Rogue One: A Star Wars
Story, daha önce seyrettiğimiz Star Wars filmlerinden çok daha farklı olduğu
halde taşıdığı nostaljik ruhu ile Episode IV:A New Hope’a bağlı kalmayı
başarıyor. A New Hope’un açılış jeneriğinde bahsedilen “Ölüm Yıldızı’nın
planları asiler tarafından çalınmıştır” cümlesinin uzun metrajlı halini anlatan
Rogue One, ilk üçlemeye duyduğu saygıyı izleyenlere çok iyi yansıtıyor.
Yazıda uzun uzun Star
Wars tarihinden bahsetmeye gerek yok, artık Şok ya da Bim’e uğrayan herkes en
azından kara cübbeli adamı, beyaz kostümlü askerleri, ışın kılıçlarını,
robotları vs. muhtelif ürünlerde görüyor. Merak eden zaten filmleri izlemiş,
çoktan karakterleri ve savaşları çözmüştür. Yönetmen Gareth Edwards, Episode
III ile IV arasında geçen bir yan hikayeyi ele alarak, daha önce hiç
karşılaşmadığımız karakterlerle bile bir Star Wars filmi yapılabileceğini ustalıkla
gösteriyor. Yıllar sonra A New Hope’daki bir cümleden yola çıkarak bu kadar
retro formüllerle dolu epik bir uzay filmi yapmak çok akıllıca bir hareket.
Ölüm Yıldızı planlarının çalındığı zaten biliniyordu fakat, arkasında bu kadar
güçlü bir operasyonla yürütülen dev bir savaşın olduğunu kestirmemiz
imkansızdı.
Rogue One, Ölüm Yıldızı
projesinin uzmanı olan Galen Erso’nun kızı Jyn ve ekibine verdiği görevi
anlatıyor. Jyn, Cassian, Bodhi, Baze, Chirrut ve yanlarındaki savaş droidi
K-2’den kurulu bu ekibin görevi, Ölüm Yıldızının planlarını bir şekilde ele
geçirip asilerin merkezine taşımak. Ekipdekiler gayet akıllı ve dövüş konusunda
uzmanlar. Özellikle güç hassayeti konusunda takıntılı ve uzak-doğu dövüşleriyle
kendini savunan kör bilge adam Chirrut (Donnie Yen) daha önce Star Wars
filmlerinde karşımıza çıkan savaşçılardan çok farklı. Kendine özgü tekniği olan
ve içinde hissettiği güç ile kendisini yönlendiren Chirrut, filmin en enteresan
asisi. Başrol oyuncusu Jyn (Felicity Jones), Force Awakens’deki gibi yine bir
kadın. İsyancı ve savaşçı olmasının altında tabii ki geçmişinde yaşadığı bazı
sıkıntılar yatıyor. Rolüne uygun mu evet, göze batan bir yanı yok. Rogue One’da
bana göre üstlendiği karakter ile uyuşmayan tek adam Cassian’ı oynayan Diego Luna.
Görünüşte Han Solo tarzına yakın duran bir hali var fakat ne yazık ki
oyunculuğu yanından bile geçmiyor. Mads Mikkelsen ve Forest Whiteaker’ın ise,
az ama öz olan oyunculukları filmi renklendirmeye yetmiş. Ekibin droidi K2’nin
zekice esprileri ve asilere olan bağlılığı C3PO ile fazlasıyla bağdaşıyor. Daha
önce Return of the Jedi’da Endor gezegeninde asileri yönetmiş olan deneyimli
Mon Mothma’yı, Leia’yı evlatlık alan Bail Organa’yı ve Ölüm Yıldızının önemli
karakteri Vali Tarkin’i yeniden görmek çok keyifli. Ayrıca kısacık da olsa
Darth Vader ile karşılaşmak filmin en önemli unsuru.
Bu arada Gareth Edwards,
filmin pek çok sahnesinde arka plana
eski tanıdık karakterleri bolca yerleştirmeyi başarmış. Dikkatli izlediğinizde
Cantina Bar’ın müdavimleri olan değişik yaratıkları, Hoth gezeninin Wampa’sı ve
gözlemci droidi, Jabba’nın dansçısı vb. gibi nostaljik karakterleri eftrafta
yakalamanız mümkün. Filmin hikayesi kesinlikle çok dikkatlice ve kusursuz işlenmiş
ki, zaten filmin finaline doğru bunu rahatlıkla anlıyorsunuz. İlk yarısı
planlama ve organize olma yolunda ilerleyen Rogue One, ikinci yarı üstüne
yapışan ağırlığı silkeleyerek donanımlı ve görkemli bir aksiyona dönüşüyor.
AT-AT, AT-ST’ler ve Deathtrooper’lar sahildeki tropik ortamda asilerle
savaşırken, yukarıda ise, X-Wing ve U-Wing’ler imparatorun Tie Fighter’ları ile
kıyasıya bir mücadele içine giriyorlar. Uzaydaki savaş sahnelerinden tutun da, asi
pilotların kıyafetlerine, gemilerin ve trooperların tasarımlarına kadar her
detay tam bir retro havasında. A New Hope’daki çekim tekniklerine çok yakın
duran uzaydaki savaş sahneleri adeta büyülüyor. İçinizden “Şimdi oldu bu film, yavaştan
ilk filme bağlanıyor” derken, sarsıcı ve muhteşem bir final sürprizi ile
birlikte “İşte Star Wars budur” diye bağırmak geliyor içinizden. Artık
gözleriniz mi dolar, ağlar mısınız bilemem, bu içinizde taşıdığınız Star Wars aşkı
ile ilgili.
Rogue One, adeta tanımadığımız
karakterler ile orijinal Star Wars ruhunun güzelce harmanlanmasından
oluşturulan bir ana yemek olarak önümüze çıkıyor. Yanında eski üçlemenin
nostaljik sosları da var. Yemeğin sonuna doğru ise, tepemizden bir Empire
Strikes Back rüzgarı da esmiyor değil hani. Kısacası Gareth Edwards, içinde
Jedi’lar ve Jar Jar Binks’ler olmadan kısacık bir yan öyküyü epik bir Space Western
haline başarıyla dönüştürmüş. Hem de tüm eski tatları seyirciye vererek.
Bu Yazım Popüler Sinema da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder