27 Haziran 2016

EBRU KAYMAKÇI ile RÖPORTAJ


İlk önce Siccin filmi ile tanıdığım daha sonra yer aldığı tiyatro oyunlarına gittiğimde gerçekten çok iyi bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Ebru Kaymakçı ile “PİÇ” adlı oyun çıkışında hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisi işini çok severek yapan tiyatro aşığı başarılı bir yetenek.

Ebru kaymakçı, www.populersinema.com ‘da  ve sosyal medya ortamında yayınlamak üzere sorduğum soruları beni kırmayarak cevapladı. Kendisine sanat hayatında başarılar diliyorum.




KE Bize biraz kendinizden ve yaptığınız işlerden bahseder misiniz? Nasıl başladı tiyatro ve sinemaya geçişiniz?

EK- Çocukluk ve çocukluktan ergenliğe geçiş dönemimi ailemin beni sosyalleştirme adına bir umut olarak gönderdiği sayısız kurslara giderek ve içime kapanarak geçirdim ta ki, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde Tiyatro kursuna başlama isteğimi inatla kabul ettirene kadar. Sonrası benim için dönüm noktası oldu. Selçuk Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nü kazandım. Eğitim ve oynadığım oyunlarla yolculuğum devam etti. 
                                                
MEDEİA ( MEDEİA ) / EURİPİDES
MİLYONERLER ŞEHRİ NAPOLİ  ( ASUNTA )   E. FİLLİPPO / FUAT RAUFOĞLU
CİMRİ ( ELİSE ) / MOLIERE / ALPAY ULUSOY
Sonrası İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda
ÖLÜLERİ GÖMÜN / VERN SNEIDER/ ŞAKİR GÜRZUMAR
BİR ŞEHNAZ  MÜZİKALİ ( KUMRU )  /  TURGUT ÖZAKMAN/ ŞAKİR GÜRZUMAR

Ve Özel Tiyatrolarda oynadım.

ŞEHR-İ SEVDA İSTANBULUM / BANU BAŞEREN / TİYATRO  1 DENBİRE
AÇIK DENİZDE (  UFAKLIK  ) /  SLAWOMİR MROZEK /YENİ KUMPANYA OYUNCULARI

Kısa Filmlerle ( Anahtar, Misafir,Model Zamanlar…) başladığım sinema serüvenim ‘AŞK’ adlı belgesel ve sinema filmlerimle devam etti. Macahel Yapım’ın Metin Koç & Ulaş Zeybek yazıp yönettiği “Laz Vampir Trakula” adlı komedi filminde saf bir laz kızı olan Emine’yi oynadım. Sonrasında Muhteşem Film’in senaryosu Ersan Özer’e ait Alper Mestçi’nin yönettiği Siccin adlı korku filminde hiç de saf olmayan, nefret edilen bir kadın olan Öznur’u oynadım. İlk sinema deneyimlerimde zıt karakterlerin ard arda karşıma çıkması benim için çok güzeldi. Bu yıl bir kaç farklı projede yer aldığımdan daha yoğun bir yıl oldu. Veysel Diker’in ödeneksiz, büyük bir emekle kurduğu ve 5 yıldır devam eden Tiyatro 3023 de hem atölye çalışmalarında hem de oyunlarında aktif halde bulundum. Başlangıcından beri içinde bulunduğumdan benim için ayrı bir önemi vardır.

Duru Tiyatro’da Tiyatro Karadut çatısı altında Çetin Etili’nin yönettiği Marc Camoletti’ye ait “Altı Kişiye Pijama” adlı oyunda Jacqueline karakterini oynadım. Merak edenler sizin oyunumuz hakkındaki güzel yazınızı okuyabilirler. (www.populersinema.com/elestiri/alti-kisiye-pijama-28967.htm) Vee taaa Bursa’lardan Ekim Sanat ‘la yola çıktığımız Ömer Naci Topçu’nun Anton Çehov’un öykülerinden oyunlaştırıp yönettiği, Ertan Kılıç&Tuğba Yüksel’in de içinde bulunduğu ‘Piç’ adındaki oyunumuzda Madam Vasilyeva, Anna Filipovna Miguyeva karakterlerini oynadım. Oyunumuz büyük bir emekle, zor şartlarda sadece insan sevgisinden ve saygısından çıktığı için XV. Direklerarası Seyirci Ödüllleri’nde En İyi Yönetmen ödülünü aldığında pek bir heyecan duyduk bunu da belirtmek istedim.

KE- Sinema, dizi ve tiyatro üçlüsü arasında içinde olmaktan mutlu olduğunuz ,  size en çok keyif veren sanat dalı hangisi, Neden?

EK- Tabi ki tiyatro. O benim kıymetlim. Bir tiyatro metninin sadece okuma yaptığınız an’la seyirciyle buluşma anına kadar olan süreci  mucize gibidir. Cümleler, kelimeler hatta es’ ler prova sürecinde ayaklanır, konuşur, ağlar, düşünür, güler, bakar, olmaya başlar. Oyun bulduğun için metinin salt metin halinden kurtulmuş olursun. Olamayacağın bir sürü şey olur ve bu mucizeyi seyirciyle buluşturursun. Hata payınız yok ancak dönüştürülebilir ve asla kesilemez, bölünemez. Eeee ‘ya unutursam’ ‘ya ayağım kayarsa’ ‘ ya partnerim girmezse’ ve bir sürü türevleri. Yani oyunun seyirciyle buluşması sürprizsel bir denklem. Karşında canlı kanlı hepsi birbirinden apayrı bir sürü insan, inanılmaz bir heyecan,kafada bir sürü tilki, kalbinin 9/8 lik atışı. Bu denklemin içinde olmaya aşığım. Bunlara real dünyayı kullanarak oynamayı ve de kendini izlemeyi de eklersek sonraki de sinema. Sinema ayrı bir büyü

KE- Siccin adlı Türk korku filminde sonlara doğru bayağı ürkütücü bir sahneniz var. Bu role nasıl hazırlandınız, zorlandığınız yerler oldu mu Siccin’de?

EK- Siccin benim için zaten enteresan bir deneyimdi. Oynarken çok keyif aldığım ama izlemekten o kadar da keyif almadığım bir tür. Korku ve gerilim filmlerini izleyemem. Senaryoyu okuduğumda en çok üstüne düşündüğüm yer ‘çarpılma sahnesi’ ydi. Çünkü sıradışı bir sahneydi, doğal görünmeli ve komik olmamalıydı. Bedeninizin bir başka gücün altındaymışçasına sizden ve kontrol sisteminizden bağımsız hareket etmesi ve bunu taşıyacak olan ruhsal durum. Esrik olma!!! Bedenimin ve hareketlerimin hiçbir sınırı olmamalı bu esrik duruma hizmet etmeli, özgün eylemler bulmalıydım. Dans ettiğim ve plates yaptığım için esnek olan vücudum için çok zor olmayacaktı. Yine de esnekliğimi  daha da geliştirmek için her gün antreman yaptım, Utku Demirkaya’ yla bir koreografi belirledik ve içimize sinen bir sahne olması için çalıştık.

KE Altı Kişilik Pijama ve Piç adlı tiyatro oyunlarında sizi izledim, performansınız çok başarılı. Rol seçimlerinde dikkat ettiğiniz unsurlar nelerdir?  Özellikle “işte bu rol tam bana göre” dediğiniz yerler oluyor mu?

EK-Teşekkür ederim. Aslında pek seçemiyoruz rollerimizi. Rol dağılımını okuma provalarında yönetmen belirler. Rol kişiniz belli olduktan sonra bu rol “tam bana göre” veya “bana göre değil” dediğiniz oluyor tabi ki fakat, oyunculuk deneyimlemek ve keşfetmekle içli dışlı olduğundan prova süreçleri bu tabirleri değiştiriverir hatta siz bile şaşırırsınız ortaya çıkana. Başta size uzak gelen oynarken sizi en çok heyecanlandıran  ve keyif veren olabilir.

KE- Dünya tiyatrosundan veya müzikallerden en çok sevdikleriniz nelerdir? Ve bunların içinde en çok hangisinde rol almak isterdiniz? Ya da birlikte oynamayı hayal ettiğiniz bir idolünüz var mı?

EK- Antik eserler ve Müzikaller gözlerimi ışıl ışıl eder.Antik Yunan Tragedyalarından Medea,Kral Oidipus,Antigone,Truvalı Kadınlar; Müzikallerden de Cats, Chicago, Moulin Rouge, The Phantom of The Opera, Notre Dame de Paris, Greace, Evita, Singing in The Rain en sevdiklerim. En çok oynamak istediğim …. Maalesef seçemiyorum. Hepsindeeee. Yeniliklere ve değişime doymayan aç bir yaratığım oyuncu olarak. Farklı oyuncularla aynı sahneyi paylaşmayı, farklı oyunculuk teknikleriyle tanışmayı, bilmediklerimle karşılaşmayı, deneyimlemeyi hep cebimde tuttuğum için birlikte oynamayı istediğim bir sürü aktör ve aktrist var elbet, hangi birini yazayım ki şimdi. Tek bir isimden yana kullanacak olursam hakkımı ‘Şener Şen’

KE- Tiyatronun sinemaya göre çok daha zor olduğu kesin. Oynadığınız rolü seyirciye birebir anında yansıtabilmeniz çok önemli. Sahnedeki konsantrasyonu   bozmamak ve yapmacık olmadan oynamak için ne gibi püf noktaları var, nasıl başarıyorsunuz bu kadar doğal olmayı?

EK- ‘Ey doğa tanrıçam sensin benim’ dedirtir W. Shakespeare Kral Lear oyununda. Yoldaşımdır bu söz. Oyunculuğumun da doğa gibi olmasına çalışırım. Tüm duygularımın iç içe olması, sınırlarımın olmaması, çıplak, dönüşebilen  yani olabildiğince doğal. Hayat akar durmaz net değildir, bir çizgisi yoktur, doğaçlamadır,  tahmin edilebilir ama kestirelemez. Bende oyun bulurken, oyunumu oynarken böyle akıp gitmeli,bir sonraki sayfayı bilmemeli,oyun oynadığımı unutmalıyım derim kendime. Şahsına münhasır duygularım şahsına münhasır oyunlar doğurmalı ki seyirciye içten gelsin değilse temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp koyarsınız aynılıkları, tadı hoş gelmez ve büyüleyemezsiniz seyirciyi. Konsantrasyon? Sahnedeki o devinimin içine girmeden gerçek konsantrasyonu  uğraşsamda bulamam. Ne zaman ki oynamaya başlarım,’O’ zaten beni sahne üstünde buluvermiştir. Oyunculuk kendini de keşfettiğin sonu olmayan bir yolculuk yetenek önemli tabi ama sınırlı çalışmaksa sınırsız ve sonsuzdur. Bu yolculuğa çalışmak yakışır

KE- Oynadığınız oyunlar sırasında, sahnede başınıza gelen komik veya ilginç anılar varsa, bizimle paylaşır mısınız?

EK- Son oyunumda olanı anlatıyım o zaman; ‘PİÇ’adlı oyunumuzun son epizotunda ben (ezen, dengesiz ) ve Tuğba Yüksel (ezilen)’in oynadığı iki kadın sahnesi var. Sahne boyunca kavga ediyoruz, gittikçe şiddetleniyor ve ben Tuğba’yı tartaklamaya başlıyorum. O benim altımda, kafası ellerimin arasında, altımızda sert bir zemin kafasını vuruyormuş gibi yapıyorum, çığlıklar havada uçuşuyor. Buralarda seyirci gülüyor her şey normal, birden Tuğba’nın susacağı tuttu eş zamanlı olarak ben de onun kafasını elimden kaçırdım ve çatttt ya da küttt … Sessizlik … Refleks olarak ‘hiiiii’ demiş bulundum seyirci de bu sesi duydu. Sonrası bir muamma. Seyirciler kahkahaya gömülmüş ben endişeden ‘ayyyy’ deyip partnerime gömülmüştüm. Uhhuuu kahkahalar çoğalmış bir de alkış üstüne alkış almıştık ama ben çok şaşkındım ve anlam verememiştim. İçimde iki cümle ‘Ne var bu kadar gülecek, neye gülüyorlar ya ??? Kızın kafayı fena vurdum!!!’ Sonradan anlattılar tabii ben Tuğba’yı bayağı öpüp sarılıp koklamışım. Hiç hatırlamıyorum. (Tuğba ve Ben o andaki sürprizsel değişimi kabullenip yeni bir an’ın doğmasına izin vermiştik ve bu seyirciye çok doğal gelmişti ve hoşlarına gitmişti). Oyun sonrası bir sürü mesaj geldi. Herkes ‘hiiiii’ ‘ayyy’ nidalarının gerçekliğini sorup gülüyordu. İtiraf edeyim ben de ‘neye güldüler bu kadar?’ deyip seyircinin gülmesine gülüyordum. Karşılıklı memnuniyet.

S8- Türkiye’de tiyatroya karşı son yıllarda biraz daha ilgi arttı sanırım. Ne düşünüyorsunuz ülkemizdeki sahne sanatları hakkında? Tiyatroya olan ilginin artması için neler yapılması gerekiyor, bu konuda en büyük sıkıntılar nedir?

EK- Diziler ? Oyunculuğun ultra popüler olduğu, herkesin oyuncu olduğu, kalitenin daha az olduğu dizilerimizde yer almak, alamamak ayrı bir muamma. Kurumsal Tiyatrolar ? Kemikleşmiş kadroya dahil olmak deveye hendek atlatmaktan daha zor. Özel Tiyatrolar ve Alternatif Gruplar ? Tiyatro çook büyük bir emek. Sadece üretmek adına ‘Para kazanmasak da olur’ diyip iş yapan başka bir meslek var mı acaba? Oyuncuya alan ve seyirci gerek. Çünkü kendini var ettiği üretici olduğu yerdir o alan ve onun karşılığıdır seyirci. Fakat toplumumuzun yarası olan popülerlik o kadar kana işlemiş ki TV de gördükleriyle ilişkilendirip, onları görmek adına, onların oynadığı oyunları tercih eder oldu seyirci portföyümüz. Öte yandan seyirci gelsin diye bekleyen sadece çıktığı oyundan yaşamını idame ettiren büyük bir güruh!!!  Durum böyle olunca da ‘şuraya bi kapak atsam’ı kendine kurtuluş belirleyen, an ‘ını yaşayamayan gelecek kaygısı olan, kendini güvende hissetmeyen bireyler oluyor oyuncular. Hayatının en üretken olması gereken dönemlerini, enerjinin en aktif kullanıcağı zaman dilimlerinde hep bir duvarla karşılaşıyor. Peki ne oluyor ? Bazı enerjiler ayrılmaya başlıyor . Artık tiyatro üreten kitle  daha bilinçli, ısrarcı  ve inatçı hareket ediyor. Devletin destek vermemesinin yıkıcı olumsuz etkisinden kurtulup başının çaresine bakmaya başlayan bu enerjiler kendi içinde gruplaşıp, örgütlenip, kendi imkanlarıyla sayısız küçük sahneler türetiyorlar. Vazgeçmiyorlar. Tiyatronun sadece kendinden olanların desteğine değil başkalarına da ihtiyacı var. Hayattan akıp giderken önünüzden , arka sokağınızdan  geçip gittiğiniz tiyatroları keşfetmeniz, yeni oyuncularla tanışmanız dileğiyle. Bu bilinçle çok daha parlak bir tiyatro geleceğine inanıyorum.

S9- Yeni projeleriniz nelerdir? Sinema, tiyatro ve dizilerde sizi görebilecek miyiz?

EK- Tabi ki görebileceksiniz, yorucu bir sene geçti. Şu dönem yakın oyuncu çevremi oluşturan dostlarla iç eğitime yönelik olarak hem bedensel disiplin hem duyguları keşfetmek hem de sınırları genişletmek  adına kendi atölyemizi yapıyoruz. Tekstler, öyküler , masallar okuyoruz. Önümüzdeki sezon için netleşecek bir kaç oyun projem var. Her yıl çocuklara atölyeler yapıyorum bu yıl da buna devam edeceğim .Ekrana ilişkin bir çalışma henüz yok, ama neden olmasın? Yeni’nin peşinde koşuyorum. Bakalım biriktirdiklerim beni nereye götürecek.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

17 Haziran 2016

İÇİNDE BOŞ ŞARKI OLMAYAN FİLM ALBÜMLERİ


Seyrettiğimiz filmlerin aklımızda kalmasını sağlayan en büyük etkenlerden birisi de kesinlikle içinde çalan parçalardır. Filmin en güzel sahnesini bizlere yıllarca hatırlatır o şarkılar. Ve bazı soundtrackler vardır ki, içinde sadece en fazla 2-3 parça güzeldir ve onun için bile alırız o albümü. Bir de dopdolu ve içinde boş şarkı olmayan soundtrackler vardır. Neredeyse her parça film boyunca en güzel sahnelerde seyirciye eşlik eder. Bu albümleri müzik çalarınıza koyarsınız, hiçbir parçayı atlamadan dinlersiniz.

 Genelde nostaljik olmasına rağmen, aşağıda seçtiğim bu albümler en çok dinlediklerim arasındadır. Eski ya da yeni nesil fark etmez, aşağıdaki albümleri dinlememiş olanlar varsa kesinlikle tavsiye ederim. Bu albümlerin filmleri ayrı güzel, şarkıların her biri ayrı efsanedir.

FLASHDANCE (1983) : Filmde ; gündüzleri kaynakçılık yapan , geceleri ise bir barda dans eden bir kızın hikayesi anlatılır. Irene Cara’nın “What a Feeling” şarkısı bu filmden sonra bir klasik haline gelmiş ve hala 7’den 70’e herkesin dilindedir. Albümde 10 harika parça yer alır.

ROCKY IV  (1985) : Film, Rocky Balboa’nın rus boksör Ivan Drago’ya karşı verdiği müthiş mücadeleyi anlatır. Rocky’nin Apollo’nun ölmesi üzerine yolda arabasında giderken geçmişi kendisine hatırlatan o müthiş parça “No Easy Way Out” bana göre “Eye of the Tiger” la yarışacak kadar çok iyidir. Albüm 10 parçadır.

TOP GUN  (1986) : Tom Cruise’ın tanınmasına ön ayak olan Top Gun, cesur jet pilotlarının hikayesini ele alır. Aynı zamanda kaliteli uçak sahneleri ile dolu olan Top Gun’da Kenny Logins imzalı “Danger Zone” çaldığında tüyleriniz diken diken olur. Albüm 10 parçadır.

DIRTY DANCING  (1987) : Patrick Swayze, filmde bir yaz kampındaki dans öğretmenini canlandırır. Ve kampa gelen bir kız dans partneri olmak isteyince aralarında yakınlaşma başlar. Mükemmel parçalar eşliğinde Swayze’nin dans öğrettiği sahneler yıllarca unutulmamıştır. Kapanış sahnesinde çalan “ The Time of my Life” şarkısını halen duyduğumuzda içimiz titrer. Albümde toplam 12 parça vardır.

PRETTY WOMAN (1990) : Julia Roberts’ı ilk kez tanıdığımız nefis bir aşk filmidir. Richard Gere ile beraber oynadıkları film, bir sokak kadınının zengin iş adamına olan aşkını anlatır. Filmin en can alıcı sahnesinde çalan ”It must have been Love” ı unutmak ne mümkündür. Yine dopdolu bir albüm ve birbirinden güzel 11 parça.

FORREST GUMP (1994) : Tom Hanks’in adeta oyunculuk dersi verdiği filmde, IQ’su düşük ama iyi niyetli biri olan Forrest’ın inişli çıkışlı yaşam hikayesi anlatılır. Toplam 2 Cd’den oluşan albümde 33 parça yer alır. 60 ve 70’lerin en sevilen hitlerinden oluşan harika bir albümdür. Her parçanın ayrı bir yeri vardır filmde.

PULP FICTION (1994): Quentin Tarantino imzalı bu kült filmde,  suç ve gerilim dolu farklı olaylar anlatılır. Sinema dünyasında çığır açmış olan Pulp Fiction’ın  müziklerinde yer alan neredeyse her parça artık birer klasiktir. “Girl you’ll be a woman soon” un yanı sıra, John Travolta ve Uma Thurman’ın dans ettikleri sahnede çalan  “You never can tell “ asla unutulamaz. Tam 17 parça yer alır albümde.

FRENCH KISS  (1995) : Meg Ryan’ın oynadığı bu romantik komedide ; terk edilmiş olan Kate’in Paris’te tanıştığı bir adamla yaşadığı macera anlatılır. Genelinde duygusal fransızca parçaların yer aldığı albümde  “I love Paris” ve” La vie en Rose” gibi unutulmaz klasikler de yer alır. Albümde toplam 12 parça vardır.

MY BEST FRIENDS WEDDING  (1997) : Julia Roberts bu muhteşem romantik komedi filminde en yakın arkadaşına aşık olan Jules Potter’ı canlandırır. Oldukça eğlenceli olan filmin tüm parçaları harikadır. Özellikle yemek sahnesinde topluca söyledikleri “ I Say a little prayer” hiçbir zaman unutulmamıştır.Albümde 12 parça yer alır.

YOU’VE GOT MAIL  (1998) : Tom Hanks ve Meg Ryan’ın yer aldıkları film ; birbirleriyle chat sayesinde tanışmaya çalışan iki yetişkinin hikayesini anlatır. Oldukça eğlenceli bir romantik komedidir. Finalde parkda çalan “Somewhere Over the Rainbow” şarkısı zaten yeterli olacaktır albümü dinlemenize. Çok romantik parçalara sahip olan albümde tam 15 parça bulunur.

KILL BILL : VOLUME  I-II ( 2003) : Kendi  düğününde suikaste uğrayan bir gelin , dört yıl sonra komadan çıktığında tüm katillerden tek tek intikam alacaktır. Tarantino’nun yönettiği filmin neredeyse tüm şarkıları itina ile seçilmiştir. Her türden parçanın yer aldığı albüm toplam 2 cd’den oluşur ve 40 a yakın parça yer alır.

MAMMA MIA  (2008) : Abba’nın en güzel parçalarıyla dolu, bir müzikal olan Mamma Mia, yunan adalarında geçen bir aile komedisidir. ”Dancing Queen” den Money, Money, Money’e kadar toplam 17 Abba parçasının yorumlandığı albümde, Merly Streep, Pierce Brosnan ve Colin Firth gibi ünlüler de kendi sesleriyle çoğu parçaya hayat verirler.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

14 Haziran 2016

DEMONIC


Korku-gerilim filmlerini en iyi pazarlama yöntemi olan “… filmlerinin yapımcısından ya da yönetmeninden”  cümlesi artık bir moda haline geldi. Kendini kanıtlamış olan yönetmenlerin adını afişin bir kenarında gördüğümüzde ne yapıp edip o filmi bir şekilde izlediğimiz bir gerçek. İşte James Wan bu konuda son yılların en güzel örneklerinden birisi. Saw I-II-III ‘in yanında The Conjuring ve İnsidious gibi başarılı filmleri yöneterek korku filmi kitlesinin gözünde artık belli bir yeri olan James Wan bu defa Demonic’e yapımcı olarak katkıda bulunuyor. Kendisinin perili evler ve korku seansları üzerine oldukça işi çözmüş olduğu gerçeği Demonic’te kendini gösteriyor. Yönetmen Will Canon’ın kendi tarzındaki kurgusal yaklaşımı ve James Wan’ın paranormal olayları klişeden farklı boyuta taşıması filmin tüm havasını değiştiriyor.

Hikaye, geçmişte Louisiana’da bir evde yaşanmış olan korkunç bir olayın sır perdesini araştırmak isteyen bir grup gencin etrafında geçiyor. Evde daha önce gerçekleşmiş sonu katliamla biten bir ruh çağırma seansından yıllar sonra tekrar bu evle bağlantısı olan bir gencin sorgusuyla ile başlıyor film.  Cinayetler hakkında birçok bilgiye sahip olan John filmin kilit noktasını oluşturuyor ve o anlattıkça olaylar daha da karmaşık bir hal almaya başlıyor. Evde bulunan kameraları izleyerek anlatılanları bir mantık zincirine oturtmaya çalışan polisin kafası ne kadar karışıyorsa seyircinin de kafası bir o kadar bulanıyor.

Geçmiş-günümüz ikilemi şeklinde ilerleyen Demonic, başından sonuna kadar akıcılığını hiç kaybetmiyor tam tersine gizemi daha da arttırıyor. Başlarda klişe gibi ilerleyen filmin temposunun düşmemesinin en güçlü sebebi korku/gerilim unsurlarının polisiyeyle birleştirilmesi. Seyirciyi ister istemez sorgulama sırasında anlatılanlar doğrultusunda yönlendiren film,  aslında verdiği ipuçlarıyla finale doğru şaşırmamız için bizi farklı fikirlere yönlendirmeyi başarıyor. James Wan’ın el attığı diğer filmler gibi oldukça karanlık bir atmosfere sahip olan Demonic, sonlara doğru tahmin edilenlerin dışında sürprizlerle dolu bir hal alıyor. Demonic’i seyrederken eski birçok filmi hatırlamanız mümkün. Korku-gerilim filmlerinin çoğu temel olarak birbirine benziyor, önemli olan biraz değişiklik katarak filmi farklı bir hale getirebilmek. Demonic’te bunu az çok başarabilmiş bir film olsa gerek ki, içinde öykünün derinliğini çıkartacak ne ararsanız var. Perili ev, paranormal olaylar, ruh çağıran gençler, cinayetler, kameralar ve bunların peşinde bir polis ekibi ile bir psikiyatrist.

Aniden sıçratma özelliğine sahip her türlü efektin yerli yerinde olduğu Demonic’de genç oyuncuların performanslarının çok iyi olduğunu söylemek zor. Mario Bello ( Dr. Elizabeth Klein )’nun sorgulamayı yapan psikiyatristi ve Frank Grillo ( Dedektif Mark Lewis )’nun olayın peşindeki bir polisi canlandırdığı Demonic , tam anlamıyla ortaya karışık, vasatın üstünde ve hafiften sürprizli bir film olmuş. Piyasada birbirine benzeyen bolca gerilim filmi varken, bu defa daha karmaşık ve enteresan bir şeyler olsun diyenler için Demonic beklentinizi karşılar.


Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

9 Haziran 2016

DAREDEVIL


En sevdiğimiz kanal Netflix, Daredevil’ı aynı gün 13 bölüm birden yayınlayarak iki sezondur tüm Marvel hayranlarını mutlu etmeye devam ediyor. Daha önce Ben Affleck tarafından filmi çekilen Daredevil’ın aldığı olumsuz eleştirilerden sonra karşımıza bu kadar sağlam bir dizinin çıkması herkesi çok sevindirdi.

Daredevil, 1964 yılında Marvel Comics tarafından Stan Lee yönetiminde yayınlanmış bir çizgi-roman. Sadece özel hisleri sayesinde kör olmasına rağmen çok iyi dövüşebilen, abartısız ve sade bir kahraman olan Daredevil,  bu özelliği ile de kendisini Marvel dünyasındaki ultra özel güçlere sahip olan diğer süper kahramanlardan ayırır.

Kahramanımız Matt Murdock, henüz dokuz yaşında geçirdiği radyoaktif bir kaza sonucu gözlerini kaybeder. Boksör olan babası ile beraber yaşayan Matt, yaşadığı bu olaydan sonra kör olmasının aksine, görme duyusu dışındaki diğer tüm duyuları fazlasıyla gelişir. Bu sayede etrafındaki her şeyi çok net duyabilen, hissedebilen ve gözünde canlandırabilen bir yeteneğe sahip olur. Hell’s Kitchen adında suçluların barınağı haline gelmiş bir şehirde yaşayan Matt, babası bir mafya babası olan Kingpin tarafından öldürülünce, suçlara karşı adalet yoluyla mücadele eden bir avukat olmayı tercih eder. Bir yandan avukat olma yolunda ilerlerken bir yandan da, henüz genç yaşında Stick adında yaşlı bir kör tarafından usta dövüş teknikleri öğrenir. Yıllar sonra gündüzleri avukatlık yapan, geceleri ise kendi yöntemleriyle suçluların peşinde koşan bir adalet savaşçısı olur. Önceleri maskeli adam olarak bilinen Matt Murdock, bir süre sonra halk tarafından Daredevil olarak anılmaya başlar. Maskeli olarak suçluların karşısına geçen Matt, dizi boyunca iyi bir kahraman olabilmek için çok fazla kavga ediyor, çok yaralanıyor ve çok çaba gösteriyor.

Dizinin ilk sezonu, New York’da Avengers’ın dahil olduğu savaşın sonrasında geçiyor. Savaş sonrası mafyanın hakimiyetindeki suç ordusu, uyuşturucu ticareti başta olmak üzere tüm pis işlerini Union Allied adındaki bir örgütün adı altında devam ettirmektedir. Şehirde Matt Murdock, Foggy ve Karen’dan oluşan bir avukat grubu ise mafya lideri Wilson Fisk (Kingpin) ve çetesini şehirden söküp atmak için mücadele verir. Matt gruptan, elinden geldiğince Daredevil kimliğini saklayarak geceleri suçlularla savaşmaya devam eder ve asla öldürmeyi seçmez, kim olursa olsun mutlaka yaşaması için bir şans verir. Kahramanın ortaya çıkışına odaklanmış orijin bir hikayeyi anlatan ilk sezonun ardından yayınlanan ikinci sezon ile Daredevil bu defa çıtasını fazlasıyla yükseltiyor.

İkinci sezonda hikayeye katılan Punisher ve Elektra ile dizinin her bölümü ayrı birer film havasında mükemmel ilerliyor. Punisher’ın kartel çetelerini darmadağın etmesi ile başlayan terör, bir süre sonra durulurken, bu defa karşımıza The Hand adındaki yakuzalardan kurulu ninja vâri savaşçıların peşinde olan Elektra çıkıyor. Geçmişte birer sevgili olan Elektra ile Daredevil’ın birlikte, kendilerine özgü taktik ve dövüşleri ile The Hand’i dağıtma çalışmalarını izlemek dizinin en keyifli kısımları. Bir yandan Punisher’ın ortalığı cehenneme dönüştüren adalet arayışı, diğer yandan Elektra’nın The Hand’in peşinden koşması bir yandan da avukat Karen’ın olayları çözmeye çalışırken yarattığı gerilim, kısa zamanda Hell’s Kitchen’da büyük bir kaos yaratıyor. Daredevil ise bu kaosu önlemek için, üstün hisleri ve dövüş yeteneklerini kullanarak her iki tarafın peşinden koşuyor, bolca adamı pataklıyor, dayak yiyor ve çok yoruluyor.

Dizinin yan hikayeleri olarak gözüken Punisher ve Elektra’nın yer aldığı kısımlar, belli yerlerde bölünüyor fakat, o kadar derli toplu bir düzen var ki senaryonun akışında, bu bölünmeler  asla bir karışıklık yaşatmıyor. Dizide her şey olması gerektiği gibi zamanında ilerliyor hiç bir şey hemen anında gerçekleşmiyor. Bölümlerin arasına ustalıkla serpiştirilen flashhbackler sayesinde Punisher ve Elektra’nın geçmişine ait tüm detaylar tamamen izleyiciye sunuluyor ve kesinlikle dizi bittiğinde kafanızda hiç bir soru işareti kalmıyor.
Dizinin sanırım izleyenleri en mutlu eden kısmı da, dövüş sahnelerinin oldukça gerçekçi ve sert olması. Şimdiye kadar hiç bir dizide bu kadar sinema filmi havasını yakalamış bir dövüş kareografisi seyrettiğimizi sanmıyorum. Daredevil’ın karanlık ve dar koridorlarda geçen nefes kesen dövüşleri ise, artık dizinin bir klasiği haline gelmiş durumda. Özellikle ikinci sezonda yaklaşık 3,5 dakika süren koridorda başlayıp, merdivenlerde devam eden Daredevil’ın onlarca adamı yere serdiği sıkı bir dövüş sahnesi yer alıyor. Daredevil’ın, Punisher, Elektra ve Yakuzalarla olan dövüş sahnelerinin uzun ve gösterişli olması, neredeyse bu sezonun her bölümünde aksiyona bolca yer verilmesi ise, dizinin ilk sezonla arasındaki büyük farkı ortaya çıkarıyor.

Daredevil, sadece aksiyondan ibaret değil, karakter odaklı ve dramatik yönleri de ağır basan olgun bir dizi. Ustaca yazılmış diyaloglar, duruşma sahneleri asla seyirciyi sıkmıyor, tam tersine daha da fazla meraklandırıyor. Dizide ayrıca çizgi roman karakterlerine oldukça uygun olan bir cast seçimine de rastlanıyor. Daredevil rolündeki Charlie Cox, gerek süper kahraman gerek avukat rolü için biçilmiş kaftan. Full Metal Jacket’daki sorunlu asker rolüyle hafızalarda yer etmiş olan Vincent D’Onofrio, ilk sezonun en büyük sürprizi. D’Onofrio, geçmişinde sorunlu bir çocukluk geçirmiş olan ve ne zaman ne yapacağı belli olmayan, oldukça asabi, pislik bir mafya babası rolündeki Wilson Fisk (Kingpin) rolünü başarıyla oynayarak adeta izleyiciyi büyülüyor. Frank Castle, rolüne oldukça yakışan The Walking Dead’den tanıdığımız John Bernthal, sanırım bugüne kadar gördüğümüz en iyi Punisher. Aksiyon sahnelerinin yanı sıra Bernthal, ailesine yapılan katliam sonucu yaşadığı ruhsal çöküşü o kadar güzel canlandırıyor ki, adeta siz de izlerken onunla beraber o dramayı yaşıyorsunuz. G.I.Joe ve Gods of Egypt’de karşımıza çıkan Elektra rolündeki Elodie Yung ise, sağlam dövüş sahnelerinin altından başarıyla kalkıyor ve Daredevil ile uyumu da gayet başarılı.

Dizinin devamlı değişen ve daha da sağlamlaştırılan Daredevil kostümü ise, çizgi-romanları ve filmindekinden farklı olarak tasarlanmış, sert görünümlü ve şık bir dizayn tercih edilmiş. Kostümde, koyu renklerin tercih edilmiş olması, dizinin karanlık ve pastel atmosferine de oldukça uyum sağlıyor.

Dizi, gerek senaryosu, gerek yaratılan karanlık atmosferiyle şu anda yayınlanan diğer süper kahraman dizilerinin çok daha üstünde yer alıyor. Açıkçası dizinin bu kadar temelleri sağlam ve başarılı olması için oyuncular, senaristler ve yönetmen dahil tüm ekibin çok çaba sarf ettiği açıkça görülüyor. Hâlen yayınlanmakta olan çizgi roman uyarlaması dizilerin aksine, içinde mantık hataları olmayan, klişeleşmiş sahnelerle doldurulmamış, devamlı kendini tekrar eden kötü karakterlere yer vermeyen, kalitesiz görsel efektlerle boğulmamış, seviyeli ve sağlam bir dizi olan Daredevil, son zamanlarda yapılmış en iyi Marvel dizisi olarak yerini uzun süre koruyacak gibi duruyor.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

6 Haziran 2016

WARCRAFT


Warcraft (İki Dünyanın İlk Karşılaşması), tüm dünyada milyonlarca fanatiği olan Blizzard firmasının 1994 yılında ürettiği bilgisayar oyunundan uyarlanan fantastik bir macera filmi. Başlarda, yönetmen Duncan Jones’ın önceki işlerindeki kadar büyük bütçeli ve CGI’ların fazlasıyla cirit attığı dev bir öykünün altından nasıl kalkacağı aslında düşündürmüştü. Moon ve Source Code, kaliteli ve senaryosu çok düzgün filmlerdi, fakat Jones’ın üstlendiği Warcraft, oldukça görkemli, detaylı ve incelik isteyen müthiş bir iş. Sonuç olarak öykünün işlenişi, efektleri ve her türlü ayrıntısı ile ortaya çok iyi bir film çıkartan Duncan Jones, bu destansı uyarlamanın ilk filminin altından başarıyla kalkıyor.

Warcraft’ın oyunuyla fazla haşır neşir olmayan birisi olarak, direkt filmiyle bu fantastik dünyaya giriş yaptığımdan, özellikle yabancı basında yer alan fanatiklerin olumsuz eleştirileri beni pek ilgilendirmedi açıkçası. İçeriğinde inanılmaz ayrıntılar barındıran bu büyük oyunun, yıllar sonra bir film olarak beyazperdede karşımıza çıkması bile, tüm olumsuzlukları bir kenara bırakın, harika bir olay.

Film, insanların yer aldığı Azeroth krallığı ile ülkelerini terk eden ve kendilerine yeni bir yer arayışında olan Ork’ların arasındaki mücadeleyi anlatıyor. Büyüyle açılan bir geçitten geçen ve insanların başına bela olan Ork’lar da, aslında kendi aralarında ikiye bölünmüş vaziyetteler. Bir yanda “Fel” adındaki büyük bir güç ve onun sağ kolu olan vahşi “Gul’dan” ın yönettiği Horde sınıfı, diğer yanda ise, daha çok aile kavramıyla yaşayan barışa yatkın bir Ork sınıfı var. Azeroth tarafında ise, Kral Llane,  hem başarılı bir koruyucu hem de komutan olan Lothar ve Medivh adında, aynı zamanda muhafız olarak da bilinen bir büyücü bulunuyor. Filmin en önemli karakterlerinden birisi de, Azeroth’lular  tarafından esir alınan insan ve Ork arası bir dişi olan Garona.

Devam filmleri çekilecek olan Warcraft’ın en güzel yanı, çok itinalı ve düzgün bir şekilde seriye giriş yapmış olması. Film boyunca LOTR’daki orta dünya ırklarının neredeyse çoğuyla karşılaşmak ve yaratılan fantastik dünyadan dolayı Warcraft’ı  LOTR ile kıyaslamak mümkün. Film, LOTR’daki kadar derin ve dolu bir senaryoya sahip değil. Fakat kesinlikle ne hikayenin gidişinde ne de görsellikte göze batan bir taraf yok, hatta beklentimin çok da üstünde çıktı. Hikayenin ana temelini oluşturan Ork’ların yanı sıra, Elf’ler ve Hobbit vâri cüceler de ortada sıkça geziniyor. Oyuna bakıldığında çok karışık gibi gözükse de Warcraft filmi, karakterlerin düzgün tanıtımı, senaryonun çorba olmadan sade bir şekilde ilerleyişi sayesinde hiçbir karışıklık barındırmıyor.

Karakterler için seçilmiş oyuncuların çok iyi planlanmış olması filmin izlenebilirliğini daha da arttırıyor. Filmde, Dominic Cooper Kral Llane’a, MI: Ghost Protocol’ın güzeli Paula Patton Garona’ya, daha çok karakteristik roller ile tanıdığımız, benim de çok sevdiğim Ben Foster büyücü Medivh’e ve “Vikings” dizisinin kralı Ragnar’ı oynayan Travis Fimmel ise Azeroth komutanı Lothar’a hayat veriyor. Özellikle Travis Fimmel’in Vikings dizisinde canlandırdığı Ragnar Lothbrok’ın kendine özgü hareketlerini ve mükemmel bakışını birebir Lothar karakterine taşıdığını fark etmemek mümkün değil. Ayrıca karakterlerin arasındaki diyaloglar net ve anlaşılır durumda olduğundan hikayeye konsantre olmak daha da kolaylaşıyor.

