15 Haziran 2015

BACKCOUNTRY

Neymiş, şehir en güzeliymiş

Gerçek yaşam öyküsü olsun da nasıl olursa olsun, hele ki hayatta kalma mücadelesi varsa süper olur diyenlerin boğazında kalacağı bir film Backcountry . Daha baştan hevesinizi kırmak istemezdim ama neye bulaştığınızı bilin diye uyarıyorum. Kimilerine göre yere göğe sığmayan, hatta Toronto film festivalinde iyi övgüler alan bu filmin, kendi türünün örnekleri arasında oldukça yavan kaldığı aşikâr.

Buradan sonra yazacaklarım az biraz spoiler verir söylemedi demeyin!
Kanada’nın ıssız ve devasa bir ormanı olan Backfoot, Alex’in en favori yeridir. Öncesinde birçok kez burada bulunduğundan, her yerini çok iyi bildiğini düşündüğü bu ormana karşı aşırı bir sevdası olan Alex, bu sevdasını kız arkadaşı Jenn ile paylaşmak ister. Lay lay lom şeklinde hoş bir araba yolculuğu sonrası ormana varırlar. Orman bekçisinin, girişte yanlarına harita almaları konusundaki ısrarına karşı gelip, “Ben buraları avucumun içi gibi bilirim” tavırlarıyla reddeden Alex, filmde az çok neler olacağının ipucunu o an zaten seyirciye veriyor. Bir de üstüne kız arkadaşı orman yolculuğu boyunca ilgilenmesin diye telefonunu arabada bırakan Alex’in yüzünden ikili daha baştan doğaya karşı 2-0 yenik başlıyorlar serüvenlerine. Yollarına devam eden çiftimizin başına önce nereden çıktığı belli olmayan zararsız ama uyuz bir tip musallat olurken, daha sonra ise (afişine zaten koymuşlar fotoğrafı, çok da spoiler olmaz) koca bir ayı peşlerine takılır. Baştaki hatalardan dolayı yollarını da kaybeden Alex ve Jenn, iletişimin sıfır olduğu bu balta girmemiş ormanda artık baş kahramanımız olan aç ve inatçı siyah ayıya karşı bir yaşam mücadelesi içine girerler.
Backcountry, harika doğa manzaraları eşliğinde izleyiciyi sıkmadan normal tempoda ilerliyor. Hatta aralara serpiştirilmiş güzel ağır çekim kamera hareketleri, orman çıtırtıları, belirsiz sesler, güzel bir gerilim başlayacağının müjdesini seyirciye veriyor demek isterdim, ama nafile. Çiftin kamp yaptıkları sırada çekimleri gayet düzgün ve sağlam bir gerilim yaratan 1-2 olayın dışında elle tutulur bir yanı yok maalesef Backcountry’nin. Sonlarına doğru yönetmenin yaşam mücadelesi odaklı ve heyecan yaratan kurgusu, ne yazık ki basit ve sıradan bir finalle son buluyor. Aslında doğada hayatta kalma konulu filmlerin çoğu yavan başlar sonradan açılır, bunda da aynı şeyi bekledik ama olmadı. İlla ayılı, kurtlu, ormanlı ve heyecanlı filmler istiyorsanız; The Edge (1997) ve The Grey’i (2011) tavsiye edebilirim.

Aynı zamanda oyuncu ve bu filmin senaristi olan Adam MacDonald’ın ilk yönetmenlik denemesi Backcountry, sevilen bir konuyu yetersiz şekilde işlemesinden dolayı bana göre sınıfta kalıyor. Ama filmin bize bir takım dersler verdiği de gerçek! Eğer ki ıssız bir ormana gidersek (ki hiç gerek yok şehirden fazla uzaklaşmaya) yanımıza harita, bol su, en az iki adet cep telefonu, birkaç kesici alet, ecza dolabı, sedye, sniper tüfeği, el bombası gibi bizi hayatta tutabilecek tüm objeleri bulundurmamız gerekiyor…
Bu Yazım içeriks.com'da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder