna Nightmare film festivallerinde oldukça ilgi gördü. Nasıl yakaladı bu başarıyı Naciye filmi, sırrı nedir?

LEÇ- Kusursuz bir film olmamasına rağmen bence Naciye, benim türe olan sevgimi ve hakkındaki bilgimi öne çıkaran bir film oldu. Rosemary’s Baby’den İnside a kadar bir çok filme göndermeler var. Bu tanıdık öğeleri ‘türk’ tınıları ile birleştiğinde yabancı korku gerilim severlerin hem çabuk ısınıp kavrayabileceği aynı zamanda da farklı bir doku keşfedebildiği bir film Naciye. 

KE- Filmin adının “Naciye” olması, Türkiye’deki korku filmlerine verilen isimlerin yanında çok farklı duruyor. Bizler genelde filmin adının yanına “Cin” koymayı severiz ki, film biraz daha iş yapar hale gelsin diye. Siz neden böyle birşeyi tercih etmediniz?

LEÇ- Biz Naciye'yi bir korku filmi çekiyoruz yaklaşımıyla değil, insanların aklında kalacak, ekranda gördüklerinde ürpertecek ve merak uyandıracak bir karakter yaratıp canlandırma amacıyla çektik. Filmdeki gerilimin kaynağı ve en karizmatik karakteri Naciye. Filmi izlemeyenlere garip gelebilir ancak izledikten sonra filmin adının başka bir şey olamayacağını da anlayacaklardır. 

KE- 11dk lık kısa filminiz Mac & Cheese ile oldukça benzer yanları var Naciye’nin. Oradaki karakteri ve hikayeyi geliştirip Büyükada’ya taşımış gibi bir durum söz konusu sanki. Doğru mudur, yanılıyor muyum ?

LEÇ- İlk soruda bahsettiğim senaryo aslında Mac & Cheese filminin uzun hikayesi. Ben orta yaşlı psikolojisi bozuk kadınların cinnet geçirme süreçlerini anlatan hikayeler gerek filmlerde, gerek gerçek hayatta çok ilgimi çekiyor. Ve aksiyonları ne kadar vahşi olursa olsun eğer akıl durumlarını anlayabiliyorsam sempati kurmadan edemiyorum. O yüzden bu benzerlik özellikle bu iki filmimde bariz görülebilir. Eminim ilerdeki filmlerimde de bu benzerliği görebileceksiniz
.
KE- Filminizin baş karakteri olan Naciye’yi başarıyla canlandıran Derya Alabora’yı seçmenizin bir nedeni var mı? Nasıl oldu bu güzel oyuncu seçimi?

LEÇ- Oyuncu seçimi sırasında Naciye için hep bir tanınmış isim olmasını hayal etmiştik. Casting direktörümüz ile yaptığımız çalışmada Derya Alabora'nın ismi öne çıktı. Senaryoyu okuduktan sonra da kabul etti. Birlikte senaryo üzerine çalışmaya başladığımızda karakteri birlikte oluşturduk değişiklikler yaptık. Eğer başka bir oyuncu olsaydı Naciye farklı bir karakter olacaktı ancak şu anda Derya hanımdan başkasını düşünemiyorum hepimizi etkileyen çok değişik ve az diyalogla bir çok farklı duygu ve gerilim yaşatan bir karakter ortaya çıktı Derya Alabora sayesinde.

KE- Yurtdışında korku filmlerine olan ilgi ve alaka ile burayı kıyaslarsanız eğer, ne gibi farklılıklar var? Çok vardır da, en azından önemli olanları belirtirseniz sevinirim.

LEÇ- Benim farkettiğim en büyük fark yurtdışındaki korku algısının aslında bir çok genre yı bir araya getirebilmesi. Önce de bahsettiğim Inside gibi daha gory ve extreme filmler yanında The Others gibi daha dramatik veya Nightmare on Elm Street gibi kara komediye kaçan korku spectrumunda farklı noktalarda  bir çok film var. Birkaç örnek dışında Türk korku filmlerinin aynı formülü tekrar ettiğini düşünüyorum maalesef.

KE- Filmin çekimleri sırasında yaşadığınız ilginç olaylar oldu mu sette?

LEÇ- Bengi'yi oynayan Esin Harvey'nin kafasına neredeyse kocaman bir beton blok düşüyordu, azıcık bir mesafe ile ıskaladı. Çok düşünmek bile istemiyorum hepimiz için ve başta Esin olmak üzere şok edici bir andı.

KE- Naciye aslında tam bir psikolojik/gerilim filmi. Çekimleri ve müzikleri de gayet güzel. Ne söylemek isterseniz Türk korku filmleri izleyicisine filminiz ile ilgili?

LEÇ- Alışık oldukları türk korku filmi beklentisi ile giderlerse filme hayal kırıklığına uğrayabilirler. Kan ve vahşetti minimal tutup gerilimi gitgide artan ve rahatsız edici bir film yapmak istedik. Tabi ki Naciye karakterinin de akıllarında kalmasını hedefliyoruz bu film ile. Ben yabancı özentisi bir film değil, benim hayran duyduğum korku filmlerine göndermeler yapan bir Türk filmi yapmak istedim. 

KE- En sevdiğiniz ve etkilendiğiniz korku/gerilim filmleri/yönetmenleri nelerdir?

LEÇ- Bana film öner desen Rosemary's Baby, The Hand That Rocks the Cradle, İnside, Starry Eyes şu anda aklıma ilk gelen filmler.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

8 Mart 2016

LONDON HAS FALLEN


Air Force One, In the Line of Fire , White House Down gibi ABD başkanına suikast temalı filmlere 2013 yılında bir de Olympus Has Fallen eklenmişti. Gerard Butler (Mike Banning) Beyaz Saray’a yapılan saldırıda Başkanı (Aaron Eckhart) patlamalardan, mermilerden uzak tutmaya çalışan ve bunun yanında iyi de dövüşen bir korumayı canlandırmıştı. Bu sene vizyona giren ve ilk filmin neredeyse devamı sayılan London Has Fallen (Kod adı: Londra)’da ise, yine aynı koruma ve aynı Başkan bu defa Londrada saldırıya uğruyor.
Hikaye de şöyle; İngiltere başkanının ölümü üzerine tüm dünya liderleri bu büyük cenaze içinLondra’da toplanır. Ama bu toplantı sırasında Londra’nın her bir köşesi önceden planlanmış inanılmaz bir suikast girişimi ile yerle bir olur. Yalan değil tabir doğru, gerçekten Londra yerle bir olur. Hedeflenen liderlerin başında gelen ABD başkanı tabii ki, koruması Mike’ın yetenekleri sayesinde orda oraya koşturarak hayatta kalmaya çalışır. Peşindeki teröristlerden köşe bucak kaçan ikilinin, Londra’da konumlanmış gizli istihbarat MI6’in başındaki ajan Riley’a güvenmekten başka çareleri yoktur.

London Has Fallen, ilk filmin kesinlikle iki kat daha üstünde bir yapım. Aslına bakarsak ilk filmin başında bulunan Antonia Fuqua çok başarılı filmlere imza atmış bir yönetmen. Bu filmde karşımıza çıkan Babak Najafi ise, çok fazla adını duyurmamış olmasına rağmen, yine de aksiyonu düzgün, heyecanı bol ve efektleri asla göze batmayan bir yapımla karşımıza çıkıyor. Filmin başında yer alan suikast esnasındaki patlamaların Londra’yı yıkıma uğrattığı sahneler ve ardından dur durak bilmeyen kovalamaca dolu aksiyon planları gerçekten nefesleri kesiyor. Ayrıca aralarda yer alan ve bu tarz filmlerin kaçınılmazı olan esprilerin dozu ayarında olduğundan  işin cılkını çıkartmaktan çok filmi eğlenceli hale dönüştürüyor. O kadar patlamanın olduğu bir yerde ve onlarca adam peşinden mermileri savururken o şakalar nereden akla gelir, o da ayrı.

İlk filmde de yer alan Morgan Freeman’ı yine renk kattığı London Has Fallen, aslında her zamanki gibi harika kurgulanmış bir Amerikan propagandası filmi. Daha önce yaptıklarından dolayı Abd’den nefret eden ve intikam için mükemmel planlar yapan bir terörist ordusu ve Abd ordusunun hepsini duman etmesi. Bunlar zaten bilinen gerçekler ama ne yazık ki, bunların hiçbirisi seyirciyi bu filmden soğutmaya yetmiyor. Her ne kadar filmin ikinci yarısı, ilk başına göre klişeleşmiş tek kişilik ordu kıvamına bürünse de, Gerard Butler’ın iyi performansı, güzel koruma taktikleri ve görsel olarak çok iyi çekimlerin yer aldığı çatışma sahneleri sayesinde film artı puanları topluyor.

“Bu tip filmlerden bıkmam, Başkan olsun, çatışma olsun, biri onu korusun, etraf patlasın, arabalar havada uçsun, iki de yakın dövüş olsun, daha ne isterim “ diyen herkesin bayılacağı ve çok keyif alacağı bir olmuş London Has Fallen. Meraklılarına mısır menüsü ile tavsiye edilir. 

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

GÜLŞAH ÇÖMOĞLU & FAHRİ ÖZTEZCAN ile RÖPORTAJ


Yerli/yabancı korku sineması üzerine yaptığım röportajlarımın bu defaki konukları İfritin Diyeti: Cinnia filminin oyuncuları Gülşah Çömoğlu ve Fahri Öztezcan. Moda’da buluşup kahve eşliğinde bol bol sohbet ettiğim iki oyuncumuz da, yaptıkları işten çok keyif aldıklarını özellikle hikayenin gerçek olmasının filme büyük katkısı olacağını dile getirdiler.

Gülşah ve Fahri ikilisi, hem Popüler Sinema’da, hem de sosyal medya ortamında yayınlamak üzere yönelttiğim soruları beni kırmayarak cevapladılar. Her iki yönetmene de bize vakit ayırdığı için çok teşekkür ediyor ve İfritin Diyeti: Cinnia filmine gişede bol başarı diliyoruz.

KE- Kendinizden ve oyunculuk deneyiminizden kısaca bahseder misiniz?

GÇ- 1986 yılında ankarada doğdum . Oyunculuk eğitimimi Bilkent Üniversitesi Mssf bölümünde 2009 yılında tamamladım. 5 yıl Fox tv’de yayınlanan Unutma Beni adlı dizide Asuman karakterini canlandırdıktan sonra İstanbula taşındım  ve 2 yıl Star Tv’ de yayınlanan Aşkın Bedeli adlı dizide Dicle karakterini oynadım. Ankaradayken ise devlet tiyatrosunda  3 yıl çalıştım. Şu anda ise, Mimar Sinan Güzel Sanatlar  lisesinde kadrolu olarak oyunculuk üzerine hocalık yapıyorum.

FÖ- Ben Bilecik'in Pazaryeri ilçesinin Demirköy köyünde 1980 yılında doğdum. Bilecik Anadolu Lisesini bitirdikten sonra Eskişehir Anadolu Ünv. İ.İ.B.F İşletme bölünde okudum. 2002 yılında istanbul a gelip 2004 yılında Yeditepe Ünv. G.S.F Tiyatro bölümüne girdim. Okul döneminde çeşitli dizilerde bölüm oyunculuğu ve reji asistanlığı yaptım ama daha çok profesyonel tiyatrolarda roller aldım. Önce çocuk tiyatrolarında sonra da, diğer özel tiyatrolarda oynadım. Bu dönemde Zincir Bozan, Pars, Kanalizasyon gibi sinema filmlerinde de rol aldım. 2012 yılında Amerika' ya gittim ve bir süre orda yaşadım. 2013 yılında Aşkın Bedeli dizisi ve ardından halen devam eden Diriliş dizilerinde oynadım.

KE- İfritin Diyeti: Cinnia filminde canlandırdığınız karakter hakkında kısa bir bilgi alabilir miyiz?

- Filmde Elif karakterini canlandırdım . Elif, Gediz de doğup büyümüş ve anneannesiyle yaşayan halk evinde el işi eğitmeni. İyi niyetli sevecen kasabalı ama kültürlü bir kız. Murat’a aşıktır ve onunla evlilik hayali kurmaktadır.     

FÖ- Canlandırdığım Yusuf karakteri en yakın arkadaşı ile birlikte küçük bir kasabada beraber yaşıyorlar. Yusuf içine kapanık ve durgun bir genç ancak Murat’ın nişanlısı Elif’e aşık olması onu bu durgun halinden daha başka bir adama dönüştürüyor. Daha fazla Yusuf u anlatmak sanırım film ile ilgili çok ciddi detay vermek olur.

KE-  Filmin gerçekten yaşanmış bir olaydan kurgulandığını biliyoruz. Gerçek yaşam öyküsünü anlatan bir korku/gerilim filminde yer almak nasıl bir duygu? Diğer film türlerine göre zorlukları var mı?

GÇ- İfritin Diyeti: Cinnia benim ilk sinema filmi tecrübem, o yüzden benim için yeri apayrı olacak her zaman . İlk sinema filmimin bir korku filmi olacağını gerçekten hissediyordum. Genelde filmlerin reklamları olsun diye gerçek hikayeden alıntıdır yalanı söylenir ama bu filmin asla yalanı yok . Zaten hayatından yola çıktığımız hoca her zaman her soruya açık. Bizleri de çekimlerde ziyaret etti, sağolsun. Korku filminde oynamak elbetteki zormuş, ruhunuz yoruluyor sürekli tedirgin oluyorsunuz ayrıca duasız uyuduğum tek bir gecem bile olmadı.

FÖ- Hem zor hem de kolay yanları var. Zor kısmı karakteri en doğru şekilde canlandırabilmek. Her ne kadar bir biyografi olmasa da olaylardaki kişilik gerçek. Onların hayatındaki bir kesiti canlandırıyoruz ve bu yüzden gerçeğe olması gerektiği kadar sadık, kişileri rencide etmeyecek kadar özenli olmalısınız. Kolay kısmı ise,  canladırdığınız kişilerin deneyimlerinden o sırada setten yararlanıp, yardım alabiliyor olmanız. Hatta bilgiye direk ağızdan alıp detaylandırmak için zaman kaybetmemeniz. Ben korku sinemasının özellikle bu tür filmelerin varlıpından çok memnunum hatta içinde olmaktan da çok keyif aldım. Benim için çok güzel bir deneyimdi.

KE- Filmin çekimleri sırasında yaşadığınız ilginç veya korkutucu olaylar varsa bizimle paylaşır mısınız?

GÇ- Yaşadığım bir olay var. Oda arkadaşım Ebru ile gerçekten aklım başımdan gidecek gibi oldu ve bu olayı paylaşmak istemiyorum çünkü o gün ikimizde o konuyu kapattık. Sebebi ise tekrar yaşamak istememem.

FÖ- Yusuf ve Murat’ın evleri özellikle çok ürkütücüydü. Gece çekimleri sirasında o evde oldukça tuhaf şeyler yaşadık ve ekip olarak hatta başka mekanlarda da. Ben anlatılmasına karşıyım bu tür durumların, bence fazla dillendirmemek lazım ama neredeyse bizde filmdeki kadar olmasa da farklı deneyimler yaşadık diyebilirim.

KE- Korku filminde oynayacağınızı öğrendiğinizde tedirginlik yaşadınız mı hiç?
Rol tekliflerinde karşınıza çıkan senaryolarda en çok nelere dikkat edersiniz?

GÇ- Tedirginlik ne kelime! Ben 1 hafta Özgür Özberk’i atlattım çünkü korkudan senaryoyu okuyamadım :) ilk okuma provasında adam akıllı odaklanıp okudum . Ama herhangi bir ön çalışma yapmadım ve herşey doğal olsun istedim. Çünkü ilk tepkim ilk korku çığlığım nasıl çıkıcaksa öyle olsun istiyordum. Ayrıca hiç birşey de izlemedim etkisi altında kalmamak için. Sadece yanıma yasin ve cevşen alıp Kütahyaya gittim. Önce senaryonun beni çok etkilemesi ve o senaryoya inanmam lazım ki, o hikayeye o karaktere seyirciyi inandırabileyim.  

FÖ- Hiç tedirginlik yaşamadım hatta heyecanlandım. Tanıdığım ve sevdiğim arkadaşlarımla böyle bir işte olmak çok heyecan verdi bana. Farklı roller canlandırmak benim için çok önemli. Özellikle karakterin senaryo sürecindeki evrimi benim için çok değerli. Oynadığım karakterin başrol kahraman ya da kötü olması değil ama ne kadar yaşadığı ya da nefes aldığı önemli.

KE- Devamlı cinler, büyüler ya da doğaüstü varlıklar olsun birçok film piyasaya çıkıyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Bir süre sonra seyirciyi bıktırır mı bu konular? Yoksa bu rekabet daha mı iyi oluyor Türk korku sineması için?

GÇ- Herhalde dünya üzerinde cinlerle en çok ilgilenen toplumlardanız. Gerçekten ürkütücü zaten bu konu ama bende uydurma hikayelerden çok sıkıldım. Bizim filmimizi diğer filmlerden ayıran en büyük özellik konusunun olması ve bu hikayenin gerçek olması.

FÖ- Sanırım bizim kültürümüzdeki korku ögeleri batıya göre daha fazla ve daha güçlü ancak biz daha bunları keşfetmiş değiliz. Ne yazık ki kullanamıyoruz. Aynı kısır döngüde kısılıp kalmışız. Biraz Anadolu’yu gezersek ne hikayeler ne olaylarla karşılaşırız. Ancak korku sinemAsının bizim ülkemizde yoğunlaşması güzel bu yüzden de bırakabileceğimizi hiç sanmıyorum. Maceradan, aksiyondan, aşktan nasıl bıkmıyorsak, korkudan da sinema bazında bıkmayız, ama konuların acilen çeşitlenmesi lazım. Bunun için de yapımcı ve senaristlerden ricam gerçek hikayerlerin üstüne gitsin ve Anadoluyu gezsinler.

KE- İki yönetmenle birlikte çalışmanın zorlukları var mı? Nasıl bir uyum içindeydiniz sette? Biraz ekip ruhundan ve set ortamından bahseder misiniz?

GÇ- Özgür Özberk benim Aşkın Bedeli dizisinden arkadaşımdı zaten. Dünya tatlısıdır kimseyi kırmaz incitmez. Şahin Yiğit ile de sette tanıştım. O da inanılmaz sakin anlayışlı ve oyuncuyu motive eden bi yönetmen. Ekip ruhu inanılmazdı . Kendi aramızda çok yardımlaştık ve kimse birbirinden desteğini esirgemedi. Kimse “Bu benim işim değil, bana ne” demedi. 20 gün boyunca güle eğlene zaman zaman korka korka çekim yaptık. Çünkü bu film aslında prodüksiyon işi değil bir gönül işiydi.

FÖ- Hiç iki yönetmenle çalışıyor gibi olmadı açıkçası. Tek fikirde birleşmiş bir ekip vardı orda ve bu yüzden de kısa sürede tamamladık filmi. Daha önce beraber çalışmış ve birbirini tanıyan bir ekip şehir dışında beraber çalışıp beraber yiyip beraber hareket edince tam bir bütün olduk, arada ufak aksaklıklar çıksa da üstesinden beraber geldik.

KE- Yeniden bir korku filminde rol almak ister misiniz? Yakın zamanda yeni film projeleriniz var mı?

GÇ- Tabiki isterim içime sinen bişey olursa.Hem de tecrübe sahibi oldum artık. Şu anda sinema filmi çalışmam ne yazıkki yok.

FÖ- Daha önce de dediğim gibi ben karakterin senaryodaki sürecine ve evrimine bakıyorum. Bu yüzden senaryonun yanı sıra yönetmenin film ile ilgili düşüncesini ve karaktere bakış açısını bilmek benim için önemli. İşte bu yüzden de korku ya da macera ya da polisiye olması bir şey değiştirmez. Başka projeler için görüşmelerimiz var ancak kesinleşip sonuçlanmadan açıklamak doğru olmaz.

KE- Korku filmleri izlemeyi sever misiniz? Korku filmlerine ait en sevdiğiniz birkaç yabancı filmi yazar mısınız?

FÖ- Özellikle korku tercih ederim diyemem ama izlerim. Bazen arkadaşlarla korku geceleri yaparız bu da hoş oluyor. Mesela Elm Sokağı serisi benim için halen kült olma özelliğini korur bir de Garez i sayabilirim.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.