Ork’ların her birinin detayları o kadar şık ve gerçekçi tasarlanmış ki, bilgisayar ortamında yapılmış olduğunu bile düşünmek çok zor. Filmin her karesini izlerken, CGI’ın teknolojik boyutlarının nereye geldiği de çok iyi anlaşılıyor. Irkların, hayvanların, karakterlerin kostümleri, mekanların ve ortamın renkleri, görsel estetiği LOTR’i aratmayacak kadar mükemmel yaratılmış. Warcraft, sadece aksiyon ve görselliğin ön planda olduğu bir film değil aslında. Sömürgeleştirilmekte olan bir halkın, topraklarını korumak üzere verdiği savaş sırasında her iki tarafta yaşanan dramatik olaylar da filmin arasına serpiştirilmiş durumda. Bir arada yaşama çabaları, büyücülerin savaşı, taraf seçimleri, ihanet, merhametsiz hükümdar, bencillik, nehire bırakılan bir bebek vb. gibi detaylar sürmekte olan savaşın yanında, hikayeyi daha duygusal ve destansı bir hâle getirmeye çalışıyor. Finalde ise, zaten serinin devam filmleri için açık kapı bırakılmış durumda.

120 dakikanızı asla boşa harcatmayacak, epik ve fantastik bir dünyanın içinde yer almak isterseniz, Warcraft bu imkanları ayağınıza getiriyor. İnternet ortamını, Dvd’sini veya Blu Ray’ini beklemeyin, kıyın paranıza ve IMAX’de izleyin. Sonra tekrarını evinizde yaparsınız.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

4 Haziran 2016

Seyredilmesi Gereken 10 İspanyol Gerilim Filmi


Son dönemde kendini fazlasıyla tekrar eden Hollywood korku/gerilimlerinden sıkılanlar için hazırladığım 2000'li yıllara ait 10 adet İspanyol gerilim filmi listesi.

Rec – (2007)
Yönetmen- Jaume Balaguero

Gerilimden daha çok  korku filmi olarak kendini kanıtlamış olan REC İspanyol sinemasının vazgeçilmezidir.  Peşinden çekilen devam filmleri  bu kadar başarılı olmasa da, yine kendini izlettirmiştir. Bir yayın muhabirinin itfaiye ekibiyle beraber katıldığı çekim macerasının bir salgın yüzünden karantinaya alınmış bir apartmanda son bulmasını anlatan REC’in neredeyse tamamı el kamerası tarafından çekilen kayıttan ( Filmin adı da buradan gelmektedir “RECord” ) ibarettir. Gerilim dozu oldukça yüksek olan filmi tabiî ki,  Hollywood boş durmayarak Carantina adıyla yeniden canlandırmıştır. Fakat size tavsiyem ilk ve orijinal olan bu yapımı seyretmenizdir.

Los Cronocrimenes – Time Crimes (2007)
Yönetmen- Nacho Vigalondo

Zamanda yolculuk ve paradokslar üzerine kurulu  olan filmi aslında bir seri cinayet filmi olarak da görebiliriz. Hikaye Hector un ormanda çıplak bir kızın başında elinde makaslı maskeli bir adamı görmesiyle başlıyor. Ardından olayın içine giren Hector kendisini bir zaman döngüsünde buluyor. Senaryo ve kurgunun mükemmelliği ile seyirciye adeta beyin jimnastiği yaptıran film diğer gerilim filmlerinden çok daha farklı bir yapıya sahip. Bu türün meraklıları için kaçırılmayacak bir yapım.


El Orfanato –The Orphanage (2007)
Yönetmen- Juan Antonio Bayona

Yapımcılığını Gullierme Del Toro’nun üstlendiği film,  güzel bir malikaneye kurulmuş yetimhanede geçiyor. Ortada hayali kahramanlar, evin önceki gizemi ,ani kapı kapanışları, gaipten gelen sesler gibi klasikleşmiş korku filmi klişelerinin de bulunduğu bir hikaye var fakat anlatım ve oyunculuk  iyi olunca film kendisini Hollywood yapımlarından bir tık daha üste çıkartıyor. .Özellikle Belen Rueda’nın anne rolündeki başarısı filme  aynı zamanda dramatik bir hava katıyor. Eşe dosta tavsiye edebileceğiniz sıkı bir gerilim filmi “Yetimhane”.


Los Ojos de Julia – Julia’s Eyes  (2010)
Yönetmen- Guillem Morales

Blindness gibi körlük üzerine yapılmış etkileyici filmler kervanına rahatlıkla girebilecek kadar başarılı bir film Julia’nın Gözleri.  Sonunda körlüğe kadar gidecek olan göz hastalığına sahip iki kardeşten birisi olan Julia kız kardeşinin ölümü üzerine olayın intihar değil de cinayet olduğunu düşünür. Film sonuna kadar acaba ne olacak sorusuyla sizi boğuşturuyor. Filme ayrı hava katan Julia’nın gözünden izlediğimiz bakış açısı kısımları çok başarılı. Ortalamanın çok üzerinde bol merak uyandıran sıkı bir gerilim filmi izlemek istiyorsanız bu film tam size göre.


Mientras Duermes –Sleep Tight (2011)
Yönetmen- Jaume Baleguero

“Ölüm Uykusu”,  mutsuz bir apartman görevlisinin piskopat yaşantısını anlatan oldukça enteresan bir konusu olan film.  Hikaye bize Cesar’ın kendisine yapışmış olan mutsuzluğunu başkasının mutluğuna karşı nasıl kullandığını anlatıyor. Bir apartman dairesinde yaşanan olaylar sırasında, sessizliğin hakim olduğu sahnelerdeki ürkütücülüğü ön planda tutan yönetmen seyirciyi adeta gerilim sınavından geçiriyor. Görmeniz gereken bu film aynı zamanda tüm toplum için gerçekten iyi de bir ders niteliğinde.


La Piel Que Habito – The Skin I Live in (2011)
Yönetmen- Pedro Almodovar

Genelde farklı türlerde filmler yapan Pedro Almodovar, bu sefer birçok film festivalinden bolca ödülle dönmüş psikolojik bir gerilim filmiyle karşımıza çıkıyor. Antonio Banderas’ı işinde çığır açan bir estetik cerrah rolünde izlerken adeta filmin sonuna kadar onunla beraber tüm yaptıklarını yaşıyoruz. Adım adım cinsiyet, kimlik ve beden kavramlarının nasıl bir gerilime dönüştüğünü Almodovar farkıyla izliyorsunuz. Tüm gerilim filmlerinin dışında oldukça farklı bir senaryoya sahip bu film asla kaçırılmaması gereken bir yapım.


La Cara Oculta – The Hidden Face (2011)
Yönetmen- Andres Baiz

Filmimiz Adrian,Belen ve Fabian üçlüsünün gizem dolu hayatları üzerine kurulmuş bir aşk ve ihanet öyküsü. Hakettiği kadar güzel bir kurguya sahip sonuna kadar sizi merak içinde bırakan bir film “Saklı Yüz”. Az sayıda oyuncu ve kısıtlı mekan filmlerinden birisi olan film için ancak dramatik bir romantik -gerilim diyebiliriz. Ne demek istediğimizi filmi izledikten sonra anlayacaksınız.


El Cuerpo – The Body (2012)
Yönetmen- Oriol Paulo

Yönetmenin ilk uzun metrajli filmi olan “Ceset”, morgdan kaybolan bir iş kadının cesetinin arkasındaki  sır perdesini anlatıyor. Kurgusundan dolayı adeta seyirciyle saklambaç oynayan filmin final sahnesine kadar neler olup bittiğini anlamanız biraz zor. Seyirciyi ters köşeye yatıran filmler furyasının başında gelebilecek kadar güçlü bir senaryoya sahip. Başrolde Yetimhane ve Julia’nın Gözleri’nden tanıdığımız başarılı oyuncu Belen Rueda yer almakta.


Insensibles  (2012)
Yönetmen- Juan Carlos Medina

“İncendies” ( İçimdeki Yangın) den sonra yine çarpıcı bir final üzerine kurulmuş  film olan “Duyarsız”, iki ayrı hikayeyi içinde barındırıyor. İlk olarak İspanya’daki savaş döneminde akıl hastanesindeki çocukların fiziksel acı çekmeye karşı duyarsızlaştırılmaları anlatılmakta. İkinci hikayede ise, ilik nakline ihtiyacı olan bir beyin cerrahının biyolojik anne-babasını araması konu ediliyor .Özellikle akıl hastanesindeki karanlık ve ürkütücü atmosferiyle ön plana çıkan bu film türünün meraklıları için oldukça garip bir yapım.


Los Ultimas Dias – The Last Days (2013)
Yönetmen- David & Alex Pastor

Salgın filmleri ile ün yapan  yönetmen yine enteresan bir bilim/kurgu gerilim filmine hayat veriyor. Gelecek yıllarda geçen filmde açık alanlara çıkınca havayla temas halinde ölümle sonuçlanan bir salgın yer almakta ve  insanlar bu yüzden kapalı mekanlarda yaşamaktadırlar. Koşturmaca ile dolu heyecan yaratma peşinde olan yönetmen sonuna kadar sizi ekrana çivileyerek bunu başarıyor. “Son Günler”,  bu tarz gerilim severler için iyi bir örnek .

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.

1 Haziran 2016

THE LOFT


Evli beş arkadaş, eşlerini aldatmak üzere tuttukları bir çatı katını düzenli olarak sırayla kullanmaktadır. Her birinde birer anahtar bulunan bu sıkı dostların aralarındaki tek kural ise bu daireden asla kimseye bahsedilmemesidir. Bir sabah bu dairede bulunan bir kadın cesedi, birbirlerini her zaman kollayan beşliyi kısa sürede birbirlerine düşürür. Bu kadın kim? Onu eve içlerinden hangisi getirdi? Cinayeti kim işledi? Yoksa bu onlara kurulan bir komplo mu?

Belçikalı yönetmen Erik Van Looy, 2008’de çektiği ilk “Loft” filminin beklenenden çok ilgi görmesi üzerine bu sefer de Hollywood versiyonu için aynı senaryoya sadık kalarak tekrar yönetmenlik koltuğuna oturuyor. Aldatma teması üzerine kurulu bir gizem/gerilim filmi olan The Loft’da, “Prison Break” dizisinden tanıdığımız Wentworth Miller’in yanı sıra Karl Urban ve Rhona Mitra gibi oyuncular da oldukça başarılı performans sergiliyor.

Çok sıradan bir konusu olmasına rağmen yarattığı gizemi sonuna kadar koruyan The Loft, seyirciyi adeta avucunun içine alan bir yapım. Film, bir yandan sorularını sorarken bir yandan da cevaplarını bulmamız için yer yer flashback'ler ile seyirciye yol gösteriyor. Hikayenin en güzel tarafı ise, yönetmenin olayları seyirciye üç farklı şekilde anlatması. Bir yandan sorgulama sahnesi gösterilirken, bir yandan da cesedin bulunmasından önce geçen olaylara ve günümüzde yaşanan çekişmelere yer veriliyor. Birbirlerini sorguladıkları sahneler ve olayları çözmeye çalışırken yaşanan gerilim, seyircinin bir an için bile filme ilgisini kaybetmesine izin vermiyor. Başlarda normal tempoda ilerleyen filmin, olay döngüsü yavaş yavaş çözülmeye başladığında gerilim ve gizem dozu bir hayli artıyor. Her ne kadar olay kurgusu fazla karışıklık yaratmadan sırayla anlatılmak istense de, bir süre sonra yine de seyircinin kafası istemeden karışıyor. Yönetmenin filmi çekerken izleyicilere tahmin üzerine tahmin yürüttürmeyi hedeflediği apaçık ortada. Güzel bir oyun kurgusunun yanında inanılmaz sarsıcı planlarla izleyicileri kendine bağlayan The Loft,un en can alıcı sahnelerinden birisi ise, yemek bölümündeki entrikalar. Sürprizlerle dolu olan “The Loft” esas bombayı ise finalde patlatıyor ve izleyenleri ters köşeye yatırıyor.

Hikayesini evlilik kurumuna ihanet eden erkekler üzerinden anlatan Erik Van Looy, evli çiftlerin dışarıdan mutlu görünürken kendi içlerinde yaşadıkları kabusu, gerilimle karıştırıp gerçekçi bir dille filme aktarmayı başarmış. Kısıtlı mekanlarda az bütçeyle çekilmiş bir film olmasına rağmen The Loft, kesinlikle özgün bir yapım. Hitchcock tarzı gerilim filmlerini andıran film, bol kanlı korku filmlerinden sıkılan ve kaliteli bir gizem/gerilim filmi seyretmek isteyenler için biçilmiş kaftan.

Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.