Neymiş, şehir en güzeliymiş
Gerçek yaşam öyküsü olsun da
nasıl olursa olsun, hele ki hayatta kalma mücadelesi varsa süper olur
diyenlerin boğazında kalacağı bir film Backcountry . Daha baştan hevesinizi
kırmak istemezdim ama neye bulaştığınızı bilin diye uyarıyorum. Kimilerine göre
yere göğe sığmayan, hatta Toronto film festivalinde iyi övgüler alan bu filmin,
kendi türünün örnekleri arasında oldukça yavan kaldığı aşikâr.
Buradan sonra yazacaklarım az biraz spoiler verir söylemedi demeyin!
Buradan sonra yazacaklarım az biraz spoiler verir söylemedi demeyin!
Kanada’nın ıssız ve devasa bir
ormanı olan Backfoot, Alex’in en favori yeridir. Öncesinde birçok kez burada
bulunduğundan, her yerini çok iyi bildiğini düşündüğü bu ormana karşı aşırı bir
sevdası olan Alex, bu sevdasını kız arkadaşı Jenn ile paylaşmak ister. Lay lay
lom şeklinde hoş bir araba yolculuğu sonrası ormana varırlar. Orman bekçisinin,
girişte yanlarına harita almaları konusundaki ısrarına karşı gelip, “Ben
buraları avucumun içi gibi bilirim” tavırlarıyla reddeden Alex, filmde az çok
neler olacağının ipucunu o an zaten seyirciye veriyor. Bir de üstüne kız
arkadaşı orman yolculuğu boyunca ilgilenmesin diye telefonunu arabada bırakan
Alex’in yüzünden ikili daha baştan doğaya karşı 2-0 yenik başlıyorlar
serüvenlerine. Yollarına devam eden çiftimizin başına önce nereden çıktığı
belli olmayan zararsız ama uyuz bir tip musallat olurken, daha sonra ise
(afişine zaten koymuşlar fotoğrafı, çok da spoiler olmaz) koca bir ayı
peşlerine takılır. Baştaki hatalardan dolayı yollarını da kaybeden Alex ve
Jenn, iletişimin sıfır olduğu bu balta girmemiş ormanda artık baş kahramanımız
olan aç ve inatçı siyah ayıya karşı bir yaşam mücadelesi içine girerler.
Backcountry,
harika doğa manzaraları eşliğinde izleyiciyi sıkmadan normal tempoda ilerliyor.
Hatta aralara serpiştirilmiş güzel ağır çekim kamera hareketleri, orman
çıtırtıları, belirsiz sesler, güzel bir gerilim başlayacağının müjdesini
seyirciye veriyor demek isterdim, ama nafile. Çiftin kamp yaptıkları sırada
çekimleri gayet düzgün ve sağlam bir gerilim yaratan 1-2 olayın dışında elle
tutulur bir yanı yok maalesef Backcountry’nin. Sonlarına doğru yönetmenin yaşam
mücadelesi odaklı ve heyecan yaratan kurgusu, ne yazık ki basit ve sıradan bir
finalle son buluyor. Aslında doğada hayatta kalma konulu filmlerin çoğu yavan
başlar sonradan açılır, bunda da aynı şeyi bekledik ama olmadı. İlla ayılı,
kurtlu, ormanlı ve heyecanlı filmler istiyorsanız; The Edge (1997) ve The
Grey’i (2011) tavsiye edebilirim.
Aynı zamanda oyuncu ve bu filmin senaristi olan Adam MacDonald’ın ilk yönetmenlik denemesi Backcountry, sevilen bir konuyu yetersiz şekilde işlemesinden dolayı bana göre sınıfta kalıyor. Ama filmin bize bir takım dersler verdiği de gerçek! Eğer ki ıssız bir ormana gidersek (ki hiç gerek yok şehirden fazla uzaklaşmaya) yanımıza harita, bol su, en az iki adet cep telefonu, birkaç kesici alet, ecza dolabı, sedye, sniper tüfeği, el bombası gibi bizi hayatta tutabilecek tüm objeleri bulundurmamız gerekiyor…
Aynı zamanda oyuncu ve bu filmin senaristi olan Adam MacDonald’ın ilk yönetmenlik denemesi Backcountry, sevilen bir konuyu yetersiz şekilde işlemesinden dolayı bana göre sınıfta kalıyor. Ama filmin bize bir takım dersler verdiği de gerçek! Eğer ki ıssız bir ormana gidersek (ki hiç gerek yok şehirden fazla uzaklaşmaya) yanımıza harita, bol su, en az iki adet cep telefonu, birkaç kesici alet, ecza dolabı, sedye, sniper tüfeği, el bombası gibi bizi hayatta tutabilecek tüm objeleri bulundurmamız gerekiyor…
Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder